Kadim peri masalları her ne kadar yüzyıllardır anlatılagelse de bu masalların sahneye uyarlanan parodileri, toplumsal sorunları dile getirmede özgün bir tür ve üslup olmuştur. Laila Pakalnina’nın kara-mizah türündeki yapımı In the Mirror da nitekim masalların farklı yüzyıllarda farklı kimliklere bürünebileceğini ve hep özgün bir taraf barındırabileceğini gösterir. Siyah beyaz çekimden oluşan görüntülerin tamamı, bir cep telefonu kamerasına yansıyanlardan ibarettir. Pakalnina’nın esas amacı da zaten günümüz selfie akımına bu yolla bir eleştiri getirmektir.
Selfie, Türkçesiyle özçekim, 21. yüzyıl insanının hayatına dâhil olduğu andan itibaren mahremiyet, kişisellik ve kimlik kavramları doğrudan değişmiştir. Selfie ile objektife yansıyan, bireyin tamamen merkezde olduğu ve karedeki diğer tüm elementlerin, onu tamamlar nitelikte kaldığı bir çerçeve oluşturur. Bu manzarada self, yani birey, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde öyle yegâne konuma getirilir ki yansıyan karenin anlattığı tüm hikâye, bireyin bizzat kendisidir aslında. Üstelik yakın çekim, objektifle bireyi fiziksel olarak da yaklaştırdığından sahneyi kurgulayan birey, kontrolün de tamamen kendisinde olduğu hissine kapılır. Böylesi bir yorum, selfie akımını yalnızca bir çekim tekniği olarak değerlendirenlere abartılı gelebilir. Ancak insan evladının ortaya koyduğu her ürün, psikanalitik bir yöne sahiptir. Nedenleri ve hitap ettiği duygular incelendiğinde en basit gibi görünen davranışların, alışkanlıkların bile eksik kalan bir bilinç dışı duyguyu tatmin etme amacı güttüğü ortaya çıkacaktır. Nitekim selfie akımı da modernizmle beraber hızla geçiş yaptığımız ben-merkezli, göreceli bir yaşantıya önemli ölçüde hizmet eder.
Yaygın olarak fotoğrafçılıkta kullanılan selfie, Pakalnina’nın orijinal fikriyle bu kez hareketli görüntülerin, üstelik bir peri masalının ifade biçimi olmuştur. Çağdaş döneme uyarlanmasının dışında kemik olay örgüsünü değiştirmeyen Pakalnina, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalının bir parodisini ortaya çıkarır. Karakterlerin her biri, kendi sıraları geldiğinde cep telefonlarının selfie özelliğiyle doğrudan objektife hitap eder. Ancak bu teknik, önceliğin duygulara ve sahnede gerçekleşenlere değil, yalnızca bireyin sabit ifadelerine odaklanmaktadır. Bu da duyguların ikinci, planda kalmasına neden olur. Filmin başında karısını kaybeden Kral (Lauris Dzelzitis) cenaze sırasında ağlarken gözleri başka hiçbir yere kaymadan kameraya sabitlenmiştir. Arkasından onu teselli etmek için gelip omzuna dokunan tanıdıklarına bakmadan yalnızca teşekkür etmekle yetinir. Acısını bir tek objektifle paylaşır; fakat bu acı da objektif vitrinine sunulmak üzere tasarlanmış bir davranıştır sadece. Yani yas kadar derinden sarsan bir duygu bile filtrelenerek kameraya uyarlanmıştır selfie tekniğinde. Acı, ölüm, kayıp hissi doğal değil, bir tasarım ürünüdür.
Benzer şekilde aşk da mahremiyetini tamamen yitirmiş, ekranlara uyarlanmış ve donuk bakışlara hapsedilmiş bir duygu olarak yansıtılır. Dolaysıyla masal, romantizm akımından çok uzak bir dille, belki realizme veya postmodernizme daha yakın bir zeminde dile getirilmiştir. Bu yüzden de duygusal etkileyiciliği nötrleştirilmiştir. Peki, duygunun olmadığı yerde insan ne kadar anlatılabilir?
Olaylar ilerledikçe temposu azalan ve hatta kimi yerde sıkıcı hâle gelen sahneler, galiba bu sorunun yanıtını vermek üzere bilinçli olarak tasarlanmış. Zira bir süre sonra izleyici, kendini bir anlam arama çabası içinde bulur. Monoton görüntüler, heyecandan uzak ve özellikle donuk bakışlar, sahnede oynana oyunu gerçeklikten uzaklaştırdığı gibi davetkâr da değildir. Ancak bilinçli yapılan bu donukluğun, filmin akıcılığına engel olduğunu da söylemek gerek. Romantizmden uzak bir masal, izleyicinin beklentilerini karşılamadığı gibi tatmin olmuşluk hissi de vermez. Böylelikle Pakalnina, huzursuz bir atmosfer oluşturmuştur.
Her şeye rağmen filmin yakaladığı güzel bir ironi, adı üzerinde aynaların sadece yansıtmaktan ibaret kaldığı ve etkileme amacı gütmediğidir. Selfie tekniğinde de birey, “samimi görünme çabası” içinde objektifi kendi hayatına mümkün olduğunca yaklaştırır. Ancak yansıttığı tek şey vitrine koyduklarıdır. Sansürlenen, tasarımın dışında kalan diğer tüm derinlikler kişinin hayatında da “hiç yokmuş” izlenimi uyandırır. Sonuçta kesilip kırpılmış, yapay ve donuk bir kimlikten başka bir şey kalmaz bireyden geriye. Bu eleştirel yaklaşımla Pakalnina, esas özgünlüğün ve gerçekçiliğin duygusal bir ifadede yer alabileceğini gösterir. Kendimizi kaptırdığımız selfie vitrinlerinin ise görünmesini istediğimiz şeyleri yansıtmaktan öteye gitmeyen, kimsenin duygusal değerlerine de dokunamayan yapay tasarımlardan ibarettir.
Düşük temposu ve görece donuk üslubuyla In the Mirror, hareketli sahnelerin peşinde olanların tercih edeceği türde bir film değil. Ancak özgün bir anlatım ve teknik arıyorsanız muhakkak bu peri masalına bir göz atmalısınız!