Zamanın akış hızına bakılırsa pek de uzak bir gelecek değil, 2081. Dünya üzerinde hiçbir eşitsizliğin kalmadığı; aksine, her şeyin kusursuz bir eşitlik üzerine kurulduğu tam bir “distopya”. Eşitlik ile adalet arasındaki ince çizginin, ilki yönünde ağır bastığı böylesi bir dünyaya açılır 2081. Eşitliğin, haksızlıklara dokunan tarafını süsleyerek anlatır; çünkü uzun süreden beri dünya zaten kadın erkek eşitliğine, güçlü güçsüz ayrımının son bulmasına, zengin ile fakir arasındaki uçurumun ortadan kalkmasına hasrettir. Ancak en tehlikeli eşitlik, tüm bunları sağlayan unsurun otonomik bir güç olduğu noktada görülür. Ve 2081 yılı, eşitliğin dengesini bu yönde alaşağı edecek bir yıldır.
Kurt Vonnegut’un meşhur distopik öyküsü Harrison Bergeron’dan uyarlanan film, 212. Anayasa değişikliği sayesinde (!) bir eşitlik düzeninin kurulduğu bir dünyada yönetim gücünün, kitleleri nasıl kontrol ettiğini anlatır. Böylesi bir düzende insanlar tüm farklılıklarını gizlemek zorunda bırakılmıştır. Güzel olanlar, bunu gizlemek için daima maske takarken güçlüler, boyunlarından başlayarak kollarını, bacaklarını birbirine bağlayan cihazlara mahkûmdur. Zeki insanlarsa düşünmelerini engelleyecek şekilde, gece gündüz bir radyo yayınına maruz bırakılır. Kısacası diğerlerinden fazla veya farklı olan hiçbir şeye izin verilmez. Fakat filmin açılış sahnesinde ilk ironi başlar: eşitliğin hangi alanlarda nasıl uygulandığını, tarihçesiyle beraber kısaca anlatan dış ses eşliğinde kadının arkada bulaşık yıkadığı, erkeğin de koltuğunda televizyon izlediği bir giriş sahnesi izleriz. Bu sahne, eşitliğin ne kadar sözde kaldığı ve yalnızca fiziksel, ekonomik ve entelektüel güce hitap ettiğini gösterir. Oysa ne ideolojiler ne de cinsiyet rolleri ortadan kalkmıştır. Keza film boyunca evlerine konuk olduğumuz çiftten kadın karakter, feminen kimlikle özdeşleştirilen “örgü”, “yemek” gibi işlerle meşguldür. Naif konuşmaları boyunca kocasını fazla düşünmemeye, her şeyi unutup boş bir mutluluğa odaklanmaya ikna etmek için uğraşır. Bu da kadına atfedilen “evdeki yatıştırıcı” kimliğinin hangi zaman diliminde olursa olsun değişmediğini gösterir.
Feminist eleştiri ilk sahneyle birlikte başlarken filmin bir diğer temasını gücün temsili oluşturur. Sözde mutlak eşitliğin hâkim olduğu bu distopyada güç, bir tek yönetimin sahip olduğu bir ayrıcalıktır. Ancak Harrison Bergeron adında bir anarşist, her şeyi bir kenara bırakıp yanıltıcı eşitlik vaadine karşı gelir. Bunun üzerine tutuklanan Harrison, hapishaneden kaçar ve halkı kendi yanına çekip gerçekte bir eşitlik olmadığını, sadece yönetimin mutlak gücünün olduğunu göstermek üzere harekete geçer. Anayasadaki değişimi sağlayan ülke yönetimiyse derhal Harrison’ın bulunduğu yerde yakalanmasını ve kendilerine temsil edilmesini emreder. Bunun için Harrison’ın televizyonda yayınlanan fotoğrafı, insanların görmeye alışık olmadığı türden, genç adamın fiziksel gücünü gösterdiği bir karedir. Bu sahne, fiziksel gücü ortaya çıkarmanın cezayla karşılık bulacağına dair bir gözdağıdır aynı zamanda. Elbette bu cezadan yalnızca fiziksel güç değil, standardın dışındaki her türlü farklılık da nasibini alacaktır.
