Fark edilme ve fark yaratma içgüdüsü, her ne kadar değişik şekillerde kendini gösterse de hepimizin taşıdığı ortak bir iz. İnsanlığa özgü bir doğum lekesi gibi. Düşününce, Diyojen bile istese de “hiçbir şey” için yaşayıp gidemedi bu dünyadan. Geriye bu yazıda bile akla gelen düşünce dünyası kaldı. Herkesin, ister sesli olarak ifade etsin ister kendine saklasın, bence ile başlayan cümleleri ve bu cümlelerin yarattığı bir benlik kaygısı var. Bu yüzden Reprise (2006), kendi cümlelerinin peşinden yürüyen, temelde iki, genelde birçok kişinin benzer hikâyesi.
Joachim Trier, ilk uzun metrajı Reprise ile sevdiği başrol oyuncularından Anders Danielsen Lie’ın çocuksu gülüşünün içine yetişkinliğe geçişin, belirsizlik psikolojisinin, saplantının, aşkın ve melankolinin ağırlığını koyacak, devamında 2011 yapımı filmi Oslo, 31. August’da, Anders’i kimlik arayışlarında yerden yere vurmaya devam edecekti. Trier’in yarattığı bu tipleme, ilk filmde Phillip ismiyle karşımıza çıkarken yalnız da değildi üstelik. Phillip’in yanında, diğer ana karakter olarak, çocukluk arkadaşı Erik (Espen Klouman Høiner) vardı ve başlangıç sekansıyla kırmızı bir posta kutusunun başında karşımıza çıkan bu yirmi üç yaşındaki iki genç, yazdıkları kitap sayfalarını ilgili yerlere postalayarak hayallerini ya da korkularını gerçekleştirmeyi seçtiler.
Kitapları Doğu Afrika’da bir devrimi tetikleyecek, Vatikan tarafından yasaklanacak, Dalai Lama’yı hayal kırıklığına uğratacak, gençlerin cinsel özgürlüklerine yön verecekti. Veya çok az satacak, ama entelektüel üslupları sayesinde Erik ve Phillip kült yazarlar haline geleceklerdi. Ya da bunların hiçbiri olmayacaktı. Ortak tutkularda buluşan iki arkadaş, yayımlanan kitaplarının arka kapaklarındaki siyah beyaz fotoğraflarından, olası geleceklerini izleyecekti sadece.
Joachim Trier’in, enerjik ve ucu açık bir kurguyla başladığı filmde, sık sık çoktan seçmeli bir senaryo vurgusu yaparak, gerçekle hayalin izini sürdürmeyi zorlaştırdığını söylemek mümkün. Bazı sahnelerde farklı anlara ait görüntü ve seslerin birlikte kullanılmasından dolayı filmin geçmişte mi, gelecekte mi, yoksa sadece düşüncede mi gerçekleştiğini ayırt etmek kolay olmuyor. Yaşananlar, karakterlerin kafasından geçtiği gibi aktarıldığı için seyircinin yalnızca olayları karakterlerin gözünden veya zihninden deneyimleyebilmeye izni var. Bu da film boyunca güçlü tutulan olasılıklar bütünlüğünü destekliyor. Ayrıca ufak detaylar sayesinde, insanın hayatın içindeki olasılık gerçekliğine müdahale etme gücünü de fark edebiliyoruz. Yazma idealini gerçekleştirmek için Oslo’dan ayrılan Erik, kitabını tamamlamak adına kendini tüm dünyaya ve aşka kapamayı tercih ediyor. Yeni yerleştiği şehirde tek başına yürürken, filmin başında gösterilen gelecek kurgusunda, Erik’in birlikte olduğu ve daha sonra “mutluluklarıyla baş edemediğini” söyleyerek intihar eden sevgilisinin, ona bakarak öylece yanından geçip gittiğini görüyoruz. Erik’le hiç tanışmıyorlar bile.
Filmin değişkenlik üzerine yarattığı algıyı destekleyen bir diğer faktör de ana karakterler. Örneğin Phillip, ilk kitabından ve saplantılı aşk hikâyesinden sonra hastaneye yatan psikozlu bir genç olarak resmedilse de aslında hayatın nevrotik değerlerine karşı çıkan, kontrolü eline almak isteyen, duygusal anlamda dominant bir karakter. Her 10’dan geriye doğru saydığında hayatında bir şeyleri değiştiriyor, kaybettiği anılarına ve tutkusuna bir şekilde sahip çıkmaya çalışıyor, tesadüflere değil özel bağlara inanıyor. Yaşamaya dair bu şekilde, içsel bir mücadeleci tavrı var. Erik ise Phillip’in tam zıttı olarak, daha realist bir mücadeleden yana. Tutkularını gerçekleştirmek için elinden geleni yaparken mutlu olup olmadığını çok fazla anlamasak da yaşama karşı direncini gözlemleyebiliyoruz. Bu direncin önüne geçen her şeyi elemeye başlayan Erik, en nihayetinde de hayatının aynı şekilde dönüp durduğu sabit ritmini kırmayı deneyerek şehirden ayrılmayı seçiyor. Filmde Oslo’dan uzaklaşmak iki karakter için de iyileşmek, kendini gerçekleştirmek, dönüm noktasına ulaşmak gibi anlamlarla bağlantılı. Burada da Trier’in, şehrin kişi üzerine kurduğu psikolojik baskı ve özellikle de İskandinavya özelinde, melankoli vurgulamasından bahsedilebilir.
Filmin anlatımında kullanılan ilahi bakış açısı, izleyen kişinin kendini hikâyeyle özdeşleştirmesine de büyük ölçüde destekçi. Karşımıza çıkan her bir karaktere dair az çok bir şeyler öğrendiğimiz Reprise boyunca; punk sahnesinden reklam sektörüne dönenleri, edebiyatı tekeline alan televizyonları, içi boş yayınevlerini, nefret ettiği tarzda kişilerle evlenenleri, yerdikleri konularla ilgili kitap yazanları, kadınların arkasından konuşup tanıştığı ilk kadınla tüm söylediklerini yutanları ve onların yaşadığı değişimi adım adım gözlüyoruz. Bu durum bir nevi; yetişkinliğin, gençlik fevriliğini alıp götürerek iyi kötü yerine oturaklı bir hayat koymasına dair ufak bir eleştiri olarak yorumlanabilir. Özellikle de filmin sonunda gösterilen düğün sahnesinde, herkesin hayatını kendince bir şekilde yoluna koyduğunun mesajı epey belirgin.
Son olarak, filmin ilk yarısında verdiği izlenim birbiriyle gizli bir yarış halinde iki yakın arkadaşın edebi kimlik arayışı gibi görünse de Phillip ve Erik’i rakip olarak göremiyorum ben. Hem başarıyı sırayla göğüslerken verdikleri tavizler ve ödedikleri bedeller birbirinden farklı olduğundan hem de tüm bu süreç içerisinde hayalleri ortak başlasa bile beklentileri tamamen değiştiğinden. İkisi için de sanki yaş aldıkça durgunlaşan, ilk günkü tadını vermeyen, tutkusu eksik, ama belki de özünde hep aynı kalıp tekrarlanan içe dönük bir nakarat söz konusu. Parkta koşan adamın nakaratı gibi. Tıpkı aslında filmde ve hayattaki tüm karakterlerde olduğu gibi. Hepimiz nakaratımızın ilk versiyonunu aramıyor muyuz?
“Sıfıra geldiğimde bana aşık olacaksın. On, dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki, bir, sıfır.”