İnsan mı doğa içindir, yoksa doğa mı insanın hizmetindedir? Aristoteles’ten bu yana sorulan ve her politik çerçevede farklı bir anlam edinen bu soru, XVIII. yüzyıla gelindiğinde Rousseau, Hobbes ve John Locke arasında derin bir felsefe tartışmasına dönüşmüştür. Başta Rousseau’nun ortaya koyduğu Toplumsal Sözleşme kuramına göre insan, bağlı olduğu toplumun yöneticisi, yani hükümetle yazılı veya yazısız bir sürerlik sözleşmesi içindedir. Hükümet, bireyin bütünlüğünü ve kişisel haklarını koruduğu müddetçe birey de hükümetine bağlı kalıp onun varlığını sürdürmeye yönelik hizmette bulunacaktır. Ancak hükümetin yerle bir olduğu, toplumsal bütünlüğün dağıldığı, anarşinin hâkim olduğu, “doğa durumu” olarak adlandırılan kaotik bir bağlamda güvenliğin ve emniyetin temin edildiği bir düzen nasıl kurulabilir? Daha da düşündürücüsü, kurulabilir mi?
Bu sorulardan hareketle toplumsal sözleşmenin doğa durumunda mümkün olup olmadığını sorgulayan alternatif apokaliptik senaryolar, bugüne değin pek çok filmin de konusu olmuştur. Doğal durum üzerine kurulu yapımlardan oluşan bu listede Rousseau’nun olumlu yaklaşımına karşıt “İnsan insanın kurdudur,” mantığını öne süren Hobbes’un distopyasına konuk olacağız.
Lord of the Flies (Yön. Harry Hook, 1990)
60’lardaki ilk uyarlamasının ardından Harry Hook yönetmenliğinde 1990 yılında yeniden kameraya alınan eşsiz yapım, William Golding’in aynı adlı eserinden beyazperdeye aktarılmıştır. Geçirdikleri uçak kazası sonucu ıssız bir adaya düşen bir grup çocuk ve genci anlatan film, özellikle en masum olduğunu düşündüğümüz bir kitleyi merceği altına almıştır. Başta tüm gerçekliği bir oyun gibi görüp adanın keyfini çıkarmaya çalışan çocuklar, zamanla yetişkinlerin dünyasını neredeyse birebir, hatta daha acımasız bir soğukkanlılıkla yansıtmaya başlarlar. Grubu oluşturan en güçlüler arasında demokratik bir seçimle yönetici tayin edilir; fakat fiziksel zorbalığın karşısında böylesi bir demokrasinin işlemeyeceği çok geçmeden anlaşılır. Öncelikle adaya, sonra diğer çocuklara, yiyeceğe, aletlere, sığınaklara ve nihayetinde tüm yönetim otoritesine ‘sahip olma’ vurgusu üzerinden insanlığın her ölçekte aynı içgüdüleri taşıdığı, her kaotik koşulda eski düzeni yeniden kurma veya sürdürme eğiliminde olduğu, beklenmedik bir sonla anlatılır.
Children of Men (Yön. Alfonso Cuaron, 2006)
Herhangi bir eserde, medeniyet ve insanlık timsali olarak yansıtılan her unsurun yanına bir soru işareti koymak gerekir. Nitekim Children of Men (2006) de koruyucu, uygar bir İngiltere temsilinin arkasında nasıl bir insanlık dramının işlediğini, dolaylı bir yoldan anlatır. Kadınların artık doğurganlıklarını yitirdiği, dolayısıyla insan soyunun üreyemediği bir distopyada kurulan film, hamile olan mülteci bir kadının sözde kurtuluş yolculuğunu anlatır. Fakat bir umut olarak gösterilen her dayanak, kendini terör örgütlerinin hâkimiyetinde, yolsuzluk kanunlarının geçerli olduğu kontrolsüz güce teslim eder. Bu güçler zehirlenmesi içinde kendini ve karnındaki bebeğini kurtaracağına inandığı kıyıya ulaşmaya çalışan Kee; mültecilerin maruz kaldığı yaşam koşullarını, bu koşulları hangi yasal güçlerin yasa dışı biçimlerde belirlediğini de yolculuğunun her adımında gözler önüne serer. Terörist gruplarla anarşi bağlamını kuran film, bu çerçeve içinde mutlak otoriteye sahip olabilmek için insan hayatının nasıl itibarsızlaştırıldığını, tam da insanlık soyunun tükenme noktasında anlatarak bir ironi de çizer.
