14 Şubat 2013 tarihinde başlayan ve geçtiğimiz hafta pazar günü İstanbul ayağını noktalayan !f Uluslararası Bağımsız Film Festivali, her yıl olduğu gibi film seçkisiyle festivalseverlerin akınına uğradı. Pek çok filmin galası yapıldı, sinema dünyasında büyük yankı uyandıran filmler bu kez Türkiye’de beyaz perdede seyircinin karşısına çıktı.
Fil’m Yazarları olarak, bu ayki özel dosyamızı !f’e ayırdık ve hem çok sevdiğimiz hem de ilginizi çekeceğini düşündüğümüz filmleri sizlerle paylaşmak istedik. Bizim yazarken aldığımız keyfi sizin de okurken almanızı diliyoruz.
Bar 25: Tage Außerhalb der Zeit (Britta Mischer – Nana Yuriko, Almanya, 2012)
Farklılıkların yok edilmeye çalışıldığı, farklı yaşam tarzlarının, özgürlükçü düşüncelerin tutsak edildiği dönemlerdeyiz artık. Rant için ya da sırf “sesleri yüksek” çıktığı için yerlerinden edilen insanların hikâyelerini artık daha çok duyar olduk. Bar 25: Tage Ausserhalb der Zeit da yine böyle bir hikâyenin belgeseli.
Hayata bakış açıları uyuşan dört genç yetişkinin, Berlin’de Spree nehri yakınında bulunan terk edilmiş bir araziye hayat verişlerini izliyoruz Bar 25’te. İşlettikleri yalnızca bir gece kulübü değil, komün hayatın bütün farklı renklerle güzelleştiği bir yaşam kompleksi aslında. Hayatları boyunca bir daha apartmanda dahi oturamayacaklarını belirten bu dört kahramanımız, yıkılan eski gece kulüplerinden arta kalanlarla Bar 25’i inşa ediyorlar.
Herkesin istediği gibi giyinip dolaşabildiği, yargıların yok olduğu ve eğlencenin sınır tanımadığı bu ütopik dünya, başka bir hayatın mümkün olduğunu gözler önüne seriyor. İş hayatından tutun, kent hayatının yüklediği bitmek bilmez sorumlulukları bir süreliğine kenara bırakarak Berlin’deki çeşitliliğin, kendi deyimleriyle bir mikrokosmosu olan Bar 25’in yedi yılına ve kent hayatının vazgeçilmezi olabilmişken maruz kaldığı tepkilere üzülerek tanık oluyoruz. (Nil Yüce)
Black Pond (Tom Kingsley-Will Sharpe, İngiltere, 2012)
Festivalin Keş!f bölümünün en ilginç filmlerinden biri olan Black Pond, absürdlüğün hüküm sürdüğü trajikomik bir aile filmi, aynı zamanda göstermelik bir cinayet soruşturması.
Black Pond, birbirinden habersiz bir karı-kocanın sönük hayatının karşılarına çıkan saf görünümlü bir adamın etkisiyle değişimini irdeliyor. Adamın saflığı, içtenliği ve sevgiye muhtaçlığıyla ilgi odağı hâline geldiği bu koca ev, köpeklerinin ölümü sebebiyle ailelerinden ayrı yaşayan kız kardeşlerin eve gelişiyle daha da renkleniyor. Eski zamanların utandıran hatıraları, tükenmiş bir ilşkinin tortuları, gündelik yaşamın olabilecek en uç halleri ve daha bir sürü tuhaf an, bir sürü saçma söz…
Black Pond‘un alabildiğine değersizleştirilmiş ana meselesi tüm aile bireylerinin sorumlu tutulduğu bir cinayet, biçimi ise bir cinayetin ardında yatanları araştırıyormuş gibi yapan bir sahte-belgesel hâli. Filmin yönetmen ikilisi, bu cinayet meselesinin ortasına atıp hücrelerine kadar ayırdıkları karakterleriyle oldukça orijinal bir çalışmaya imza atmışlar. Black Pond, her daim ciddiyetsiz ama aynı zamanda derin, insan doğasının garipliğine dair oldukça zengin ve eğlenceli bir analiz çalışması. (Simon Sağlamoğlu)
Consuming Spirits (Christopher Sullivan, ABD, 2012)
İlk düşünceleri on beş yıl önce oluşturulan ve yapım süreci uzun yıllara yayılan Consuming Spirits, cut-out, stop-motion ve siyah-beyaz el çizimi gibi geleneksel tekniklerle oluşturulmuş, hem karanlık hem de göz alıcı bir animasyon.
Beş bölüme ayrılmış bu animasyon, The Daily Suggester isimli bir gazetede çalışan insanların yaşamlarını anlatıyor. Karanlık ve melankolik bir kasabada, kendilerini tüketen ailevi meseleler ve gündelik rutinler ile boğuşan bu insanların hikâyeleri filmin başlarında birbirinden bağımsız parçalar hâlinde görülse de hepsini etkileyen ve tüketen ortak bir geçmiş mevcut. Saklanan ve unutulmaya çalışılan bu geçmişi açığa çıkarıp tükenişin ardında yatanlara, çöküşün başladığı yerlere kadar dokunabilmeye çalışmak ise filmin asıl meselesi.
