Anlatmak için fazla kelimeye gerek yok; “En güzel şiir, gecedir” diyerek günün en dingin vaktini bir mısrada toplayıveriyor şair. Karanlık biraz daha ilerleyip de yıldızlar saltanat yarışına girdiğinde geceye mahsus o keyif, yorgunca serilmiş günün içine sızıveriyor. Serinletiyor, üstünü örtüyor, gündüzün hengâmesini unutturup sanatsal ve düşsel bir vakte kapı aralıyor. İşte bu yüzden en çok gece karanlığında canı düşleriyle baş başa kalmak istiyor insanın. İster kelimeler ve beyaz kâğıtlarla, ister ezgiler ve beyaz tuşlarla, ister renkler ve beyaz tuvallerle, ister bunların tümünü bir araya getiren bembeyaz bir perdeyle. Sinema, en çok geceye yakışıyor. Hele de yaz günlerinin taşkınlığı, açık havanın davetkâr güzelliği varken…
Açık hava sinemasının bir diğer adının yazlık sinema olması boşa değil. Ancak tarihine baktığımızda açık hava sineması, ilk yıllarında izleyiciyi açık havayla buluşturmaktan ziyade küçük, kapalı ve mahrem bir alanda sinema sistemini yeniden kurguluyor: bir otomobilin içinde. Otomobil endüstrisinin yaygınlaşmasıyla beraber geniş bir alanda dev bir ekran üzerine yansıtılan filmler, 1900’lerin başından itibaren Amerika ve ardından Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yeni bir sanat ve kültür etkinliği olarak sunuluyor. Film gösterimi için bir dış mekân seçildiğinden etkinlik, çoğunlukla yaz aylarında gerçekleştiriliyor. Bunun yanı sıra özel günlerde de gösterimlerin yapıldığı, bugün nostaljisini hâlâ sürdüren aktif mekânlar bulunuyor.
Ülkemizde de 1914 yılında Erenköy’de kurulan yazlık Erenköy Sineması, bu yeni sektörün başını çeken ilk sinema olarak tarihimize geçmiş. 80’li yıllarda evlere hızla girmeye başlayan televizyonla beraber sinemanın gücü, bir miktar azalsa da hiçbir ekran, yazlık sinemaların yerini tutamamış. Böylelikle sayısı gün geçtikçe azalsa da yazlık sinemalarımız, her yıl sıcak geceleri karşılamak üzere kapılarını bugüne değin açık tutmuş. Yaza veda etmeden önce güzel bir kapanış için biz de bu ayki özel dosyamızda açık hava sinemalarının nostaljik filmlerinden sizlere bir seçki hazırladık. Yaz gecelerinin güzelliğini eskimezlerin başarılı yapıtlarıyla süsleyecek bu seçkiden bir keyif seyri yapmadan yazı kapatmayın!
Nuovo Cinema Paradiso (Yön. Giuseppe Tornatore, 1988)
Yalnızca İtalyan sinemasının değil, 1980’lerden bu yana dünya sinemasının klasikleri arasında yer alan Nuovo Cinema Paradiso (1988), adı üzerinde sinemanın cennetinde kurulu bir yapımdır. Yine bir kült isim hâline gelen yönetmeni Giuseppe Tornatore’nin henüz ikinci filmi olan yapım, o zamanlar henüz otuzlu yaşlarındaki genç yönetmene dünya sinemasında unutulmaz bir yere taşımıştır. Ancak Tornatore’nin başarısı, bugünün pek çok sinematografi tekniğini geride bırakmasının yanı sıra görüntülere eşlik eden ezgileri, bir o kadar değerli İtalyan müzisyen Ennio Morricone ile hazırlamasından ileri gelir. Nitekim sanatın iki alanını bu şekilde bir araya getiren Tornatore ve Morricone, sinema tarihine mâl olan “cennet sineması”nı bestelemişlerdir.
Film 1980’ler Roma’sında bir gece geç saatte telefonu çalan ünlü yönetmen Salvatore Di Vita ile başlar. Arayan annesidir; Alfredo adında eski bir arkadaşının ölüm haberini verir. Ne var ki Alfredo, salt eski bir arkadaştan çok öte, yönetmenin Sicilya’daki kadim dostu ve bir anlamda inşa ettiği bu sanat hayatını borçlu olduğu kişidir. Bu haberle birlikte Salvatore, tıpkı kendini adadığı film şeritleri gibi tüm sinema serüvenini gözlerinin önünden geçirir. Bu seyirde bizler de izleyici olarak Salvatore’nin hayatında, çocukluğunun gözleriyle uzun, etkileyici, dokunaklı ve muzipliklerle dolu bir o kadar keyifli yolculuğa çıkarız.
