Türk sinema sektörünün övünç kaynakları listesinin üst sıralarında yer alan İstanbul Film Festivali’nin yaklaşık 6 yıldır direktörlüğünü yürüten Kerem Ayan sadece sinemada değil, tiyatroda da kendine yer edinmiş birisi. Yurtdışında Cannes Film Festivali başta olmak üzere farklı festival ve oluşumlarda görev aldıktan sonra Türkiye’ye dönen Ayan, o zamandan beri pek çok oyunda yönetmen ve çevirmen gibi roller üstlenerek sahne arkasında rol aldı. “Süper güçlerini” ilerde daha pek çok alanda ve projede ortaya koymaya devam edeceğine inandığım Kerem Ayan ile tiyatro, sinema ve korona sonrası sanat ekosistemi üzerine konuştuk. Keyifli okumalar!
Korona öncesinde sahnelenen ve ikisinde yönetmen, diğer ikisindeyse çevirmen olarak görev aldığınız oyunlar vardı. Yaşadığımız süreçten öncelikle sizin eserleriniz ve genel olarak “tiyatro” nasıl etkilendi?
Aslında bu süreç tüm planları biraz erteledi. Biz normalde bir sezon daha Zebercet oyununu sergileyebilirdik. Korona’dan sonra durdurduk. Hali hazırda iki tane projem vardı. Hatta birine başlamıştık; prova aşamasındaydık. Salgın hızla yayılmaya başlayınca provaların da bir manası kalmadı. Boşluğa düştük. Tiyatro Festivali bu sene Radyo Tiyatrosu için de kategori açacağız dedi. Benim elimde de zamanında Fransızca’dan Türkçe’ye çevirdiğim Eften Püften Şeyler oyunu vardı. Ancak bahsettiğim eser, normal tiyatroda oynayalım düşüncesiyle çevrilmişti. Belki bununla yolumuza devam ederiz diye tiyatro festivaline katıldık ve oyunumuz kabul edildi. O esnada ben Nejat İşler ile iletişim hâlindeydim. Kendisine görev almak ister misin diye sordum o da kabul etti. Özgür Emre ve arkadaşlarım İştar ile Ülkü’de ekibe dahil oldular. Ortaya çok eğlenceli bir eser çıktı. Tabii normal bir tiyatro oyunu gibi uzun süreli provalara gerek olmuyor. Birbiriyle anlaşma olayı çok önemli. Güzel bir ekiple oyunu seslendirdik. Önümüzdeki sene ya da yakın bir zamanda bu eseri sahnelemek istiyorum.
Tiyatroların kapalı olduğu süreçte gerek sahnelerin gerek devletin izlediği politikaları nasıl buluyorsunuz?
Bir sürü tiyatro kapandı. Birkaç yer ise ayakta duramıyor. Zaten bütün özel tiyatrolar ve bağımsız sinemalar pandemi öncesi de zor durumdalardı. Normal şartlarda olaylar yine böyle seyrediyordu. Destek oldu tabii; ama bu destek ne kadar yeterli oldu bilmiyorum. Tabii ki; biz çok daha örneğin Almanlar, Fransızlar gibi kültürü yoğun bir şekilde destekleyen bir ülke değiliz. Bizim festivalimiz de keza öyle, sponsor destekleri ile ilerliyor. Sponsorlar bir şekilde destek veriyor, ileri yürüyor. Bu nedenle gerçekten, özellikle küçük salonlar için bu süreç çok zorlu geçiyor. Zaten mesela; elli kişilik bir salon en fazla beş kişi alabilir. Büyük salonlar tabii ki daha rahat atlatır bu süreci ama küçük salonlar için gerçekten çok zor bir durum oluşuyor.
Bu süreçte tiyatroyu ve sanatı yaşatmak adına pek çok kampanya yürütüldü. Bunlar ne denli etkili oldu?
