Bu yıl 30. Kez düzenlenen Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Belgesel kategorisinde “En İyi Belgesel Film” ödülünü alan Rodakis’i Ararken isimli belgeselin yönetmeni Kerem Soyyılmaz ile filmin yapım aşamasını ve festival yolculuğunu konuştuk. Keyifli okumalar dileriz
Seni 2020 yılında Filmin Tadı isimli podcast programı ile tanımıştık. Lelma&Thuise adlı programımızda sizi konuk etmiştik. O zaman bize evinin zemininde bulduğun bir mezar taşının hikâyesini araştırdığını ve bununla ilgili bir belgesel çekmek istediğini söylemiştin. Yolculuğuna ucundan kıyısından da olsa tanıklık ettiğimiz bu belgeselin Altın Koza’da yarıştığını ve en iyi belgesel ödülüne layık bulunduğunu görmek çok heyecan verici. Nasıl geçti festival süreci? Atmosfer nasıldı? Adana izleyicisini nasıl buldun?
Öncelikle Altın Koza’da olmak çok güzel. Ülkemizin en değerli festivallerinden biri. İlk günden beri her konuda bize yardım eden, destek olan bir ekip var. Hepsine teşekkürler. Evet, sizinle yayın yaptığımızda filmin sonu belli değildi ve ben çekim için hazırlanmaktaydım. Onun üzerine iki yıl daha çalışıp sonunda geçtiğimiz Mart ayında çekimleri bitirdik. Finale kalan diğer filmler ile ilgili çok meraklıydık ve geldiğimizden beri diğer belgeselleri izlemeye çalışıyoruz. Kendi filmimizi de seyirciyle paylaşıp uzun bir soru-cevap yaptık. Bu şekilde izleyici iletişimi bizim için çok öğretici oluyor. Gösterimde işten çıkıp Rodakis’i Ararken’in konusunu ilginç bulup gelen Adanalılar vardı. Lokal izleyicinin kalkıp filme gelmesi ve üzerine bizlerle sohbet etmesi çok değerli. Kendilerine vakit ayırdıkları için teşekkür ederim.
Ödül hakkında neler söylemek istersin, ilk belgeleselin ile Altın Koza almak mükemmel bir duygudur diye düşünüyorum. Neler hissediyorsun? Bekliyor muydun bunu?
Altın Koza uzun bir tarihi olan değerli bir ödül. E tabi ödül almak güzel bir rahatlama duygusu veriyor. Jüri tarafından finaldeki diğer filmlerden daha iyi değerlendirilmek güzel; ancak bizim için anlatmak istediğimiz hikâyenin tanınması ve değerli bulunması çok mutlu edici oldu. İlk uzun metrajımla Altın Koza almak süper bir duygu. Uzun zaman hayal edip, yazıp çizip, üzerine çalıştığım bir projenin ödüllendirilmesi beni çok mutlu etti. Ödül töreni sonrasında hemen ödülümle bir fotoğraf paylaştım.
Gelelim hikâyeye; nasıl başladı, nasıl ilerledi anlatır mısın?
Bu hikâye anneannemin evinin zemininde bulduğumuz bir mezar taşının hikâyesini merak etmemiz üzerine oluştu. Kırım göçmeni olan anne tarafım Trakya’nın İstanbul’a yakın bir köyünden geliyor: İstanbul Çatalca’nın Karacaköy isimli köyü. Burası benim anneannemin doğduğu ev, onun babası da orada doğmuş. Çocukluğumdan beri sık sık gider akrabalarla vakit geçirir, köydeki müzisyen gençlerle görüşür, bahçeden topladığımız şeylerle yemek yaparım. Anneannemin eski evinin zemini yenileniyordu, 2016 senesinin haziran ayıydı. Tesadüfen ben de oradaydım. Hatta geleneksel olarak kahvaltılarda hayalet hikâyeleri konuşuluyordu, böyle eski evlerle ilgili hayalet hikâyeleri uyduran çok olur. Birkaç gün sonra kuzenim Okan “abi odanın zemininden bir taş çıktı” dedi. Üzerinde çok güzel el işlemesi harfler olan ve altında 1887 yazan bir taştı. Üstte Yunan harfleri ve altta 1887. Acaba 1887’de ölen biri miydi? Neden evdeydi? Yani bu taş neyin nesiydi?
Taşın üzerindeki harfleri tabii okuyamıyoruz. Yunan bir arkadaşıma atıp cevap beklerken taş böyle birkaç gün bir köşede bize baktı, bizler de ona baktık. Aramızda konuşmaya başladık, kimdir bu kişi diye. Bir de tabii bildiğimiz “ev” kavramı yıkılıyor bir anda. Burası benim evim diye biliyorum ama bir anda ilginç bir mezar taşı çıkıyor ortaya. Diyorum ki “E bizden önce bu evde Rum birisi mi yaşıyormuş? Ölmüş, sonra da gömülmüş mü?” Bunlara kafa yordukça kendimi bu gizemli mezar taşı ve onun yarattığı dünya içinde buldum. Hemen ardından tercüme gelince de bunun Crysoula isimli bir kadına ait olduğu ve kendisinin 1887’de öldüğünü öğrendik. Bu Türkiye Cumhuriyeti kurulmamış, henüz Osmanlı’nın son ve çalkantılı döneminde ölen biri anlamına geliyor. O zaman bu köy nasıldı, neler oldu ve bu kadın öldü, bu kadının ailesi kim ve neredeler? Böyle bir merak üzerine önce ailem, sonra köylüler, sonra karşıma çıkan farklı karakterlerle görüşmelerim ve taşın izini süre süre sonunda kendimizi Ege’nin karşı kıyısında bulmamızın hikâyesiydi.