Yaz vakti geldiğinde küçük Salvatore her fırsatta, o zamanlar orta yaşlarında bir sinema işletmecisi olan Alfredo’nun sinemasına gitmektedir. Burada yaşadığı büyülü deneyim, küçük çocuğun gözlerini ve bakış açısını öyle derinden etkiler ki zamanla bu ilgiyi Alfredo’nun makinist odasına taşır. Tecrübeli sinemacı, küçük çocuğa kısa sürede film şeritlerini hazırlamayı, gerektiğinde sahneleri nasıl sansürleyeceğini, film makinesini nasıl çalıştıracağını, kısacası makinistliğe dair her şeyi öğretir. Bu süreç, ikili için pek çok güzel anının paylaşıldığı, unutulmaz bir dostluğun başlangıcı olur. Ancak zamanla Alfredo ilerleyen yaşı nedeniyle sinemayı işletemeyecek hâle gelir ve Cennet Sineması’nın geleceğini, bir yönetmen olma yolundaki Salvatore üstlenir. Alfredo ise bu genç yeteneğin kasabanın eskimeye yüz tutmuş sinema koltuklarıyla sınırlı kalmasındansa dışarıda sinema eğitimi almasını; makinist odasından çıkarak kamera arkasına geçmesini ister. Sinemaya tutkuyla sarılan Salvatore de eninde sonunda bu isteği geri çeviremez ve günün birinde ünlü bir yönetmen olarak dönmek üzere kasabadan ayrılır.
Bir dostluk hikâyesinin içinde sinema tarihini de perdeye aktaran yapım, insanlığa dair çocuk masumiyetinde sıcacık bir anlatı, dilsel bir değer ve müzikleriyle unutulmaz bir eserdir. Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nden Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü, BAFTA Ödülleri’ne kadar pek çok prestijli başarıyı da yönetmene getirmiştir.
Açık hava sinemasında, yine yazlık sinemaya dair bir nostalji yaşamak, tebessüm ederken derinden gözyaşı dökmek ve yüreğinizi en tarifsiz duygularla harmanlamak isterseniz Cennet Sineması’nın kapıları sizleri davet ediyor.
Sevmek Zamanı (Yön. Metin Erksan, 1965)
1985 yılında Paris Grand Kafe’de oturan izleyiciler, yüzyılın icadına tanıklık ettiklerini bilmese de sinema, var olduğu günden beri kitleleri etkileme gücüne sahipti. Sinemanın bu gücü, yönetmenin anlatım biçimine göre kurgulanarak yeri geldi toplumu düşünmeye itti, sorgulamaya başlamasına sebep oldu. Bu bağlamda yerli sinemada Toplumsal Gerçekçi filmleriyle bilinen Metin Erksan’ın 1965 senesinde gerçeküstücü bir sinema anlayışının örneği olan Sevmek Zamanı filmini çekmesiyle günümüzde bile birçok kişiyi etkilemeyi başarabildiğini söyleyebiliriz.
Film, bir suretin gerçekliğine âşık olan bir gencin hikâyesini anlatır. Halil, Büyükada’da yaşayan ve boyacılık yaparak geçimini sağlayan bir gençtir. Bir gün, badana yaparken köşkün duvarında asılı olan bir kadının resmine âşık olur. İlerleyen günlerde İstanbul’dan gelen resmin sahibi Meral, Halil’in kendisine âşık olduğunu düşünür. Meral, Halil’in aşkına karşılık vermek istese de Halil, bu aşk karşısında direnir. Çünkü o, bir tutkunun esiridir. Halil, Meral’e değil, onun resmine âşık olmuştur. Bu sebeple Sevmek Zamanı, yerli sinemanın en sürreal film örneklerinden biri olarak kabul edilir.
Metin Erksan, özgün bir yönetmen olduğunu yalnızca filmin hikâyesiyle değil; teknik anlamda da göstermiştir. Sevmek Zamanı filminin her bir sahnesi, izleyiciye resim tablosu hissini verir. Bunun yanı sıra filmde kullanılan mekânlar, kahramanların karakter özelliklerine göre belirlenmiştir. Şehirli Meral, kalabalık İstanbul sokaklarında dolaşırken; Adalı Halil deniz kıyısı, ormanlık alan gibi sakin mekânları seçmektedir.
