Efsane, uçsuz bucaksız tarlalar arasında bir başına duran bostan korkuluğuyla başlar. Issızlıktan başka kimsesi olmayan bu korkuluğun tek dileği, sabahtan akşama dek gökyüzünü kanatlarıyla sayısız parçaya bölen, her payda farklı hikâyeleri bölüşen, konuşan, paylaşan kargalarla arkadaşlık kurup bu muhabbete ortak olmaktır. Fakat kargalar arasında dilden dile bir “canavar” olarak anlatılan bostan korkuluğu, bu adın altında geçmişten beri kötü bir namla bilinmiştir. Dolayısıyla herkes ondan korkar ve kendini mümkün olduğunca bostan korkuluğunun çevresinden sakınır. Ta ki bir gün “kör” bir karga, korkuluğun ayakları dibine düşene kadar…
Soğuktan küçük bedeni bitap düşen hasta karga, kendine gelip gücünü toplayana kadar bostan korkuluğunun şefkatli elleri arasında dinlenir. Bu sırada kendisini koruyup kollayan korkulukla aralarında bir arkadaşlık başlar. Korkuluk, küçük kargaya ne denli yalnız olduğundan, hakkındaki kötü nam yüzünden kimsenin onunla arkadaşlık kurmak istemediğinden, bu yüzden uçsuz bucaksız tarlalar ortasında ıssızlığa terk edildiğinden dem vurur. Ne var ki ilkin korkuluğun bu durumuna çok üzülen kör karga, elleri arasına sığındığı bu kimsenin bir “bostan korkuluğu” olduğunu öğrendiği anda korkuya kapılır ve havalandığı gibi uçup gider. Korkuluk, bir kez daha yalnızlığa bırakılmıştır. Sonunda çareyi, bostan sahibinin evine gidip ondan yeni bir iş istemekte bulur. Ancak bu sefer de korkuluğun dile geldiğini görerek korkan bostan sahibi, derhal köylülere haber verir ve korkuluğu yakarak ondan kurtulmak ister. Köylüler, kendileri için bir tehdit olarak gördükleri korkuluğa karşı birlik olup köşeye sıkıştırdıkları bir değirmende onu ateşe verirler. Korkuluk, büyük bir acı ve çaresizlik içinde gökyüzüne doğru haykırır, yardım ister; gökyüzü bu kez onun acısıyla parçalanır kargaların kanatları yerine.
Can acısından ziyade uğradığı bu muameleye içerleyen korkuluğun yankıları, kör kargaya dek ulaşır. Yüreği buna dayanamayan karga da tüm arkadaşlarına, bostan korkuluğunun aslında ne denli iyi yürekli olduğunu, hatta bir zamanlar hayatını kurtardığını anlatır. Bunun üzerine kargalar bir araya gelip korkuluğu kurtarmak ister, ancak alevler her şeyi çoktan küle çevirmiştir. Bostan korkuluğundan geriye yalnızca, gökyüzünü kara bir yasa boyayan, dağıldıkça da ıssızlığın koyu rengini kargaların tüylerine konduran küller kalır…
O gün bugündür kargalar, bostan korkuluğunun kara yasını sırtlarında taşır.
Bugün kendi yargılarımızla adlandırdığımız –daha ziyade, yaftaladığımız– pek çok “bostan korkuluğu”nun kaderi, bizim de en büyük pişmanlığımızın sebebi, aynı efsanenin tezahürü değil midir zaten?
“Korkuyu Beklerken”
Gündemimiz, karanlık yasların örtülerinden kurtulamıyorsa hâlen, önyargıların parçalanması hususunda Einstein’ın meşhur sözü hiç de yabana atılmamalı. Zira İspanyol yönetmen Marco Besas’ın bir bostan korkuluğu efsanesiyle dile getirmek istediği gerçek, hepimizin önyargılarla körelmiş ve körleşmiş algılara göz yumduğunun açık bir göstergesidir.
Görsel sunumdan ziyade anlattığı hikâyeyi ön plana çıkaran film, korkutucu bir görünüm kazandırılarak kargaları bostanlardan uzak tutmak için yapılan bir “korkuluğu” merkezine alarak çok yönlü bir metafor çizmeyi başarmıştır. Dolayısıyla anlatılan efsane, sıradan bir kıssadan hisse öyküsünün ötesinde, kurguda yer alan karakter ve renklere ayrı bir anlam kazandırmıştır. Korkuluk, adı üzerinde nahoş ve korkutucu görünümüyle işlev görmesi beklenen bir figürken kişileştirilerek psikolojik bir derinlik kazandırılır. Bu noktada devreye giren “işlev” ile “niyet” ayrımı, bugün toplumda ortaya çıkan ırkçılık, faşizm, linç olgularının da kendini iyiden iyiye hissettirerek belirgin kıldığı ayrım noktasıdır. Bostan korkuluğuna “kötü ve korkunç” bir çağrışımı temsil etmesi için fiziksel değeri olan bir algı yaratılmıştır. Ama görünüşün ardındaki mahreme inerek sormamıştır kimse bostan korkuluğuna: Esas niyeti gerçekten kuşları korkutmak mıdır?