Taş ortaya çıkınca iPhone 6+ kullanıyordum, onunla çekmeye başladım. Bulabildiğim kişilerle görüştüm, konuşmalarımızı çektim. Görünen oydu ki hiçbirimizin geçmişe dair iyi bir hafızası yoktu. Bence bu taşla ilgili gibi olsa da aslında bizlerle ilgili bir hikâye olabilirdi. Mezar taşının fotoğrafını Facebook’a koydum, hikâyesini aradığımı duyurdum. Çok etkileşim aldı, baktım ki gerçekten ilgilenenler var. O aşamada bir sosyal medya kampanyasına dönüştü. Teyzelerin, amcaların konuşmalarını çekmiştim, o videoları da yayınladım. Sayfa kalabalıklaşmaya ve Rodakis isimli bir sürü insandan mesaj almaya başladım. Kendim de Rodakis avına çıktım hatta. Araştırma sürerken ben ise bizleri çekmeye başlamıştım.
Bu senin ilk deneyimin değil mi?
Daha önce reklam filmleri çektim, bir tane de kısa filmim var. Açıkçası belgesel yapma hayalim yoktu ve uzun metraj çalışmamıştım. Ama gördüğün -bana göre- çok gizemli olaylar silsilesi beni bu sürece sevketti sanırım.
Danimarka Film Enstitüsü’nün projeyi değerli görüp seçmesi de süreci kolaylaştırdı. Bu arada ben altı yıl her gün çalışmadım, hayatımın paralelinde ilerlettim bu araştırmayı.
Değişik ve heyecanlı bir yolculuk olmuş senin için sanırım.
Alex Proyas’ın Dark City (1998) filminde gibi hissettiğimiz anlar oldu. Yani bizim köyde, bu evde bir şeyler olmuştu; ancak bunları kimse bilmiyordu. Yolculuk tamamen merak üzerineydi, bu yüzden heyecanlıydı, evet. Üstelik arayışın sonu da belli değildi. Tapu arşivlerde bir şey yok, Osmanlı arşivleri yanıt vermiyor. Hafızasızlığımızın nedeni neydi?
Bulduğunuz mezar taşına ilaveten insana dair başka kalıntılar da var mıydı?
Muhtemelen biraz altında kemikler bulacaktık ama kazmak istemedik. O biraz rahatsız edici bir düşünceydi. Altın Koza gösterimi sonrasında izleyicilerden biri bunu sordu, başka bir seyirci de “iyi ki bunu yapmamışsınız, pornografiye gerek yok” dedi. Ki zaten benim için de asıl önemli olan şey bu taşın sembolize ettikleri, veya taş değil de bizdik.
O dönemde buna benzer eve gömülme durumları çokça yaşanmış olabilir. Gösterimlerde, söyleşilerde farklı hikâyeler duydun mu?
Milliyetçiliğin, bölünme korkusunun ve toplumsal kutuplaşmanın arttığı dönemlerde mezar tahribatları ortaya çıkıyor, böylece insanlar evlerini tercih ediyorlar. Diğer bir yandan bizim film özelinde bu taş yer altındayken milyonlarca insan Balkan Savaşları’nda, Dünya Savaşları’nda öldü, sefalet ve korkuyla dolu karanlık dönemlerdi.
Sonra ulus devletler kuruldu. Yeni hikâyelerle yeni kimlikler inşa edildi. Tıpkı Gezi Parkı ve Abbasağa Parkı, ya da bugün Sarıyer’in girişindeki Mezarlık Burnu gibi yerler üzerine yollar, parklar ya da okullar inşa edildi.
Varmak istediğin nokta neydi, veya var mıydı böyle bir nokta?
Son yıllarda Kuzey Avrupa’da trend olan bir gömülme şekli var. Mezarlığın bir alanına ve taşsız şekilde gömülme. Böylece yakınlarınız orada olduğunuzu biliyor; ancak tam olarak nerede olduğunuzu bilmiyor ve bir taş kalıntınız olmuyor. Neden mezar taşları dikeriz diye düşündüm ve kişi öldükten sonra o kişinin yaşamış olduğunu gelecektekilere belirtmek, bir zamanlar var olduğunu anlatmak olduğunu düşündüm. Yani mezar taşı varsa toprak altında kalması mantıksız olacaktı. Böylece bu film benim için gömülü olmaması, insanlarla görüşmesi gereken bir mezar taşının kurtarılması ve bir müzede gelecek nesiller için muhafaza edilmesi anlamına geliyor. Ancak yönetmen olarak bu süreçten bir film yaparkenki amacım kendimize, yani topluma bakmaktı. Film yaşadığımız yer ile tarihsel ilişkimiz ne kadar sağlıklı, neden daha nitelikli bir tarih eğitimi almıyoruz, tek tip toplum gerçekten iyi bir şey midir gibi bir çok soru soruyor. Taşın ailesini bulmak ve taşı ölümsüzleştirmek iki ana amacımdı. İkisini de gerçekleştirdiğim için çok mutluyum. Bu anlamda biraz arkeolojik ve iyi bir amacı olan bir film bence. Filmin ardından kalan ise iki ülkenin bir zamanlar birlikte yaşayan ve bugün aynı melankoliyi taşıyan insanları arasında bir köprü kurma duygusu.