Yeşilçam’da sıkça kullanılan zengin kız-fakir oğlan ilişkisi ve üçüncü bir kişinin bu sevdaya müdahale etmesi Sevmek Zamanı filminde de kullanılır. Bu olay örgüsü hikâyesinin asıl omurgasını oluşturur; fakat Metin Erksan, aynı hikâyeye bambaşka bir gözle yaklaşarak Türkiye’nin ilk auteur yönetmeni olarak kabul edilir. Erksan, yerli sinemada sıkça rastlanmayan kişisel filmler ortaya koymuştur. Böylece eserleri, klasik Yeşilçam filmlerinden ayrılmıştır. Bu ayrımı bu filmin final sahnesinde de net bir şekilde okuyabiliriz: İki el ateş edilir; ama kamera kimin vurulduğunu, kimin ölüp kimin hayatta kaldığını göstermez. Bu durumu düşünmeyi izleyiciye bırakır. Final örneğindeki gibi Metin Erksan, yerli sinemaya anlatım dilinde yenilikler getirmiştir. Kendinizi sıcak yaz akşamlarında sürreal bir aşka kaptırmak isterseniz, sinemamızın en değerli yönetmenlerinden Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filmini nostalji kuşağında izlemelisiniz.
Vesikalı Yârim (Yön. Lütfi Akad, 1968)
Türk sinemasının usta isimlerinden Lütfi Akad’ın yönetmen koltuğunda oturduğu, Sait Faik Abasıyanık’ın 1948 yılında yayınlanan Menekşeli Vadi isimli hikâyesinden uyarlanarak senaryolaştırılan romantik dram filmi Vesikalı Yârim’in (1968) başrollerini Yeşilçam’ın dev isimleri Türkan Şoray ve İzzet Günay paylaşır. Film, bir manav olan Halil (İzzet Günay) ile pavyon sanatçısı Sabiha’nın (Türkan Şoray) sürüncemeli ve fırtınalı aşklarını konu edinir. Türkan Şoray, başarılı oyunculuğu ile göz doldurduğu bu film sayesinde “En İyi Kadın Oyuncu” kategorisinde Altın Portakal ödülünün de sahibi olmuştur.
Başarılı müzikleri ve akıllardan silinmeyen kült replikleri ile döneminin en ses getiren işlerinden biri hâline gelmiş olan Vesikalı Yârim, aynı zamanda yönetmenin filmografisinin de en önemli parçalarından birini oluşturur. Pavyonda bir akşam, tesadüfi şekilde yolları kesişen Halil ve Sabiha’nın hayatları o günden sonra geri dönülemez biçimde büyük değişikliklere sahne olur ve ikilinin hüzünlü aşk hikâyesi, seyirciyi içerisinde bulunduğu andan kopararak, geçmişin tozlu günlerinde nostaljik bir yolculuğa çıkarır. Film, bir yandan Yeşilçam’ın alışılageldik senaryo örgüsünü ve kurgu yapısını tepetaklak ederken diğer yandan kurduğu kendine has özgün anlatısı ile izleyicinin merakını an be an diri tutmayı başarır ve Akad’ın yönetmenlikteki ustalığını bir kez daha gözler önüne sermiş olur.
Zamansız karşılaşmaların kalplerde yarattığı buruk boşluk hissinin, aşkın insan ruhunu hafifleten tatlı esintisinin, imkânsızlıkların insanın tercihlerini büyük çıkmazlara sürükleyen acı gerçekliğinin birbirini besleyen incelikli detaylar vasıtasıyla ilmek ilmek işlendiği Vesikalı Yârim’in mizansen kurma noktasındaki takdir edilesi gayreti, şüphesiz bu filmi on yıllarca akıllardan silinmeyecek klasik bir eser hâline dönüştürmektedir. Dönemin İstanbul’unu eşsiz siyah beyaz görüntüler eşliğinde şiirsel bir masal diyarıymışçasına beyaz perdeye yansıtan film, aynı zamanda sosyokültürel ve toplumsal gerçekliği tüm şeffaflığıyla gözler önüne seren realist dokunuşları vasıtasıyla geçmişin unutulmaya yüz tutmuş izlerini, hafızaların en canlı köşesine kazımayı kendine düstur edinir.
Sizler de yaz ayının sıcak günlerinde, açık havanın rahatlatıcı esintisine kendinizi bırakarak nostaljik filmlerin dünyasına doğru unutulmaz bir yolculuğa çıkmak isterseniz, Vesikalı Yârim’i izleyebilir ve birbirinden dokunaklı müzikler eşliğinde Lütfi Akad’ın bu kült eserinin keyfini bir kez daha çıkarabilirsiniz.
