Sadece edebiyat alanına değil; aynı zamanda felsefe, tarih, sosyoloji ve görsel sanatlar gibi daha pek çok beşerî bilimde de bir dönüm noktası yaratan Shakespeare, elbette sinema dünyasında da yer edinmiştir. Ancak Shakespeare eserlerini satırlardan beyazperdeye uyarlamak, belki diğer tüm düzyazı eserlerinin uyarlamalarından ari tutulması gereken bir çalışmadır. Zira Shakespeare’i anlamak için insanın derinliklerine inebilmek, bu kavramı en kapsamlı ve ayrıntılı hâliyle kucaklamak, benimsemek, hissetmek gerekir. Çoğu yönetmen ve senarist, bu amaçla Shakespeare eserlerine birebir sadık kalmak koşuluyla görsel alternatifler ortaya koymaya çalışmıştır. Öte yandan daha zorlu bir yolu seçenler, eserlerin özünü alarak yeni karakterlere, olaylara, mekânlara giydirmiş ve Shakespeare izi taşıyan bambaşka eserler sergilemeyi başarmışlardır.
Bu listemizde Shakespeare oyunlarını sahneden beyazperdeye yansıtmak yerine objektifin yaratıcı imbiğinden geçirerek farklı biçimlerde yeniden kurgulayan filmleri inceleyeceğiz. Dikkatli Shakespeare okuyucuları için bir bulmacaya dönüşen bu filmlerden hangisi ‘en özgün Shakespeare’ dersiniz?
The Lion King (1994)
Roger Allers ve Rob Minkoff yapımlı animasyon film, klasik Shakespeare trajedilerinden en ünlüsü Hamlet’in bir yansımasıdır. Film, küçük aslan yavrusu Simba’nın başına gelen talihsiz olaylar ve aslan krallığının başına geçiş sürecini anlatır. Yüzeyde Simba’nın yürek burkan hikâyesi, babasının ölümüyle gerçeklik algısı yavaş yavaş değişen Hamlet’in trajedisiyle paralel ilerler. Simba’nın babası aslan kral Mufasa, kardeşi Scar tarafından öldürülür. Krallığa sahip olmak için kardeşini öldürmeyi göze alan Scar, karşısında Hamlet’in karşılığı olan Simba’yı bulur. Acımasız amcasına karşı gerçekleri ortaya çıkarma ve intikam alma mücadelesi içindeki Simba, yalnız değildir; babasının hayaleti, ona yol gösteren bir kılavuz olarak geri döner. Babasının yardımı sayesinde Simba her ne kadar amcasını alt edip krallığın başına geçse de Shakespeare’in trajik dokunuşundan nasibini alır, izleyiciye buruk bir mutlu son bırakır.
Ran (1985)
Elbette Shakespeare, batı coğrafyasının çok daha ötesine geçerek Uzak Doğu’ya kadar yankılanan bir ses olmuştur. Nitekim Akira Kurosawa’nın 1985 yapımlı filmi Ran da Kral Lear’in bir Japon uyarlaması olarak karşımıza çıkar. Japon feodalitesinde kurulan film, yaşını almış savaşçı Hidetora Ichimonji’yi merkezine alır. Kral Lear’in bir temsili olan lider, tahtını bırakıp ülkesini üç oğlu arasında bölüştürmeye karar verir. Bu durum, kralın oğulları arasında bir güç, erdem, hırs ve sadakat savaşı hâline gelir. Tıpkı Kral Lear gibi Lider Ran de bu süreçte çocuklarının ihanetiyle yüzleşir. Bunun üzerine akıl sağlığını yitirmeye başlayan Ran, deliliğe doğru tırmanan, ikircikli bir yola doğru adım adım ilerler.
Pek çok ortak tema ve olaya rağmen Ran, Shakespeare’in eserinin doğrudan bir adaptasyonu sayılmaz yine de. Buna rağmen Kurosawa, Kral Lear’in benzer bir temsilinin Japon kültürü ve tarihinde nasıl sahnelenebileceğini ustalıkla göstermiştir.