Filmin ana çekimlerini 2021 Ağustos ve 2022 Eylül aylarında İstanbul, Gökçeada ve Selanik’te yaptık. Toplam otuz çekim günü çalıştık. 2022 Kasım’dan geçtiğimiz Mart ayına kadar da post prodüksiyonunu yaptık.
Rodakis’i ararken neler buldun peki? Film süreci sana neler öğretti?
Chrysoula Rodakis genç bir kız. Kim olduğunu, neden öldüğünü ve neden evde gömülü olduğunu filmde öğreniyorsunuz.
Ben bu süreçte evimizin bir zamanlar başka bir ailenin olduğunu, nüfus mübadelesiyle bu ailenin evinden koparıldığını öğrendim. Hazineci grupların tarihi kalıntıları nasıl tahrip ettiklerini, en az yüz elli yıllık bir evin tapu kayıtlarının nasıl elli yıllık olduğunu öğrendim. Bizlerin yaşadığımız yer ile ilişkisinin tarihsel olarak çok sağlıklı olmadığını ve dünyadaki her yerde geçmişte hatalar yapıldığını, önemli olanın bunlarla yüzleşmek olduğunu, inkâr etmenin toplumsal gelişimin önündeki en büyük engel olduğunu öğrendim. Tabii bir de bilmediğimiz bir tarih ile ilgili nasıl hayalet hikâyeleri yarattığımızı filmde sosyolog Tuba Emiroğlu çok güzel anlatıyor.
Süreç içerisinde yaşadığın en yoğun duygu neydi? Çekerken zorlandığınız sahneler oldu mu?
En yoğun duygu sonlara kadar meraktı. Son bölümde ise bir tür “yeniden birleşme” duygusuydu. Devletlerin ayırdığı bir evin iki ailesinin birleşmesiydi. İki yerde çekim yaparken zorlandım:
Bazı yerlere girmek ve çekmek imkansızdı. Buralarda birtakım tekniklerle almamız gerekeni aldık, burada açıklamayalım. Bir de filmin sonundaki taş ile buluşma anı bizi çok zorladı. Ekipçe tüm karakterlerle bir aile olmuştuk ve sondaki buluşmada duyguların çok yükselmesi bizi biraz zorladı. Görüntü yönetmeni Andreas Ascanius’a da bu tür anlardaki performansı için çok teşekkür etmemiz lazım.
Seyircilerden nasıl reaksiyon aldın?
Filmi Mart ayında Selanik Uluslararası Belgesel Film Festivali’nde açtık. Salon dopdoluydu ve film bittiğinde büyük bir alkış aldı. İnsanlar çok duygulanmışlardı ve uzun bir soru-cevap süreci yaşandı. Bir sürü insanın ailelerinin melankolisini taşıması, suyun öte tarafına karşı derin bir özlem duyması Selanik’te bizi çok etkiledi. İstanbul’da Documentarist gösterimi yaptık, orada da katılım çok iyiydi ve yine çok faydalı bir soru-cevap yaşanmıştı. Seyirciyle konuşmak çok sevdiğim, çok öğretici bir şey.
Filmin festival yolculuğunu nasıl gidiyor?
Türkiye prömiyerini Documentarist Belgesel Film Günleri’nde yaptık. Kanada’da bir festivalde finaldeyiz. Los Angeles’da gösterildi. Ekim ayında Midilli adasına gideceğiz
Bir de daha lokal bir gösterim stratejisi üzerinde çalışıyoruz. Çünkü binlerce insanın olduğu mübadil grupları ve buradaki Müslüman, Hristiyan herkesten mesajlar alıyoruz.
Başka projeler var mı aklında?
Bir süredir güncel göç üzerine çalışıyorum. Türkiye’den Avrupa’ya son dönem göç ilgimi çekiyor. Eğitimli insanların Türkiye’den göç etmesi bir yanıyla tabii ki anlaşılabilir; ancak diğer yanıyla niteliksizleşmenin hızlanması anlamına da geliyor. Yeni göçmenlerin Avrupa’da yaşadıkları kültür şoku, sonraki süreçte kendi ülkeleri ve yeni ülkelerinde karşılaştıkları önyargılar ilgimi çekiyor. Danimarka Film Enstitüsü ile görüşmekte ve İstanbul-Kopenhag arası gidip gelen bir film üzerine çalışmaktayız.
Teşekkürler canım <3