Bir şekilde, yani sadece tiyatroda değil; aslında canlı müzik için de aynı şey geçerli. Sahne sanatları diyerek genellemek gerekir. Sahne sanatlarının sahneye ihtiyacı var. Bir şekilde tabii ki hepimiz pandemiye ayak uydurmak zorunda kaldık, zaten evdeyiz. Boş boş otursak delireceğiz. Bu nedenle de bir yolunu bulup bir şeyler yapmak, bir şeyler üretmek faydalı oluyor. Açıkçası belki de ben eski kafalıyım diye düşünüyorum. Ben tiyatro tiyatroda olsun eğilimindeyim; ancak belki de önümüzdeki senelerde yaşayacağımız olaylar tüm bu düşünceleri değiştirecektir, bilemiyorum. Bir şekilde tiyatroyu ekrandan hepimiz seyrettik. Online gösterimler, bunların hiçbiri sahnede canlı izlemenin ve dinlemenin zevkini vermiyor. Ne yazık ki. Sinema için bu geçiş daha kolay çünkü zaten sinemayı bir şekilde ekrandan seyrediyoruz. Belki şu an daha küçük ve daha kalitesiz ekrandan seyretmiş olduk; ama bir şekilde izleyebildik. Tiyatro böyle değil. Tiyatronun filme çekilmesi gerekiyorsa da yani video kaydı vs. çok iyi bir kalitede çekilmesi gerekir. Gerçekten tiyatroya bir reji yapılması gerekiyor; rejinin de tiyatroya göre yapılması gerekiyor. Normal sahneden pat diyerek çekim yapmak asla aynı zevki vermiyor. Tiyatroda en azından neler yaptıklarını, ne kadar iyi oynadıklarını gördük: bu açıdan çok güzel. Ancak insan tabii ki bunları canlı görmek istiyor. Çünkü canlı çok acayip bir şey. Her gün farklı bir oyun, her gün farklı bir performans oluyor. Oyuncunun ruh hâli, seyircinin ruh hâli var. Tiyatronun bu şekilde olması çok değişken ve sihirli bir olgu. Üstelik kendini olayların daha içinde hissediyorsun. Evde öyle bir duygu yok maalesef, sadece ekrana bakıyorsun. Bu nedenle ben ileride ne olacağını bilemiyorum. Bu işler ne olur, nasıl bir yol izlenir. Sinema için de bu geçerli. Örneğin, “Sinema salonları yok olacak mı, hep online etkinliklere mi gideceğiz?” gibi… Bunlar şu anda hâlâ konuşulan konular. Ama dediğim gibi bence sahne sanatlarının bir şekilde gereğinden fazla dijitalleşmesi bana çok zor geliyor. Duygu kaybı oluyor. Bence bir noktada eskiye dönülmesi gerekiyor. O salonun enerjisiyle birlikte bir şey yapmak çok başka bir duygu.
Sizin de bahsettiğiniz üzere, internet ortamına tiyatronun entegre olmaya başladığını görüyoruz. Bunun ne denli sürdürülebilir bir araç olduğunu düşünüyorsunuz? Korona sonrası tiyatro nasıl olacak?