Throne of Blood (1957)
Sadık ve hırslı bir samurai olan Washizu ve eşi Asaji’nin trajik öyküsünü anlatan Throne of Blood, Akira Kurosawa’nın objektifinden yansıyan bir Macbeth uyarlamasıdır. Washizu ve arkadaşı Miki, galip geldikleri savaşın ardından ülkelerine dönmektedirler. Yolda büyülü bir ormandan geçerler ve Washizu, hayatının geri kalanını altüst edecek bir kehaneti öğrenir. Duyduklarının doğruluğunu sorgulamaksızın korku, hırs ve öfkeyle hareket eden Washizu, karısının da telkinleriyle acımasız bir savaşçıya dönüşür. Büyülü orman ve kahin hayalet gibi unsurlarla Macbeth’in doğaüstü atmosferini yakalayan film, Washizu’nun trajik sonuyla da orijinal eseri bütünüyle yansıtır. Bunun yanı sıra Leydi Macbeth’in, kocasını delirmenin eşiğine getiren hırslı kişiliği, Asaji karakterinde yeniden beden bulur. Başrolde Toshiro Mifune’nin güçlü oyunculuğu ise eserin beyazperdede de pekâlâ benzer bir sahne etkisi yaratabileceğini göstermiştir.
My Own Private Idaho (1991)
Shakespeare’in tarih oyunları, trajediler veya problem oyunları kadar karmaşık kurgulara sahip değildir. Ancak bu iki türün özelliklerini tarih bağlamında harmanlayan, zengin bir içerik sunar daima. Nitekim en uzun oyunlarından olan ve iki bölümden oluşan IV. Henry de Falstaff, Prens Henry gibi kompleks karakterlerle bunun bir örneğini teşkil eder. Gus Van Sant’ın yönetmenliğindeki My Own Private Idaho (1991), Shakespeare’in bu zorlu eserini bambaşka bir şekilde yansıtmayı başarabilen nadir uyarlamalardandır.
IV. Henry’nin birinci bölümünde tanıdığımız Prens Hal ve Falstaff arkadaşlığı, filmde uyku yoksunluğu çeken Mike Waters ile serseri arkadaşı Scott üzerinden anlatılır. Ancak Van Sant, Shakespeare’in sıra dışı kalemine yakışır şekilde eserin beyazperde uyarlamasını da geleğin dışında bir anlatımla objektife aktarmıştır. Tıpkı eserde olduğu gibi film de uzun monologlardan oluşur. Özellikle eserde Kral Henry’nin, oğluna duyduğu hayal kırıklığını dile getirdiği meşhur konuşmasının benzerine yer verilmiştir. Modern temalar ve mekânlarla yeniden örülen hikâye, Shakespeare’in usta kurgusunu yirminci yüzyılda yeniden canlandırmıştır bir bakıma.
Falstaff (1965)
Macbeth ve Othello gibi trajediler, Shakespeare’in en çok uyarlanan ve filmleştirilen iki eseri olarak bilinmesine rağmen IV. Henry de sinema dünyasında hatırı sayılır bir yere sahiptir. Eserin unutulmaz ve ikonik karakterlerinden Falstaff, Orson Welles’in yönetmenliğinde başlı başına bir yapımın konusu olmuştur hatta. Ancak bu karakterden yola çıkarak yeniden kurgulanan film, çizgisel bir olay örgüsünün dışına çıkarak Shakespeare’in farklı eserlerini de bir araya getirir. Bu özelliğiyle filmi bir Shakespeare sentezi olarak nitelemek yanlış olmaz. Bu sentezde öncelikle Falstaff karakterinin iç dünyasına yer verir Welles. Bununla birlikte bir baba figürü olarak Prens Hal’i nasıl etkilediği, daha sonra aralarındaki arkadaşlığa nasıl ve neden ihanet ettiği, güçlü bir sinematografiyle işlenmiştir. Shrewsbury Savaşı’na yer verilen sahnelerse bu görsel ustalığın boyutlarını ortaya koyar. Böylelikle Welles, Falstaff karakteriyle birlikte Shakespeare’in eserine yenilikçi bir yaklaşım getirmiştir.