Blindness (Yön. Fernando Mierelles, 2008)
Jose Saramago’nun aynı adlı eserinden Fernando Meirelles’nin yönetmenliğinde uyarlanan yapım, açıklanamayan bir göz hastalığı salgını neticesinde kocaman bir kentte beyaz bir körlüğün yayılmasını konu edinir. Salgına yakalanan herkesin görüşünü bembeyaz bir perde kaplar, tespit edilenlerse derhal karantina bölgesi adı altında bir merkeze kapatılır. Bu noktaya kadar her şeyin sıra dışı olayları takip ettiği senaryoda objektif, merkeze alınan insanlara eğildiğinde hepimize tanıdık gelen hiyerarşik düzenin yavaş yavaş yeniden inşa edildiği görülür. İnsanlar; öncelikle yaş ve itibara bağlı bir düzene riayet eder, sonrasında saf güce bağlı bir otoriteye tâbi olmak zorunda kalırlar. Başlangıçta herkes görevliler tarafından aynı muameleyi görürken bu yeni düzenle beraber cinsiyet, yaş, ırk, meslek gibi sıfatlar hayatta kalmaları için tutunabilecekleri tek unsur veya ölümleri için tek yeterli sebep hâline gelir. Blindness (2008), görememe durumu üzerinden herkesin eşit olduğu bir tabloda otorite gücünü elde edenin nasıl bir diktatöre dönüştüğünü en acımasız yönleriyle gösterir.
The Road (Yön. John Hillcoat, 2009)
Her rengin solarak donuk bir griye dönüştüğü, canlılığın dünyadan günbegün çekildiği, yaşamın durma noktasına geldiği post-apokaliptik bir evren tasarlayalım. Her şey böylesine canlılıktan yoksun bir griye bürünmüşken siyah ve beyaz kadar kesin bir duruşla var olabilmek mümkün müdür? Renklerin her sekansta farklı bir metaforu üstlendiği The Road (2009), bir baba ile oğulun, dünyayı altüst etmiş bir kaostan kurtulma umudunu konu edinir. Film boyunca adı belirtilmeyen babayla felaketten sonra dünyaya gelmiş çocuğu, hayatı bambaşka kavramlarla tanımlarlar. Baba için insanlık, bir zamanlar bizzat içinde bulunduğu bir mevcudiyet durumu, idealize edebileceği bir nostaljidir. İnsanlığı yeniden inşa edebileceklerine inanan baba, kendilerinin “iyi insanlar” olduğunu, bu nedenle vahşilerden ayrıldıklarını ve bu onurlarını daima koruyacaklarını öğütler oğluna. Oğlu ise ilk olarak insanlığın yamyamlık, kıyım, vahşetle yüzleştiği bir dünyayı tanımıştır. Onun için iyilik ve kötülük, onurdan önce hayatta kalma mücadelesindeki kurt kanunları tarafından belirlenir. Bir taraftan babasının yolunda ilerlemeye çalışırken diğer yandan karşılaştıklarıçeteler ve duygulardan arınmış insanlarla beraber renklerin keskinliğini sorgulayan çocuk, zamanla babasıyla yollarını ayırmaya meyledecektir. Doğa durumunda salt iyi ve kötünün mümkün olup olmadığını sorgulayan The Road, post-apokaliptik bağlamda hayatta kalma mücadelesinin çok ötesinde, insana dair varoluşsal soruların masaya yatırıldığı, tabiri caizse bir ‘düşünce’ filmidir.