Tabii şu an aşı gelişiyor, çalışmalar var. Büyük ihtimalle, bu sene içinde pandemi süreci bitecektir.En azından ben böyle düşünüyorum. Yaza doğru rahatlayacağız gibi görünüyor. Bu olaylar sonlandığında kimler hâlâ devam etme gücü bulacak bilmiyorum. Kendi mekânları olan yerler bir şekilde daha kolay ayakta durabiliyor; yani kira ödemiyorlarsa daha rahat oluyor. Sinema salonları da keza böyle. Eğer kira ödüyorlarsa zaten durum çok vahim. Özellikle de alışveriş merkezindeki salonlar film oynatmadıkları hâlde kira ödemek zorunda. Devlet: “Sen bu salonu kapatmak zorundasın” dediği zaman kira ödemiyorlar. Böylelikle bu olaya girildi. Bu yüzden kapanma süreci mart ayına kadar uzatıldı. Ama, tiyatrolar tabii ki bu kadar organize değiller. Her tarafta bir sürü küçük küçük tiyatrolar var. Ama öte yandan şöyle bir şey var; dünyayı bir şekilde tamamen mahvettiğimiz için bu virüsten sonra başka bir X virüsü de gelebilir iki sene sonra. Bunu da bilmiyoruz, ne olacağını da bilmiyoruz. Belki hayat artık hep böyle gidecek, hep maskeli dolaşacağız. Böyle bir şey tabii ki istemiyoruz ama yıllarca tüm bilim insanları söyledi: “Arkadaşlar, dünyayı mahvettiniz. Bunun artık geri dönüşü yok.” Şu an artık geri dönüşü olmayan bir yerdeyiz. Eski düzen artık hiç geri dönmeyecek. Alınılması gereken önlem neyse onların yavaş yavaş uygulanmasına başlamak gerek. Şu çok korkunç olur; pandemi bittiği zaman eski yaşamımıza hızlıca dönüyor olmamız çok korkunç sonuçlar doğuracak. Bunu yaşam tarzı açısından söylüyorum. Yine aynı şekilde dünyayı kirletmeye devam etmemeliyiz. Aksi hâlde daha çok fazla felaket görürüz. Seyahatlerimiz, hava kirliliğine sebebiyet vermek ne kadar gerekli bunları da düşünmek lazım. Bir noktadan sonra insan, “Ben düşünüyorum ama başka kimse düşünmüyor.” diye kendini sorguluyor, topluluğa ayak uyduruyor. İnsan tabiatı bu.
Ülkemiz tiyatro rejisörlüğü dalında ne durumda? Sahne arkasında ne kadar güçlüyüz?
Bu sorunun cevabı biraz karışık. Ben bu işe alaylı başladım. Tiyatro okumadım. Kenardan ufak ufak başladım. Bu nedenle genel bir yargı çıkaramayız. Tiyatro seyircisi olarak konuşmak gerekirse; bu işin erbabı günümüzde Almanya. Gerçekten, inanılmaz. O seviyeye ne yazık ki Türkiye’de çok uzaktayız. Bu bir gerçek. Yani Fransa bile şu an Almanya’da yapılan tiyatroya çok uzak. Fransa çok daha klasik tiyatro yapan bir ülke. Klasik bir tiyatro anlayışı ve geçmişleri var. Moliere vs. Tam böyle ağır tiyatro geçmişleri olduğu için orada duruyorlar; ancak bu işin üstadı. İnanılmaz şeyler yapıyorlar. Bizde de ilerliyor. Benim görüşüm bizdeki tiyatroda çok fazla teatral unsurlar var. Bu çok hoşuma gitmiyor. Hani böyle çok düzgün artikülasyon, çok düzgün konuşmalar gerçekten ve gerçek hayattan biraz uzak gibi geliyor. Mesela Shakespeare sahnelerken tabii ki bunlara dikkat etmek zorunlu ama çağdaş oyunlarda bu tutumun devam etmesi bana biraz sahte geliyor. Özellikle; Şatonun Altında (2016-2018) diye bir Machbeth uyarlaması var. İnanılmaz başarılı bir oyundu. Üstelik başrol oyuncuları tiyatro çıkışlı değildi. Çok başarılıydı. Tamamen natürel olmayan bir oyundu; ancak bu özellikle yapılmıştı. Oyunun tarzı böyleydi. Türkiye’nin o sezon görmüş olduğum en enteresan işlerden biriydi. Oyunculuk ve dekor açısından çok yaratıcıydı. Her ülkede var aslında bu. Tabii ki biz ülke olarak zaten Fransa, İngiltere, Almanya gibi o kadar derin ve köklü bir tiyatro geçmişine sahip olmadığımız gibi köklü edebiyat geçmişine de onlar kadar sahip değiliz. Çok daha yeniyiz onlara göre. Shakespeare’ler, Moliere’ler uçmuşken, bizde öyle şeyler olmadı. Sinema için de bu böyle. Sinema kültürü çok eskilere dayanmayan bir ülkeyiz. Bu nedenle yavaş yavaş yetişmeye çalışıyoruz. Bir sürü güzel şey olmaya devam ediyor. Başka ülkelerdeki etkinliklere de vakıf olabiliyoruz.