10 Things I Hate About You (1999)
Seattle’daki bir lisede okuyan Stratford kardeşler Kat ve Bianca, aşırı koruyucu babalarıyla birlikte yaşamaktadır. Kardeşlerden iyi huylu ve ılımlı olan Bianca, ancak inatçı ve ‘şirret’ ablası Kat, kendine bir sevgili bulabilirse biriyle flört etme hakkına sahiptir. Ancak Kat’in dillere destan huysuzluğu, kimseyi yanına yanaştırmaz bile. Bir gençlik filmi gibi görünen bu senaryo, Shakespeare’in Türkçeye Hırçın Kız diye çevrilen The Taming of the Shrew adlı oyununun yansımalarını taşır. Shakespeare komedileri; yanlış anlamalar, kılık değiştirmeler, geleneğin dışındaki kadın temsilleri gibi unsurlarla çağdaşlarından ayrılır.
10 Things I Hate About You da izleyiciler için başta klasik komedi filmlerinin dışında beklentilerin yer aldığı, hatta bu nedenle mizojinik olmakla eleştirilen bir yapımdır. Ancak filmi Shakespeare’in eseriyle ilişkilendirdiğimizde esas eleştirinin, ‘kadın’ın objeleştirilmesine yönelik olduğu ortaya çıkar. Nitekim Shakespeare de günümüz değerlendirmelerinde benzer eleştirilere maruz kalmış, eserindeki inatçı Katherina’yı ataerkinin keseriyle yontmakla suçlanmıştır. Fakat hem oyunu hem de filmi, erkek egemen bir düzende kadınların mecbur bırakıldığı ‘yontulma’ sürecinde, ataerkinin beklentilerini karşılamak ve normlarına uygun hâle gelmek için kendi kimliklerinden ne derece feragât ettiklerini gösteren bir kurgu olarak okumaya ne dersiniz?
Prospero’s Books (1991)
Shakespeare’in büyülü bir gerçekçilikle ördüğü The Tempest, günümüz sinematografisinde sanatsal bir imbikten geçerek Prospero’s Books’ta (1991) yeniden kurgulanır. Film, Shakespeare’in eserinin başkahramanlarından Prospero’yu merkezine alır. Ancak geleneksel bir biçem ortaya koyma çabasındansa film, izleyiciye görsel ve işitsel bir izlek sunma kaygısı taşır. Bunun için de İtalyan Rönesans ressamlarının sembolizminden faydalanmıştır.
Film; Milan’ın sürgüne gönderilen dükü Prospero’nun, büyülü bir ada üzerinde tahakküm kurmak amacıyla sihirli güçlerini kullanarak çevresini nasıl manipüle ettiğini anlatır. The Tempest’teki olaylar, esere sadık kalarak verilse de çizgisel bir zaman süreci takip edilmez. Ayrıca dış sesle anlatılan hikâye; müzikal kesitler, dans gösterileri, teatral performanslar gibi unsurla zenginleşerek özgünlük kazanır. Böylelikle yönetmen Peter Greenaway, ortaya edebiyatla birleştirilmiş görsel bir şölen koymuştur.
Rosencrantz and Guildenstern are Dead (1990)
Tom Stoppard’ın aynı adlı oyunundan beyazperdeye yansıyan yapım, bu bakımdan hem Shakespeare uyarlaması bir oyun hem de oyun uyarlaması bir filmdir. Meşhur Hamlet trajedisinin iki talihsiz ulağı Rosencrantz ile Guildenstern, burada alternatif bir dünyanın başkahramanları hâline gelir. Oyuna belli bir ölçüde sadık kalan kurguda Elsinore Kalesi’ne giden ikili, burada varoluşsal temaları bir bir keşfetmeye başlar. Yaşıyorlar mıdır, yoksa ölmüşler midir? Eğer yaşıyorlarsa Shakespeare’in oyununa sadık kalınmamıştır; fakat öldülerse o zaman bu oyunda ne işleri vardır? Hamlet’i, kendi trajedisiyle baş başa bırakıp tüm insanlığa mâl olan bir epistemolojik ve ontolojik trajedinin kapılarını aralayan film, zekice tasarlanmış kurgusu ve izleyiciyi davet eden, neşeli hitabıyla her insanın, aslında kendi hayatının yegâne başkahramanı olduğunu da ortaya koyuyor.