Öyle anlatılagelmiştir ya hani; ne kadar “farklı” bir görünüm çiziyorsa karşıdaki, o kadar uzak ve dışarıdadır, yani o kadar “öcü”leştirilmiştir. Bu yüzden radikal olmak takdirle değil, korkuyla karşılanır toplumda. Karşılıklı bir şekilde “korkunç”luk algısı da en çok tuhaf, ucube, garip olana atfedilmiştir. Birbirine yapıştırılan bu iki kimlik, toplumsal önyargıların yapıtaşıdır nitekim. Bu taşlarla örülen duvar, ardındaki niyetten tüm ışığı esirgeyecek denli kalın ve koyu renklidir. Dolayısıyla bostan korkuluğunun arkadaş canlısı tabiatı, korkutucu görünüşünün ardında perdelenmeye mahkûm edilmiştir. Bu algıya göre şayet bir kimse, toplumun “öcü” olarak nitelendirdiği tarife uyuyorsa o kişiye karşı iyiye dair hiçbir beklenti oluşmayacağı gibi pekişen bir “kötülük” sıfatı, kişinin bir tehdit veya tehlike olarak görülmesine neden olur.
Körlüğe Göz Yummak
Korkunç fiziksel görünümü bir kenara bırakıp kişinin kendisiyle muhatap olmak içinse Besas’ın kullandığı bir başka metafor olan “kör karga” gibi, gözümüzü toplumsal yaftalara kapatmamız gerekir. Ancak ideolojilerin, toplum üzerinde hegemoni sağlamak üzere gerek medya, gerek eğitim gerekse sosyal normlar yoluyla oluşturdukları algılar, “körlüğün” bile bu hususta yeterli olmadığını gösterir. Zira avuçları arasında durduğu şeyin bir bostan korkuluğu olduğunu öğrenen kör karga, korkuluğun neye benzediğini bile bilmemesine rağmen kendi toplumunun evvelden beri onda yarattığı “korkunçluk” algısı nedeniyle dehşete kapılıp kaçmıştır. Filmin en çarpıcı anlarından biri de budur nitekim: Anlatılanların gerçekliği ve geçerliliği, fiziksel karşılığın ötesine geçmiştir. Yani bostan korkuluğu ne denli şefkatli yaklaşırsa yaklaşsın, ne kadar iyi niyet taşırsa taşısın hakkındaki anlatılanlar ve korkunçluk yaftaları, korkuluğun esas niyetinin önüne geçecek ve kendi gerçekliklerini geçerli kılacaktır. Dolayısıyla esas gerçekliğe ve niyetlere ulaşmak için bize düşen, yalnızca fiziksel boyutta kalan bir “görmezden gelme” değildir. Aynı zamanda önyargılara, peşin kabullere, genellemelere karşı da kör olmayı, hem kitlesel kanallarla ideolojilerin dayattığı yargıların hem de kendi algılarımızın ötesine geçerek karşıdakini olduğu gibi görmeyi, benimsemeyi, ona bu hâliyle saygı duymayı gerektirir. Besas’ın anlatmak istediği üzere, önyargıların karanlık örtüsüne göz yummak yerine ancak gözümüzü bu karanlıktan kurtardığımız takdirde gerçek niyetlere ulaşabilir, karşımızdakini gerçek anlamda tanıyabiliriz.
Geç Kalınmış “Keşke”ler
Efsanenin hüzünle biten sonu, tüm insanlık olarak geçmişten bugüne süren bu tekerrürden ders almadığımızı ve belki hiç almayacağımızı gösterir; zira bu yas, tüm kargaların renklerine bürünüp tarihe bir daha değişmeyecek bir iz bırakmıştır. Bostan korkuluğu alevler arasında eriyip gökyüzünün zerrelerine karışır; bu parçalanma ve dağılmanın geri dönüşü de yoktur.
Keşke kargalar en başta korkuluğun niyetini görebilmiş olsa, keşke korkuluğu görünüşüyle yargılamak yerine kendisini tanımaya çalışsa, keşke onlara anlatılagelen “korku” unsurlarının gerçekliğini ve doğruluğunu bir kez olsun sorgulasa…
Fakat keşke demek için artık çok geçtir, çünkü kaybettikleri ne zamanın geri getirebileceği ne de mekânın tekrar barındırabileceği bir şeydir. Tıpkı bugün önyargılara kurban verdiğimiz nice nefes, can, itibar, onur, insanlık, haysiyet, ahlâk, adalet gibi… Kıymetini ancak yitirdikten sonra anladığımız tüm karanlıkta kalmışların, korkunç kılınmışların, dışlanmışların, küçümsenip aşağılanmışların ve görmezden gelinmişlerin hatırınadır bu kara yas.
Yine de kargalar ne kadar koyu bir siyaha bürünmüşse, aynı gökyüzünü paylaşan bir o kadar beyaz güvercinin olduğunu da unutmamak gerekir. İnsanlığın yazgısına işlenmiş bir karanlığı değişmek için hâlâ bir umut varsa, o da bu kanatların sırtındadır.