Easy Rider (Yön. Dennis Hopper, 1969)
Dennis Hopper’ın ilk yönetmenlik denemesi Easy Rider (1969), hippi hareketinin sembolü hâline gelmiş bir filmdir. Senaryosunu Peter Fonda ve Terry Southern ile birlikte kaleme alan Hopper, bu filmle 22. Cannes Film Festivali’nde “En İyi İlk Film” ödülünü kazanmıştır. Kokain satışından elde ettikleri parayla Mardi Gras Festivali’ne katılmayı tasarlayan Wyatt (Peter Fonda) ve Billy (Dennis Hopper), motosikletlerine atlayıp yaz sıcağının ortasında Los Angeles’tan Lousiana’ya doğru yola çıkarlar. Yolculukları boyunca farklı tipte insanlarla karşılaşıp pek çok badire atlatan ikilinin sorunlu ancak bir o kadar da eğlenceli yolculukları trajik biçimde son bulur.
Film boyunca protagonistlerimizin yol haritasını takip ederek dönemin Amerikası’nın kapsamlı özetini görürüz. Halkın dogmatik bakış açısının tam zıttı bir ideoloji çerçevesinde yaşayan Wyatt ve Billy, seyahatleri boyunca zorbalığın, şiddetin ve cahilliğin kurbanı olur; dostluğu, sevgiyi ve aşkı tadarken vandallıktan kaçmayı başaramaz. Film, özgür düşüncenin global savunucusu sayılan ülkenin aslında kendi içinde ne kadar zıtlaştığının oldukça saf ve bir o kadar da çarpıcı bir örneğidir. Vietnam Savaşı’nın bağrında ortaya çıkan yapıt, çiçek çocuklar için Woodstock 69 kadar önemlidir. Silahsızlanma ve dünya barışı gibi düşüncelerin etrafında toplanmış bu insanlar için Easy Rider, görsel bir manifestodur adeta.
Taşıdığı kültürel önem nedeniyle ABD Ulusal Film Arşivi’nde korumaya alınan filmin, devrimci karakteri göze çarpar. Hollywood’un endüstriye hükmettiği ve büyük paralara çekilen filmlerin piyasada kendine yer bulabildiği bir dönem için komik sayılabilecek bir bütçeyle oluşturulan yapıt, bağımsız filmcilik için çok büyük öneme sahiptir. Bulanık ve boşluklu hikâye anlatımını takip eden özgür ve yenilikçi kurgusunun yanında müzikleri de önemli konumdadır. Ağır Metal türünün başlangıcı sayılan filmin, Steppenwolf’tan Jimi Hendrix’e, The Byrds’ten Bob Dylan’a 60’lar hareketinin önemli isimlerinin seçme şarkılarından oluşan olağandışı bir film müziği albümü de mevcuttur. Başından sonuna kadar bizi bir rock müzik şöleninin içine sokar ve biz o dünyadan ayrılmak istemeyiz. Asla bitmemesi gereken bir deneyime tanık olduğumuz hissini içimizden atamamamızın sebebi işte budur.
Motosiklet tutkunları için de sembol hâline gelmiş, zaman geçtikçe tarihsel önemi artan ve aynı keyifle izlenmeye devam edilen bir filmdir Easy Rider. Sıcak yaz akşamlarında perdenin karşısına geçip mest olacağınız unutulmaz bir 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika portresidir.
Bora Taşçı
Umut (Yön. Yılmaz Güney, Şerif Gören, 1970)
Cabbar, sekiz kişilik ailesini borç harç aldığı ve iki atın çektiği eski bir fayton ile geçindirme çabasındadır. Giderek yaygınlaşan motorlu araçların arasında Cabbar’ın işi çok zordur. Ömürleri yokluk içinde gecekondu olan evlerinde geçerken, uçan kuşa borçları vardır. Cabbar’ın tek umudu bir gün kendine çıkacağına yürekten inandığı piyango biletlerindedir. Ancak geçirdiği bir kaza neticesinde atlarından biri ölür. Zavallı Cabbar, atından olduğu gibi zengin araç sahibi karşısında bir de suçlu çıkmıştır. Neyse ki zengin beyefendinin Cabbar’ın garibanlığına üzülmesi neticesinde Cabbar serbest kalır kalmasına ama bu kez de ölen atının yerine yenisini almak için evde ne var ne yoksa satması gerekiyordur. Atın parasını denkleştirebildiğinde ise alacaklıları diğer atı ve faytonunu çoktan satmıştır bile. Cabbar’ın artık tek umudu yıllardır define aramak için baskı yapan arkadaşı Hasan’a uyarak define avına çıkmaktır.