The Book of Eli (Yön. Albert & Allen Hughes, 2010)
Kitleleri yöneten güçler, Louise Althusser tarafından incelenmiş ve fiziksel olanların yanı sıra inanç, devlet kurumları, politik görüşler, aile gibi birtakım topluluklar tarafından oluşturulan “ideolojik devlet aygıtları”nın da yer aldığı ortaya konmuştur. Nitekim din, bu unsurların en yaygınlarından biri olarak karşımıza çıkar. Zira pek çok dinin ön koşulu, kayıtsız şartsız iman, teslimiyet, sorgulamaksızın kabulleniştir. Böylelikle ne kadar büyük olursa olsun her kitle kolaylıkla yönetilebilir, otoritenin istekleri doğrultusunda manipüle edilebilir. Albert ve Allen Hughes yönetmenliğindeki The Book of Eli (2010), Güneş’in kavurduğu apokaliptik bir dünyada güç kavramını farklı katmanlara ayırmıştır. Fiziksel kuvveti ve nitelikli techizatı haiz çetelerin kontrolündeki köyler, despotların emrine kelepçelenmiştir. Yıllardır Amerika’nın ıssızlıklarında bir yerleşim yerine rastlamak için yollarda olan Eli, nihayet bu köylerden birine ulaşır. Ancak yanında taşıdığı İncil nüshası, köyü yöneten çete lideri Carnegie’in dikkatini çekince güç bölünmeleri ve çatışmaları bambaşka bir hâl alır.
Open Grave (Yön. Gonzalo Lopez-Gallego, 2013)
Hepimizin insan olarak ilk nefesimizden itibaren yaptığı, yaşamın bizzat içinden çevreyi anlamlandırmaya çalışmaktır desek yanılmış olmayız. Fakat ya bu süreci tersine çevirip ölümün içinden anlam devşirmeye mecbur kalırsak? Sıra dışı kurgusuyla Open Grave (2013), yaşama ilişkin tüm soruları tersten sorarak ilerlemeye çalışır. Cesetlerle dolu bir çukur içinde uyanan başkahramanımız, oraya kim tarafından nasıl ve ne zaman getirildiğini, dahası, kimliğine ilişkin hiçbir şeyi hatırlamamaktadır. Kendini bir anda içinde bulduğu bu dehşet verici ortamda onun gibi hiçbir şey hatırlamayan bir başka ‘yaşayan’ kişiyle karşılaşır. Birlikte çukurdan kurtularak bir eve ulaşırlar. Burada, dört kişi daha başlarına gelenleri anlamlandırmaya çalışmakta, ancak kim olduklarına dair bir şey hatırlayamamaktadır. Zamanla etraflarında buldukları fotoğraflar, kimlik kartları ve belgeler; bu altı kişinin arasında geçmişten gelen bağları kurmaya başlar. Ancak yerine gelen her hatıra, bu ilişkilerdeki tehlikeli boyutu da ortaya çıkarır: İçlerinde şüpheli bir katil ve suçlular bulunmaktadır. Bu sefer ölülerin çukurunda başlayan dehşet, yaşayanların arasında gezinmektedir. Bu korku imparatorluğunun bilinmezliğinde güven kavramı her adımda yeniden şekillenir. Hafıza kaybı ise bilinenlerle öğrenilenlerin temellerini iyiden iyiye sarsar: Bir anlama erişmek için bilmek mi gerekir, yoksa bilinmezin üzerindeki riskli yolu göze almak mı? Bu sefer bilgiyi elinde bulundurmanın pekâlâ bir zaaf olabileceğini gösteren yapım, doğal durumu hiçliğin ortasına kurmasıyla apokaliptik kurgular arasında özgün bir imzaya sahiptir.
