Dikkat. Bu yazı filme dair spoiler içerir.
“Biz canavarlar doğa için gerekliyiz.”
-Marquis de Sade, Sodom’un 120 Günü, 1904
Alışık olduğumuz art house filmlerin sinemanın yaygın ve ortak temalarını yoğun olarak işlemeye başlaması, bu sanatın toplumun az bir kesiminin izlediği filmlerden ziyade artık kendi izleyici kitlesini belirlemiş ve onların istekleri doğrultusunda temalar işleyen bir türe dönüşmesine ve kelime anlamını yitirmesine yol açmıştır. Bunu geçtiğimiz yıllarda büyük festivallerin hemen hemen hepsinde, bizim seçili sinema izleyicileri tarafından ilgi gördüğüne inandığımız filmlerin ödüller almasından ve dünya çapında başarı yakalamasından çıkarmak mümkün. Nitekim, hâlen daha küçük kitlelere hitap eden film türleri yok değil.
Ekstremist sinema olarak adlandırdığımız tür işte bu alanlardan biri. Nefesimizi kelimenin tam manasıyla kesen ve insan olarak sınırlarımızı zorlayan; bütün ahlaki yargılarımızı ve toplumsal normlarımızı kerpiçten ipince bir duvar misali yıkmaya ant içmiş filmler hiçbir zaman ana akımın bir parçası ol(a)madılar.
Bu akımı kısmen takip eden David Cronenberg ve David Lynch’in gayrimeşru çocuğu olarak gösterilen Julia Ducournau ise, çıkışını yaptığı Raw filmiyle ustalarının önünde saygıyla eğilirken, külliyatlarına da hadsizce tükürmesiyle kendini kanıtlamıştı. Bu yıl gösterime giren yine Ducournau imzalı Titane ise, hiç kimsenin beklemediği büyük bir sürpriz yaparak, Cannes Film Festivali’nin en prestijli ödülü olan Altin Palmiye’yi kucakladı. Titane’ın Altın Palmiye tarihinde bir ilki başardığı aşikar. Ancak burada sorulması gereken soru şudur: Titane’ın başarısı tesadüf mü, yoksa bildiğimiz sinema değişiyor mu?
Hiçbir başarı tesadüf değildir. Ancak hiçbir olgu, edimsel kimliğinin tarihsel bağlamından bağımsız düşünülemez. “Neden şimdi ve neden bu film? ” sorusunu sormamız açıklayıcı olacaktır. Avrupa sinemasında Michael Haneke, Lars von Trier’nin yükselişi ve devamında Fransa özelinde Gaspar Noé, Bruno Dumont gibi yönetmenlerin çıkış yakalaması, saydığımız meslektaşları ile aynı arka plandan gelen Julia Ducournau’nun benimsediği sinematik kimliğini, yakaladığı başarı kadar sürpriz kılmıyor.
Ekstremist sinema, provokosyonları her daim politik, felsefi ve haddini bilen ulusal sinemaya; görmek ve duymak istemediklerimizi sergileyerek savaş açmıştır [1]. Küfür, porno, yamyamlık, sado-mazoşizm, ensest, işkence, ölüm, tecavüz, kan, salya, tükürük…Sinemanın, insan bedenini ekranda kusursuz yansıtabilme becerisi, Michâlangelo’nun Davut’un parmaklarını bükerek ona kusurlar eklemesi misali; kültürel yıkımın kimlik, dil, ideoloji ve estetik yargıların ölümüne mesken tutması ile duruşunu tescillemiştir. Saydığımız korku elementlerini yansıtması ile anti-estetik ve anti-politik bir yaratı elde edilir. Seyircinin bedeni ile filmin bedeni arasında şekilsiz ve biçimsiz ancak güçlü bir ilişki kurmak, bütün moderniteyi tek bir bedene hapseder. Seyirci ve film arasında samimi bir diyalog kurmak ancak bu şekilde mümkündür. Oturduğumuz koltukta rahatsız olmadıkça ve bir saldırının objesine dönüşmedikçe, estetik ve politiğin tek bir bedende buluşması mümkün değildir.