Festivalcilik konusunda çok önemli bir isim olduğunuzu düşünüyorum. Korona esnasında pek çok festival online olarak yoluna devam etme kararı alırken, bir kısmıysa faaliyetlerine ara verme kararı aldı. İKSV ise bu soruna karma bir çözüm yolu buldu. İstanbul Film Festivali nasıl etkilendi ve kriz sürecini nasıl yönettiniz?
Şöyle ki; biraz avantaja çevirmiş olduk. Biz bu festivali yapamayacağımızı ilk anladığımızda hızlı bir şekilde çevremizi araştırdık. Ben başlarda online bir çalışmaya çok karşıydım. Yani ne gerek var çevrimiçine diye düşünüyordum. Tabii pandemi öncesinden bahsediyorum şu an. Bir süre sonra çevrimiçine muhtaç kalınca hemen bir araştırma yaptık. Diğer ülkeler neler yapıyor bu festival konusunda, nasıl online çalışmalar gerçekleştiriyor diye incelemede bulunduk. Bu süreç henüz pandemi döneminin başlarındaydı. Sonra hemen kendi platformumuzu yaptık. 15 Mayıs tarihiydi. Film gösterimlerine direkt başladık. O süre zarfında zaten evlerde oturuyorduk. Hafta sonu kısıtlamaları vardı. Bir anda bu etkinlik evde bunalan insanlara iyi geldi: Süper, sonunda bir şeyler oluyor diye düşündüler. Oradan aldığımız güvenle Mayıs ve Haziran aylarında gösterimler yaptık. Temmuz’da zaten açık hava gösterimlerimlerimiz oldu çünkü Türk filmleri seyircilerle görüşmek, buluşmak istiyordu. Ortam biraz daha iyileşme gösterdiğinde ekiplerin de bulunduğu gösterimler yaptık. Ekim ayında biraz daha rahatlamıştık; Filmekimi’ni gerçekleştirdik. Salonları kullandık, Kadıköy Sineması’na koltuk aralarında pleksiler yerleştirdik. Daha steril bir ortam hazırladık. Bu şekilde bir sürü insana ulaştık, online olarak da sadece İstanbul değil, tüm Türkiye’ye ulaştık.
Bu süreçte film bulmak biraz daha zor oldu tabii. Bu duruma film şirketleri de alışık değildi. Filmler ellerinden gidecek, bir şey olacak gibi endişeleri oldu. Biliyorsun, çok fazla korsan filmlere meyilli bir ülkeyiz. Tam bu denetimler, ayarlar derken herkesin buna uyum sağlaması zor oldu. Mesela, bazı filmler için, “Hayır, biz kesinlikle online sergilemiyoruz.” dediler; ancak şu anda üstünden birkaç ay geçmesine rağmen filmlerin gösterimini veriyorlar. Anladılar ki bir şekilde para kazanmaları gerekiyor. Filmi gösterebilecekleri yer yok. Filmin görülmesi lazım. Ama bu durum şunu gösteriyor; artık tamamen hibrite doğru gidiyor gibiyiz. Bu salonlar bir şekilde açılsa da; evde film seyretmenin rahatlığını fark eden insanlar oldu. Yani, evde zaten internetten film seyreden insanlardan bahsetmiyorum. Onları geçelim. Onlar zaten biliyorlardı. Özellikle çalışanlar adına çok faydalı oldu. Sabah işe gidiyor, akşam eve geliyor ve yorgun. Zamanında büyük bir hayranlıkla film festivallerini takip ediyor olsa bile işe girdikten sonra vakit bulamıyor. Eve gelip, yemek yiyip dinlendikten sonra filmi açıp, film bitmeden uykusu gelse bile “yarın devam ederim” düşüncesinin rahatlığı var şu an. Bu bir sürü insanı çok rahatlattı. Normale dönülse bile “online gösterimleri bırakmayın”yazan birçok mesaj alıyoruz. Online gösterimler hayatımıza daha şiddetli bir şekilde girmiş oldu.