Yılmaz Güney’in senaristliğini, yapımcılığını ve yönetmenliğini yaptığı Umut (1970) filmi, İtalyan Yeni Gerçekçi akımının etkisinin en çok hissedildiği, politik Türk sinemasının ilk örneklerinden biridir. Güney’in siyasi düşüncesini yansıtmasının yanında, dönemin siyasi ve sanat akımı olan toplumsal gerçekçiliğin de bir izdüşümü mahiyetindedir. Güney bu filmde, toplumun en alt katmanında yer alan yoksul bir adamın her şeye karşın umudunu yitirmemesini anlatırken, aslında tam anlamıyla umutsuzluğu resmetmiştir. Dönemin sansür kurulu tarafından uzun bir süre yasaklanan film, 1970 yılında Adana Altın Koza Film Festivali’nden beş ödülle dönmüştür. Filmin ikinci yönetmeni Şerif gören iken, başrol oyuncuları Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz ve Gülsen Alnıaçık’tır.
Alfredo, Alfredo (Yön. Pietro Germi, 1972)
Kökeni Yeni Gerçekçilik Akımı’na kadar dayanan ve ölümsüz eserlere imza atan Pietro Germi 1972 yapımı olan Alfredo Alfredo filminde; bu kez İtalyan usulü bir evliliği konu alırken, yönetmenin 1961 yılında hayata geçirmiş olduğu İtalyan Usülü Boşanma (1961) filminde olduğu gibi, bu filmde de karakterler üzerinden toplumun sosyokültürel yapısına da değinilmektedir. Nostaljik unsurlarla bezenmiş, geçmişe duyulan özlemi anbean gözler önüne seren Alfredo Alfredo; daha önce aşkı tatmamış çekingen bir banka memurunun, hayatının kadını olduğunu düşündüğü Maria Rosa ile alışılmışın dışında olan ilişkileri konu edinir.
İtalya’nın dönem koşullarına ithafen eril düzenin tekelinde bulunduğu sinema sektörü ve yönetmenlerin kadınlara yüklediği anlam, Alfredo Alfredo filminde bir nebze aydınlık çağa geçişin sinyallerini vermektedir. Maria Rosa; genç, güzel ve çalışan bir kadın olarak seyircinin karşısına çıkarken Alfredo karakteri ise, en yakın arkadaşının kadınlar tarafından ilgi odağı olmasının akabinde geri planda kalmış, duygularını salt bir şekilde ifade edemeyen ve toplum onaylı yaşamaya alışmış bir erkek birey olarak resmedilmektedir. Annesiz büyümesi ve babasının tüm hayatını oğluna adaması İtalyan toplumunun alıştığı anne merkezli ebeveynliğe yeni bir soluk getirmektedir. Aşkın kimyasal bileşenlerini henüz hissetmeye başlayan Alfredo, neşeli ve kendinden emin Maria Rosa’nın girdabına çekilir. Ani bir karar ile evlenmeye karar veren genç çift, kısa bir zaman içinde alışık olmadıkları bu aile sistemine ayak uyduramayarak sorunlu bir ayrılığın eşiğine gelir. Ancak ne yazık ki boşanmak o dönem İtalyasında kolay bir şekilde gerçekleştirilecek türde değildir. Alfredo, evliliğini kendi dünyasında çoktan bitirmiş ve yeni bir aşka yelken açmıştır, ancak bu yeni sevgili toplumun ve aile yapısının alışık olmadığı bir karaktere sahiptir.
Evlilik kurumunun ve toplumun kadına vermiş olduğu hakların bir şekilde suistimal edilmesini ince bir üslupla eleştiren film, aynı zamanda kadın gücünün ne denli sınırsız olduğunu da iki ayrı kadın prototipi ile vurgular. Türkçe adı Şaşkın Damat olarak bilinen film, tam da bu bağlamda Alfredo’nun olaylar karşısındaki tutumunu ve hiçbir şekilde olup bitene adapte olamamasını, her koşulda karısına itaat etmeyi kendisine borç bilmiş şaşkın bir eş formunda karşımıza çıkar. Maria Rosa’nın bitmek bilmeyen istekleri, bastıramadığı cinsel dürtüleri ve bencil davranışları toplumun alışmış olduğu evcimen ve anaç kadın figürünün çok ötesinde bir bakış açısıyla resmedilir. Döneminin en cesur filmleri arasında rahatlıkla anabileceğimiz bu yapım, aşk ve evlilik üzerine derinlemesine bir analiz niteliği taşımaktadır. Kabûl görmüş dramatik aşk hikâyelerine yeni bir soluk getiren Alfredo Alfredo, nostalji sevenlere de hitap eden deneysel bir romantik komedi olarak sinema tarihinde yerini almaktadır.