Titane da söylemini bu eksende kurar. Bir kız çocuğunun kafasındaki titanyum implant ve bir uzaylıyı andıran yara iziyle yaşaması, trans-hümanizm olgusuna dikkat çeker. Saçlarını kazıması, göğüslerini dev bir bant ile bantlaması, kendi burnunu defalarca deneyerek kırması, gözlerini morartması ve erkek kılığına girmesi ise trans-seksüellik ile paralel düşünülebilir. Ortak nokta hepsinin karakterin öz insanlığı ile alakalı olmasıdır. Trans-kadın olmak neredeyse bir robot ya da uzaylı olmak kadar insani değildir toplum için. Kulağımızdan içeri giren metal bir çubuğun bizi gerçekten beyin sıvıları kusturarak öldürüp öldürmeyeceğini bilemeyiz. Ölümün doğal olmadığı kesindir, ancak yapaylığı yaratan ölüm kadar doğum da olabilir. Kurbanlarının canını alan metal çubuk, bir grup seks partisinin ortasında çığlıkları duyulmasın diye ağzına mendil tıkan aynı kişinin kürtaj aracı da olabilir. Güçlü ve katil kadın mitiyle maskulenitenin dehlizleri defalarca deşilir. Erkek kılığına giren kadının, evlat acısı ile yaşayan bir babayı oğlu olduğuna inandırması; yalnızca cinsiyet bükümü diyebileceğimiz kadar basit değildir. Çeşitli ve sonsuz bir beden-ruh tasviridir. İnsan bedeninin bedensizleştirilmesi, ya da bir beden olarak etiketlenemeyecek hale getirilmesi, objenin bedenselleştirilmesine de kapı aralar. Araba üzerinde stripriz yaptıktan sonra aynı araba ile sevişmek ve orgazm olmak… Ben bir bedensem, ve olabilecek en bedensel ve yakın eylem olan seksi bir araba ile yapıyorsam; artık ben bir obje ve araba bir beden olabilir miyiz? Ya da ikisi de değil mi? Peki ya arabadan hamile kalıp, yaşamı vahşice bitirmeye muktedir olan kulak deliğimden gaz yağı damlatıyorsam? Ağlamak ile hüznü akıttığımız gibi, objeleşen beden de korkuyu akıtır, hem de damla damla. Her delik bir taşınım ortamıdır. Egzoz borusu da, kulak deliği de…
Ancak dünya bu kadar ile sınırlı değildir. Sonsuz olmak ile hiç olmak bu ruh araştırmasında aynı yerde durur. Titane, beden ile objenin korku üzerinden kurduğu ilişkide farklı politik-estetik noktalara değinmeye çalışırken, aslında hiçbirine tam olarak değinmez. Yok oluşa ve yıkıma kendimizi tam hazırlamışken, birden kendimizi bir baba ve oğul-kızı arasındaki şefkat ilişkisi ve klişeleşmiş Freudyen travma arasında buluruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ekstremizm termodinamiğin ikinci yasası gibidir: kendi dışındaki her şey onun için dışarıdır ve dışarısı ne yaparsa, o tersini yapar. Bütün bir tekno-kapitalist, endüstriyel ve cinsel mit arasında, aileyi yıkmaması ve yetmezmiş gibi üzerinden duygusal ve romantik bir Meryem Ana analojisi kurması filmin ne yapmak istediğini tam olarak bilmediğinin, hatta daha da kötüsü anlamadığının bir işareti.
Bu yüzden Titane, Cronenberg’in Crash filminin başardığını başaramaz, sorgulatamaz. Sorgulatmaktan kastım soru sordurmak değil, inandırmaktır. Crash’ teki araba kazası ve mazoşizmin, bu eyleme insanın başka bir insana hayalinde dahi kuramayacağı kadar yakınlaştırması, bizi gerçekten bu imkansız korkunçluğun imkânlılığına ve gerçekliğine inandırır. Şu anda ekranda olup bitenler beni azdırıyor mu, ilgi duyuyor muyum, iğreniyor muyum, hoşuma mı gidiyor vb. gibi toplumun yasakladığı soruları sordurduğu anda, Crash yalnızca bir beden-korkusu filmi değil, neredeyse arzu düşüncesinin kutsal kitabıdır. Titane ise izleyicisine bu şoku ve geri dönüşü olmayan farkındalığı yaşatamıyor. Yapay insanlığı temsil eden simgeler, doğal insanlığın çürümüş imgelerini zaman zaman kucaklamaktadır. Baba şefkati arayan kız çocuğunun acının leşini karnında taşıması, politik-estetik inandırıcılığı yitirir. Titane en büyük hatayı, zaman zaman tuzla buz ettiği cam kırıklarını tekrar birleştirmeye zaman harcamasıyla yapmaktadır.Ölümü Doğurmak
Titane’ın yaşattığı tecrübe kesinlikle orijinal ve derinlikli. Deliliğin ve şokun doldurduğu balona iğneyi batırması, seyirciyi soğuk demirin de başına yastık olabileceğine zaman zaman inandırıyor. Dersine iyi çalışmış olması, bu tecrübeyi sinematik olarak da tatmin edici kılıyor. Işıklandırma, görüntü yönetimi ve ses tasarımı neredeyse kusursuz. Titane’ın kurduğu dünyanın nefes alıp verişini sanki başımızı göğsüne koymuşçasına duymak mümkün. Ancak dersine iyi çalışmış olması, Titane’ı iyi öğrenci yapıyor. İyi ve çalışkan öğrenciler öyle veya böyle her daim başarıya ulaşır. Olması gereken ise, önündeki kağıtları buruşturup atarak ne okulu, ne öğretmeni, ne aileyi tanımak olmalıydı. Vaat ettiği provokasyon, bu sorguyu yalnızca küçük bir adım öteye taşıyor. Bu tarzda bir filmin büyük bir başarıya ulaşmasının ise hayra alamet olup olmadığını söylemek zor. Söylemleri cilalayıp parlatıp seyirciye tepside sunmak, kapitalizmin aygıtlarını taklit etmek olur. Nice ölümler nice doğumları kucaklar. Tek bir sonuç kesin: estetik-doğruculuğun karşısında artık dişli bir rakip var.
[1] Horeck, T., & Kendall, T. (2013). The New Extremism in Cinema: From France to Europe. Edinburgh University Press.