Ne var ki hegemoninin; kendi çıkarlarını uygulayabilmek için kitle iletişim araçlarını, birer kitle yönetim aracı hâline getirmesi de günün sonunda cezasız kalmaz. Harrison, kitlelerin tam da ortasına kendini atarak yönetimi kendi silahıyla vurmayı planlamaktadır. Bunun için ünlü bir bale gösterisinin yapıldığı günü seçer. Gösterinin tam ortasında kendini sahneye atarak tüm halkın gözü önünde elini ayağını bağlayan zincirleri kırar. Bu eylem, mevcut düzene karşı gelmenin ötesinde, dünyayı da zincirlerini kırmaya davet ettiği andır. Daha sonra seyirciye dönerek salonda bir bomba olduğunu, elindeki butonla da onu dilediği zaman patlatabileceğini söyler. Harrison’un ılımlılıkla yaklaşmak yerine saldırgan bir tutumla halkı yanına çağırması, kitleler üzerindeki farklı güç uygulamalarının bir örneğidir.
Bir kitle üzerinde güç iddia etmek veya yaptırım uygulamak, gri renginin pek söz geçiremediği bir alandır. Diğer bir ifadeyle kitleye sunulan teklif “ya hep ya hiç” anlayışına sahip olduğu takdirde yaptırılmak istenen uygulama, taviz vermekten uzaklaşır. Dolayısıyla film boyunca karşımıza çıkan her gücün böyle bir temelle hareket ettiğini görürüz. Harrison da halka orta bir yol sunmak yerine ya canlarını ya da ilkelerini terk etmelerini ister. Daha önce bir seçim hakkı tanınmamış olan halksa bir eylemde bulunmak yerine koltuklarına çivilenmiştir.
Harrison, sonrasında sahnede korkuyla yere sinmiş balerinlerden bir gönüllü ister. Balerinlerin yüzleri maskeyle örtülü olsa da gözlerindeki korku, yönetim hegemonisinin nasıl bir baskı ile insanları sindirdiğini de apaçık sergiler. Bu “sinmişlik” içinden bir balerin, her şeye rağmen ayağa kalkıp Harrison’la işbirliği yapar. Bu noktada maskesini çıkarır, artık özgürlüğünü canı pahasına olsun ilan etmiştir. Sahneye müziğin de girmesiyle birlikte bir dans başlar. Anarşist hareketinin ardından kendini dansa teslim etmesi, özgürlüğe giden yolun ancak insanı farklı ve özgün kılan sanatsal ifade özgürlüğüyle pekişeceğine bir göndermedir. Nitekim mecbur kaldığımız kapitalist çarkın içinde aynılaşmamıza karşın hepimizi bir diğerinden ayıran, ancak sanatsal üretimdeki yaratıcılığımız ve özgünlüğümüzdür.
Harrison, tüm bu hareketinin bedelini canıyla ödeyeceğinin pekâlâ farkındadır. Harrison’ın peşindeki emniyet de bu esnada anarşist bir hareketin ulusa yansımasını, kitlelerin böyle bir şeye tanık olmasını istemez. Bunun için sergi salonundaki kamera yayınlarını aniden keser. Ne var ki Harrison, farkındalık uğruna kendi hayatını riske atarken plansız davranmaz. Onun tasarladığı esas bomba, kitle iletişim araçlarının yayın kontrolüdür. Emniyet, kameraların kapatıldığını düşünürken Harrison, yaşanacak olan her şeyi naklen yayınlamaktadır. Peki bu sahnede gerçekleşecekler, bir devrimin başlangıcı olmaya yetecek midir? Bu sorunun cevabını insanların medyaya olan bağlılığı, bağımlılığı ve ona karşı yozlaştırılmış hassasiyeti verecektir.
Ama esas soru, ucu açık bırakılan bu sahnenin ardından biz izleyicilere bırakılmıştır: Bizlere bir ütopya yaşatacağı vaat edilen uygulamaların ardında bize doğrultulmuş bir silah olabilir mi? Hafızalarımızı kitle iletişim araçlarına teslim ederken nelerin silindiğini, hangi algıların yerleştirildiğini bir kez daha düşünmekte fayda var.