Online gösterimlere çok büyük bir talep olduğunu gördük. Aslında bu dönem, İKSV’nin düzenlediği festivallere farklı nedenlerle katılamayan pek çoğu için bir avantaja bile dönüştü diyebiliriz. Online gösterimlerin festival doğasına aykırı olduğunu düşünüyor musunuz, yoksa korona sonrası “neo festival” denen ve dijital dünyaya entegrasyonu artan bir anlayış gelecek mi?
Film seyretmeyi gerçekten çok sevenler ve sinefil olanlar var. Onlar zaten koşa koşa sinemaya gidecekler. Biz de koşa koşa festivallere gideceğiz tabii Cannes Festivali’ni çok özledim ben. Berlin’e gideyim istiyorum. Hareket olsun, oradan oraya koşturalım. Bunları özlüyorsun. Ama bunlar insanlarda zaten var ve her zaman olacaktır. Festivaller de bu şekilde ilerleyecekler. Yoksa çok zor. Ama dediğimiz gibi bu kadar da film manyağı olmayıp ama yine de film izlemeyi severim ben diyenler var; onlara da bir şekilde online gösterimler hitap edecek. Belki bir gün vaktim var, ben de gideyim diyecekler. Bence o festivaller tekrardan başladığında salonlar dolacaktır. Bu sene göreceğiz. Berlin Festivali gerçekleştirilemedi ama Cannes belki gerçekleştirilebilir. Mayıs ayında olması gerekiyordu başka tarihe alındı. Temmuz ya da Ağustos olabilir, Cannes mutlaka yapacağım diyor. Yaptığında göreceğiz bakalım ne kadar gidiliyor. Bu duruma göre anlaşılacaktır festivalin akıbeti. Ki zaten, hemen ardından da Venedik Film Festivali var. Geçen sene yapıldı. Biz gidemedik gerçi ama bir sürü insan katıldı. Biz Türkiye’den çıkamıyorduk o tarihlerde. Gayet mesafeli bir şekilde maske ve mesafe yordamıyla gerçekleştirildi. Tabii o kadar sıkıntılı bir durum ki; düşünsene ünlü bir oyuncu ama yüzünde maske takmak zorunda kalıyor. Gözünden tanımak zorunda kalıyoruz, zorlu bir ortam; fakat bir şekilde ilerlemesi gerekiyor. Gerekli destek veriliyor. Öte yandan da Warner Bros, Fox gibi büyük şirketler birkaç ay önce açıklama yaptılar. Beklenen filmleri online çıkartacaklarını söylediler. Bu, sinema salonları açısından çok büyük bir darbe. Bunu nasıl düzenleyecekler? Küçük filmler için belki sorun değil ama asıl soru büyük stüdyo filmleri açısından. Bakalım göreceğiz.
Sinema salonlarının kapanması konusuna sizce biraz fazla mı romantik yaklaşıyoruz? Realistik bakamıyor muyuz? Sinema olması için sinema salonu olmak zorunda mı?