Extinction (Yön. Miguel Angel Vivas, 2015)
Daha klasik apokaliptik kurguları sevenler için 2015 yapımlı Extinction, doğa durumunda dengeyi sağlamış bir toplulukta güçlere bağlı kutuplaşmalarla beraber nasıl yine kaotik bir duruma geçildiğini örnekler. Bu da doğa durumundaki denge hâlinin, güç hâkimiyetinden doğrudan etkilendiğini ortaya koyar. Kuduz benzeri bir hastalıkla yok oluşun eşiğine gelmiş insan ırkı, dünyayı mutant benzeri varlıklara teslim etmek zorunda kalmıştır. Hastalığa yakalanmayan nadir kişilerden Patrick, Jack ve Lu, karlarla örtülü ıssız bir sığınakta gözlerden uzak kalmayı başarmıştır. Ancak kurdukları bu düzen, Patrick ile Jack arasındaki kadim nefrete yenik düşer. İkili arasındaki anlaşmazlık, grubun dağılmasına neden olur ve güçler ayrılığından oluşan bu iki başlılık nedeniyle hayatta kalmak için hasta mutantlara karşı vermeleri gereken mücadele ikiye katlanır. Kurgusu her ne kadar olağanın dışına çıkamasa da Extinction doğa durumunda esas tehlikenin içten mi dıştan mı geleceğini, insanın kaotik bir bağlamda hayatta kalabilmek için önce çekirdek çevresindeki iç dinamiği düzene sokması gerektiğini gerilim dolu bir tempoyla örnekler.
Bird Box (Yön. Susanne Bier, 2018)
Doğrudan fiziksel gücün müdahale ettiği bir kontrol mekanizmasına karşılık yine apokaliptik bir kurguyla bizi karşılayan Bird Box (2018), sistemi korku imparatorluğuyla işletmeyi tercih etmiştir. Film boyunca hiçbir zaman bizzat görmediğimiz gizemli bir varlık, insanların gözlerine temas ettiğinde akıllarını başlarından alarak kendilerini öldürmelerine neden olur. Kimsenin açıklayamadığı bu varlıktan korunmanın tek yolu da gözleri bir bandana ile kapatmak, varlığa asla bakmamaktır. Malorie (Sandra Bullock) ve iki çocuğu, tam beş yıl boyunca bu dünyada hayatta kalmayı başarmış, nihayet telsizle habis varlığın erişemediği arındırılmış bir insan yerleşkesine ulaşmışlardır. Anne ve çocuklar yerleşkeye doğru ölümcül bir yolculuğa çıkarken bizler de artlarında bıraktıkları beş yıl boyunca verdikleri yaşam mücadelesine tanık oluruz. Bu süreçte karar mekanizmasına hâkim bir otorite kurmak için insanların güven duygusunu sömürüşünü, korkuyu kullanarak sahte kimliklerini gizlemelerini, ölüme ve yaşama karar verenin doğa kadar insanların bizzat kendileri olduğu görülür. Bu çerçevede Bird Box; göstermek yerine sezdirerek kurguladığı bir korku unsurunun, hem insanları kontrol edişini hem de gücü eline geçirmek isteyenlerin bu mekanizmadan nasıl faydalandığını gözler önüne serer.
Platform (Yön. Galder Gaztelu-Urrutia, 2019)
Toplum arasında sözde bir eşitlik bağlamı kurmak için ‘platform’ metaforu kullanmak gayet yerinde bir tercih. Zira bir platformun üzerine yerleştirilen herkes aşağıya aynı yükseklikten bakar. Ancak Galder Gaztelu-Urrutia’nın Platform’u (2019), hiyerarşisini sosyoekonomik ve statü temelli, katmanlara ayrılmış çoklu bir sistem üzerine inşa eder. Distopik bir gelecekte geçen filmde insanlığın temel kaynakları neredeyse tükenmiştir. Kendilerini ikişer kişilik özel hapishane hücrelerinde bulan insanlar, belli saat aralıklarında indirilen bir platformun üzerine bırakılmış yiyeceklerle karınlarını doyurur. Ancak platform, daima yukarıdan aşağıya hareket ettiğinden en üstte yer alanlar, yiyeceklerin tamamına erişim sağlayabilirken alta inildikçe platformun üzerinde kalanlar azalır, hatta kimilerine hiç kalmaz. Peki, hangi kişinin daha çok ve kaliteli besleneceğine, kiminse açlıktan yaşamını yitireceğine karar veren kimdir? Bu karar neye göre belirlenmektedir? Zihinleri bir yandan bu sorularla kurcalanırken diğer yandan hücre arkadaşlarıyla yiyecek temelli farklı dost-düşman ilişkileri kuran mahkûmlar, yoksunluk durumunda bırakılan insanın, temel içgüdüleri ile sağduyusu arasında nasıl bir mücadele verdiğini acımasız sonuçlarıyla sergiler.