Stand by Me (Yön. Rob Reiner, 1986)
Rob Reiner’ın yönetmen koltuğuna oturduğu, Wil Wheaton, River Phoenix, Corey Feldman ve Jerry O’Connell’ın başrollerini üstlendiği Stand by Me (1986), Stephen King’in 1982 yılında yayınlanmış The Body adlı kısa hikayesinden esinlenilerek beyaz perdeye uyarlanmıştır. Film, 1959 yılında dört erkek çocuğunun, yakın zamanda cinayete kurban gitmiş birinin kayıp cesedini bulmak istemeleri üzerine yola çıkmalarını konu alır. Yalnızca basit bir yürüyüş olarak başlayan macera, çocukların hayatlarına etki eden önemli bir büyüme hikâyesi olarak son bulur. “En İyi Senaryo” dalında Akademi Ödülleri’ne, “En İyi Dram Filmi” ve “En İyi Yönetmen” dallarında ise Altın Küre’ye aday gösterilmiştir.
1993 yılında henüz yirmi üç yaşındayken vefat eden River Phoenix’in muhteşem performansını görmek, zamanda yolculuk yaparak teknolojinin ayak basmadığı bir hikâye içinde kaybolmak ve birbirinden farklı dört genç arkadaşa serüvenlerinde eşlik etmek isteyenler için ideal bir yaz akşamı filmidir Stand by Me. Suistimal, bozuk aile düzeni ve ölüm gibi ağır temaların yanı sıra, arkadaşlık, fedakârlık ve çocuk masumluğu gibi evrensel ve herkese dokunan temaları da işlediği için kadın erkek, genç yaşlı herkese hitap etmektedir. Dört erkek çocuğu üzerinden ilerleyen konusu, bebeklikten itibaren duygularını saklayıp sert olmayı erkeklik sayan toplum düşüncesine karşı gelerek son derece doğal olan ve hepimizin yaşadığı insani duyguları en saf hâliyle gösterir. Yalnızca aksiyon sahneleriyle çocukların görünen amaçlarını ekrana yansıtmak yerine, sembolizme başvurduğu birçok yerde de onların iç çatışmalarını ve duygusal gelişimlerini derinlemesine işler.
1985 yılında Gordie Lachance, çocukluk arkadaşı Chris Chambers’ın ölüm haberini alır ve izleyiciye seneler önce Chris ve iki arkadaşıyla beraber bir hafta sonu yaşadıkları kasabada kaybolan bir çocuğun cansız bedenini aradıkları macerayı anlatmaya başlar. Bir gün Gordie’nin arkadaşı Vern, abisinin konuşmasına şahit olur; Ray Brower adlı kayıp çocuğun cesedini tren raylarına yakın bir yerde gördüklerini işitir. Bu durumu Gordie, Chris ve Teddy’e anlattığında bu dörtlü, ezik damgasından kurtulup kasabanın kahramanları olmak istediklerinden Ray’in bedenini bulmak için yola çıkar. Tren altında kalmaktan son anda kurtuldukları, hurdalık sahibi tehlikeli Milo ile karşılaştıkları, kurallara karşı gelerek işledikleri çocukça suçları paylaştıkları, sülüklerle tanıştıkları ve en önemlisi büyüdükleri bu yolculuk hikâyelerini anlatmayı özlemle bitiren Gordie, can alıcı bir cümle ile de izleyiciye veda eder. “On iki yaşında sahip olduğum arkadaşlıklara daha sonra hiç rastlamadım.”
Yıldızların altında ya da usulca esen rüzgârı davet ettiğiniz odanızda “Ne izlesem?” diye sorduğunuzda önerebileceğimiz filmlerden yalnızca biri Stand by Me. İyi seyirler…
Planes, Trains & Automobiles (Yön. John Hughes, 1987)
Kurumsal bir reklamcılık şirketi çalışanı olan Neil Page (Steve Martin) Şükran Günü’nü Chicago’da bulunan ailesinin yanında geçirmek istemektedir. Ofisten çıkışından itibaren taksisinin bir başkası tarafından tutulmasıyla başlayan şanssızlıklar silsilesi, uçağının hava koşulları sebebiyle başka bir havaalanına inmek zorunda kalmasıyla devam eder. Uçakta yan koltuğuna oturarak ona eşlik edecek kişi ise, taksisini çalan kişinin ta kendisi, banyo perdesi tutacağı satıcısı Del Griffith (John Candy) olur. Wichita’da mahsur kalan Neil, yolculuk boyunca sinirleriyle oynayan Del ile aynı otel odasında kalmak durumunda kalır. İkilinin yaşadıkları zıtlıklardan dolayı sonlandırmaya çalıştıkları iletişimleri, her defasında bir şekilde tekrar doğar ve birbirlerine eşlik ettikleri uzun bir Chicago yolculuğuna dönüşür. Bu yolculuk türlü çatışmaların, ilginç olayların ve sonu gelmeyen talihsizlikler zincirinin de bir başlangıcı olacaktır.