Sinema salonu olmak zorunda. Neden zorunda: sinema hikâyesi bu. Yani, film olacaktır her zaman. Ancak sinemaya gitmek diye bir kavram var. İlk toplu film gösterimi Fransa’daki Grand Cafe’de yapılmıştı. Olay bu aslında. Yani Edison zaten bulmuştu sinemayı, kinetoskop denen o minik aletinde film gösteriyordu. Yoksa gösterimler bir sorun değil. Ama o toplu hâlde seyredilme olayı var ya; sinemada önemli olan bu. Çok romantik olduğunu düşünmüyorum sinema salonlarına yaklaşımı, çok daha optimal şartlarda film seyrediyorsun. 3D, I-MAX… Filmin içine giriyorsun. Yoksa sinema salonları harika böyle kalsınlar diye yaklaşmıyorum. Fakat örneğin Rexx kapandı, onun yerine kültür merkezi yapacaklar. Bu çok korkunç geliyor bana. Madem sinema salonu kapandı yerine sinema salonu açılmalı; çünkü kültür merkezi kimsenin işine yarayan bir şey değil. Her yer başka bir şey olur tabii; ama yazık olur. Bu kültür merkezi, çok amaçlı salon dedikleri şey, hiçbir şeye hizmet etmiyor. Bir şeyin bir şey olması lazım. Mesela eski Süreyya Sineması artık bir opera salonu ve sadece klasik müzik çalacak orada. Uğraşıp didinsen başka bir müzik türü vermiyorlar gösterim için. “Caz konseri yapılsın ne olacak ki?” deniyor, “Hayır.” diye cevap alıyorlar, “Burada sadece klasik müzik çalacak.” Bu radikallik çok iyi bir şey. Burası sinema salonu ve biz burada sinema oynatıyoruz. Buna göre akustiği var, burayı buna göre yaptık. Yani hem sinema hem tiyatro, hem konser veriyor vb. Böyle olunca olmuyor. Ya da olacaksa da inanılmaz büyük paralarla oluyor. Bu da olabilir. Yani öyle bir akustik yaparsın ki; her şeyi göstermen mümkün olur. Bu da çok ama çok büyük paralar gerektiriyor. Ne yazık ki, bizim bağımsız film salonlarında böyle bir teknik yok. Bu nedenle en azından bari kapanan salonların yerine yine aynı formda bir salon inşa edilsin.
İnternet çağı ile film izleme alışkanlıklarımızda değişiklik meydana geldi. Netflix, Blutv, Amazon, Exxen, Puhu Tv, Gain gibi pek çok girişim bizlere farklı alışkanlıklar kazandırdı. Sinema salonlarının geleceği hakkındaki tartışmalar bir tarafta, öde-izle platformları festivalciliği nasıl etkiliyor ve etkileyecek?
Aslında en başından beri bu tutumu anlamsız bulmuştum. Bence, bunlar Netflix filmleri diye festivale almamak süper saçma şeyler. Örneğin Cannes, çok klasik bir festival. Biraz da yönetim açısından çok fazla yeniliğe açık değiller. Çok konservatifler. Şu bile oldu: Kırmızı halıda cep telefonu kullanmak yasak. Herkes hep telefonuyla yaşıyor günümüzde. Ancak Cannes bu filmleri almayınca ve geleneksel yapıyı sürdürünce Venedik Film Festivali devreye girdi. Bu hareket Amerikalıların çok işine yaradı. Öncelikle Cannes Film Festivali’nde bir film çıktığında ve eleştirildiği zaman, Fransız eleştirmenler de hâliyle korkunç oldukları için filmi mahvediyorlar. Cannes, çok köklü bir festival olduğu için filme çok fazla etki ediyor. Ama İtalya, Venedik öyle değil. Adam korkmuyor. Ben Venedik’te çıkarım. Eleştirmen korkum yok. Venedik, Toronto’ya yakın. İkisi