Yazarlığını ve yönetmenliği John Hughes’un yaptığı film, komediyi başarılı karakter çalışmalarıyla derinleştirmesiyle, dönemin tür sinemasından ayrılan bir yapım olmuştur. John Candy’nin iz bırakan performansıyla canlandırılmış Del Griffith, izleyicinin kendi içerisinde kızgınlık ve merhamet duygularını çatıştıran bir karakter olarak ortaya koyulur. Sinir bozucu bir yol arkadaşı olsa da, keskin duygu geçişleri ve defalarca bir yardım meleği gibi belirmesi, Del’in “sonsuz iyi niyet” yakıştırmasına adeta bir gösterge gibidir. Del’den kurtulmak istese de, ona muhtaç kalan ve onun yalnızlığına dayanamayan Neil de kendi içinde aynı çatışmayı defalarca yaşar. Kapitalist düzenin elitist bir temsili olarak beliren Neil karakteri, acımasız olmaya çalışsa da, her seferinde Del’in masumiyetine yenik düşer ve onu yanına alır. İzleyiciye hissettirilenler, karakterlerin davranışlarıyla bütünleşir ve böylece izleyici ile karakterler arasında dengeli bir bağ oluşturulur. Planes, Trains & Automobiles (1987) filmini bu denli özel kılan da, yakalanması zor olan bu dengenin film boyunca hiç bozulmaması olur.
Nostaljik güzelliğini 80’lerin neşeli müziklerinin yanı sıra, teknolojik mahrumiyetin kaçışları zorlaştırdığı bir dönemin tasvirinden alan film, ekonomik sınıf ayrımının canlı temsili olan iki karakterin kesişimini keyifli bir tonda buluşturur. Baş karakterin hayatını mahvetmek üzerine kurgulanmış bir sinematik evrenin, abartılı olaylarla bezenmiş komedik mizanseni, bugünün değerleriyle geçmişi yargılama gafletine düşmeyen bir izleyici için güzel bir gülümseme aracı hâline gelir.
Yönetmen John Hughes’un anlatısı dönemin klasik tür sineması öğeleriyle bezenmiş olsa da, empati duygusuna dair de önemli tanımlamalar yapar. Mizahın derin karakter tasvirleriyle birleştirildiği bu yapım, akıcı senaryosuyla ve eğlenceli olay örgüsüyle birlikte dostluk ve yol teması ekseninde çekildiği dönemi başarıyla yaşatır. Bütün bu hislerin uygun dozlarla harmanlanmış olması da, Planes, Trains & Automobiles’ı yıllar boyu iz bırakacak bir yapım hâline getirir.
Dirty Dancing (Yön. Emile Ardolino, 1987)
Yaz aşkıyla kaygısızca dans etmeyi birleştiren, hem kalp kırıklıklarıyla hem de tanımlanamaz mutluluklarla dolu bir filmden daha nostaljik ne olabilir ki? Dirty Dancing (1987), bunların hepsini harmanlayarak seyirciye hem bol dudak bükmeli, hem de bol gülümsemeli bir deneyim vaat eder; bu da onu açık hava sinemasında izlenmesi çok keyifli bir film kategorisine sokar. Unutulmaz ve popüler film müzikleriyle 60’larda geçse bile 80’ler havası taşıyan filmin (I’ve Had) The Time of My Life şarkısıyla da Oscar’a ve Grammy’e layık görülmesine şaşırmamak gerek. Filmde, liseyi yeni bitirmiş Baby (Jennifer Grey) ve bir tatil yerinde dans eğitmeni olan Johnny (Patrick Swayze)’nin iniş ve çıkışlarla dolu ilişkisi şüphesiz ki dansın ta kendisine benzetilebilir ve iki karakter ancak birbirlerini gerçekten anladıktan sonra kusursuz dans performasını ortaya koyabilirler. Film her ne kadar teknik açıdan ağızları açık bırakmasa da, verdiği tatmin ve inkâr edilemez ruhu onu açık hava sinemasında izlemek için ideal kılar.