birden Oscar’a yakın… Fiyatlar da uygun. Bu nedenle stüdyo: “Ben Cannes’dan filmlerimi çekip, Venedik’e veriyorum.” dedi. Ne oldu? Cannes tabii çok havalı; ancak bu stüdyolara ihtiyacı var. Çünkü Cannes, dünyadaki en büyük, en prestijli festival. Büyük filmler orada olsun istiyorlar. Tamam, filmleri alıyoruz ama yarışma dışı. O da film bu da film. Çok saçma bir mantık. Online platform için yapılmış ya da sinema için yapılmış denilmesi çok saçma. Çevrimiçi platform parasıyla yapılmış filmi salonlarda da oynatmak lazım. Netflix’ de bunu sonradan öğrendi. Başlarda onlar da bilmiyordu ne yapacağını. Netflix, festivallerden çok uzak bir dünya. Ben Netflix ile çalıştığım için bunu biliyorum. Baştaki tavırlarıyla şu anki tavırları çok farklı. Tamamen ticaretten geldikleri için festivallerin önemini bilmiyorlardı. Netflix de şu an bunu kavradı. Artık benim filmim önce Venedik’te çıkar bu bana da reklam oluyor diyor. Ki oluyor da. Eskiden platformlar çok tepkiliydi ama şu an yumuşadılar. Gerçek şu: Bu platformlarda para var. Yani eğer ki sen Martin Scorsese’ye, “Al bu filmi çek, ben sana karışmıyorum.” diyorsan, adam da gider çeker. Çünkü adamın derdi film çekmek. Çok normal bu düzen. Karışmıyorlar, özgürlük tanıyorlar ve de para var. Neden olmasın? Tek dertleri kaliteli film çıksın. Tabii Netflix’in bütün filmleri çok kaliteli demiyorum ama güzel şeyler de çıktı. Marriage Story (2019), Uncut Gems (2019) … Olay olan şeyler bunlar. Kaliteli film çıkarmaları da çok güzel bir şey. Bu şekilde daha da gelişeceklerdir.
Son olarak, Kerem Ayan’ın sanat anlayışını şekillendiren isimler ve içinde “tiyatro” geçen sevdiğiniz 3 film?
Özellikle sana tek bir isim veremem. Ama şu çok önemli; resimde, tiyatroda, sinemada, heykelde sanatın her dalıyla bir şekilde ilgili olmak, çok acayip geliştiriyor insanı. Bir sürü isim olmuştur. Zamanında festivalde izlediğim film olmuştur, okuduğum kitap, tiyatro, oyuncu baya etkilemiştir. Bu nedenle şu isim, onun izindeyim gibi çok fazla bir eşlim yok. Sadece çok sevdiğim filmler, oyunlar kitaplar yazarlar var. İçinde tiyatro geçen film hemen onu söyleyeyim: Birdman (2014) hem tiyatro hem film açısından benim bayıldığım bir film. İkinci olarak Les enfants du Paradis (1946). Hatta geçen gün arkadaşımla hakkında uzun uzun konuştuk (Şenay Aydemir). En sevdiğiniz filmi seçin üzerine konuşalım dedi, ben de bunu seçtim. Adı bile çok özel. Fransa’da tiyatronun en üst katına paradise deniliyor: Cennet. O cennetin çocukları bunlar. Gökyüzüne en yakın yer. Üçüncü balkonun dibi; buraya cennet diyorlar. Üçüncü olarak da La La Land (2016). Son dönemde seyrettiğim en tatlı müzikaldi.
Bora bey merhabalar,
Sinema, Tiyatro, İksv ve Ötesine: Kerem Ayan ile Röportaj isimli yazınızın gün ay ve yıl olarak tam tarihi nedir acaba? Bir makale yazıyorum da kaynakçaya bu bilgileri de koymam lazım.
Şimdiden teşekkür ediyorum.
Saygılarımla.
Merhabalar, 9 Ocak 2021 tarihinde yapılmış bir röportaj. Makaleniz yayınlandıktan sonra paylaşırsanız okumak çok isterim 🙂