Bugün bile birçok tişört üzerinde resimlerini görebileceğimiz adeta ikon hâline dönüşmüş film, aynı zamanda diyaloglarından alıntı yapmaya değer sahnelerle de dolu. Dirty Dancing, izleyiciyi iyi hissettiren bir dans filmi olmanın da ötesinde tarih boyunca süregelen ve günümüzde de devam eden sınıfsal çatışma gibi önemli konulara da dokunur. Bir yanda düzgün ve yasal bir şekilde kürtaj bile yaptıramayan yoksul kesim, diğer yanda da bu kesimin problemlerini anlamaya bile çalışmayan önyargılı zenginler vardır. Baby ve Johnny’nin birbirlerini anlayarak bu problemleri bir nevi aşk ve danslarıyla çözdüğünün ima edilmesi fazla iyimser olsa ve her ne kadar bu sorunlara sığ bir şekilde değinilse de, filmin amacı bir mesaj vermek değil, izleyiciyi eğlendirmek olduğu için bunu başarması izleyiciyi bu noktalarda tatmin eder. Açık hava sineması genelde yazın düzenlendiği için eğlenceli ve nostalji aşılıyor olması önemli etkenlerdir; bu yüzden de geceyi mutlu ve tatmin bir şekilde bitirmek için Dirty Dancing son derece uygun bir filmdir. Filmin unutulmaz performansları ve şarkılarıyla akıllardan çıkmayacak ve herkese de gençliğini hatırlatacak olması kuşkusuzdur.
Jumanji (Yön. Joe Johnston, 1995)
Hepimiz çocukluk yıllarımızda bir dönem mahallemizdeki arkadaşlarımızla ya da çok yakın dostlarımızla odalarımıza kapanıp düşsel bir yolculuğa çıkmak adına yeni yeni oyunlar keşfetmek istemişizdir. Ailelerimizden gizlice yaptığımız bu yolculuk, kimi zaman bizi maceraya kimi zaman ise aramızda sonsuza dek sır olarak saklayacağımız kayıp bir yolculuğa çıkarmıştır.
Filmlerinde bazen can dostumuz olan bazense hayata özgür bir pencereden bakmamızı sağlayan karakterleriyle akıllardan silinmeyecek olan başarılı oyuncu Robin Williams’ın başrolünde oynadığı Jumanji (1995), dingin bir yaz gecesinde bize cezbedici bir teklif sunarak zarları atıp yepyeni ve tehlikeli bir maceranın kapılarını aralamaya davet eder. Daha öncesinde oyunu deneyimlemiş ve oyundan nasibini almış çocukların ondan kaçmak adına derinlere gömdüğü Jumanji, aradan geçen uzun bir zamanın ardından tekrar gömüldüğü yerden gün yüzüne çıkarak Alan’ın elleri arasında yerini bulur. Ayakkabı fabrikasının sahibi varlıklı babasıyla arasında problemleri olan Alan, en yakın kız arkadaşıyla birlikte Jumanji’nin; ‘’Dünyalarını geride bırakmak için bir yol arayanlara.’’ cümlesinin cezbedici etkisine kapılarak zarları yuvarlar. Ancak daha ilk hamleden Alan, oyunun içinde hapsolarak kendini beş ya da sekiz zarı gelene kadar ormanlarda bulur ve yıllar boyunca orada hapsolur. Nesilden nesile aktarılan oyun, yıllar sonra Judy ve Peter adlı iki kardeşin dikkatini çeker. Alan’ı ormandan kurtaramayan ve oyunu yarıda bırakan Sarah’ın aksine oldukça cesaretli olan ve oyunu bitirme odaklı harekete geçen bu iki kardeş, Alan’ın ormandan kurtulmasını sağlayarak onu dünyaya geri getirir. Oyunun devam edebilmesi için bu dörtlü bir araya gelerek zarlarla birlikte kendilerini vahşi ve tehlikeli bir dünyaya doğru sürükler. Bu dünyanın içinde hayatta kalabilmek ve oyunu bitirebilmek için cesaretli olmak, hile yapmamak ve birlikte hareket etmek gerekir.
Çekildiği yapım yılına rağmen bilgisayar efekti sınırlarını aşan ve bizi müthiş bir aksiyon ve maceraya sürükleyen Jumanji, aslında hepimizin çocukluk anılarına dokunarak gerçek ve hayal arasındaki dengeyi fazlasıyla koruyan başarılı bir yapımdır. Gerek sinematografik anlatımı gerekse yıllar geçse de aynı zevkle tekrar tekrar izleyebileceğimiz olay örgüsüyle Jumanji, bu sıcak gecelerde içimizi serinletecek kült bir yapım olarak sinema perdesine yansır.