Consuming Spirits, inanılması güç derecede detaylı karakter tasvirleri ve insanlığın en mahrem, en karanlık noktalarına ulaşmak için çabalayan anlarla dolu. Hikâye katmanlarındaki yoğunluk ve birbirinden farklı tekniklerde üretilmiş görsellerin etkileyici birleşimiyle ortaya çıkan bu animasyon, filmin melankolisi ve uzun süresinin etkisi düşünüldüğünde zorlayıcı bir deneyime dönüşme riskini de barındırıyor. Girift olay örgüsü sebebiyle ilk izleyişte yeterince anlaşılamama ihtimali barındırsa da Consuming Spirits, her izleyişte farklı yanlarının açığa çıkacağı, ıskalanmış detaylarıyla afallatabilecek potansiyele sahip önemli bir çalışma. (Simon Sağlamoğlu)
Jîn (Reha Erdem, Türkiye, 2012)
Jîn, gerilla olan bir kızın hikâyesi üzerinedir. Reha Erdem, Kosmos (2010) filmindeki şiirsel anlatımını, Jîn’le birlikte daha da kuvvetlendirmiş, hatta daha masalsı, daha fabl bir dile dönüştürmüş. Filmin renk tonu, kadrajlar, fotoğraflar ve kullanılan müzikler karşısında etkilenmemek mümkün değil. Şehre inip hasta olan anneannesinin yanına gitmeye çalışan belki de daha çok örgütten kaçmaya çalışan Jîn’in yolda yaşadıklarına tanık olurken yönetmen bize şu soruyu sorduruyor: “Türkiye’nin neresinde yaşıyorsunuz? Hangi enlemde hangi boylamda? ” Merkezine kadın (özellikle ergen dönemde olan) ve ona yönelik eril şiddeti yerleştiren film, Türk-Kürt savaşı hakkında yeni bir yorum ya da söylem getirmese de Jîn’deki masalsı atmosfer kesinlikle göz ardı edilmemeli. (Ceyda Emel Nas)
Laurence Anyways (Xavier Dolan, Kanada, 2012)
– Sizce güzellik önemli midir?
– Hava ciğerleriniz için önemli midir?
Xavier Dolan’ın üçüncü filmi Laurence Anyways ile yine her karesini ayrı ayrı seveceğiniz bir filmle karşı karşıyayız. Bu son filmiyle, Dolan’ın yönetmen kimliğinde olgunlaşmaya başladığını daha çok hissediyoruz.
Konusu kısaca şöyle: Edebiyat öğretmeni Laurence, birlikte yaşadığı sevgilisi Frederique (Fred) ile hayattan aldıkları zevki azaltan şeylerin listesini yapmaktadır. Sınav gözetmenliği yaptığı sırada yaşadığı sıkıntılı dakikalar, Laurence’ı hayatında çok başka bir noktaya götürür. Erkek olarak yıllardır işkence çektiği bedenini, bir kadına dönüşerek ödüllendirecektir.
Xavier Dolan, Fred’le olan ilişkisi farklı bir boyut kazanan Laurence’ın yaşadıklarını anlatırken sosyal faktörleri es geçmeden fakat biraz daha dışarıda bırakarak bu iki insanın ilişkilerinin 10 yılına odaklanmayı tercih etmiş. Görüntüler, arasında çiçek kurutulan, fotoğraf karelerinin yapıştırıldığı günlüklerden alınmış kadar samimi ve nostaljik bir havaya bürünmüş. Yaşanan iniş çıkışların kontrolden çıkmasıyla birbirlerini seven iki insanın hikâyesi, Dolan’ın çarpıcı anlatımıyla hayat buluyor. (Nil Yüce)
Le Magasin des Suicides (Patrice Laconte, Fransa – Kanada – Belçika, 2012)
Fransız yazar, Jean Teulé’nin aynı isimli romanından uyarlanan Le Magasin des Suicides izleyiciye bir kara mizah hikâyesi sunar. Film, yakın gelecekte yaşayan ve bir intihar dükkânı işleten Tuvache ailesinin hikâyesini anlatır. Tuvache’ların dünyası, artık kimsenin yaşamaktan keyif almadığı ve intihar oranlarının oldukça yükseldiği bir dünyadır. Tuvache ailesiyse; bu kirli dünyanın bunalmış insanlarına, çeşitli intihar malzemeleri satarak geçimlerini sağlarlar. İntihar dükkanında yok yoktur. Buraya gelenler, harakiri malzemelerinden zehirli gazlara, darağacından öldürücü iksirlere kadar her şeyi bulabilmektedirler.
Tuvache’lar dükkânlarına gelen kimseye gülümsemez ve iyi temennilerde bulunmazlar. Onların dükkânında her şey kötülük ve karamsarlık üzerine kurulu olarak işler. Ta ki, ailenin küçük çocuğu Alain dünyaya gelene kadar… Alain; ailenin diğer bireylerinin aksine şen şakrak bir çocuktur. Onun neşesi, tüm aileyi rahatsız etmekte ve dahası dükkâna gelenlere yaşam enerjisi vermektedir.
Film, Tuvache ailesinin küçük çocukları Alain’le olan mücadelesini anlatır. Bu mücadelede en aktif rolü alan baba Mishima, ailenin hem en güçlü hem de en zayıf karakteridir. Mishima, işini kaybedeceğinden o kadar korkar ki oğlu Alain’den kurtulmanın yollarını bile düşünür. Oysa bir yandan da, işi onun da canını sıkmaktadır ve çok geçmeden kendisi de intihara kalkışır. Mishima’nın ismi, başarısız darbe girişiminden sonra harakiri yaparak intihar eden ünlü Japon şair ve yönetmen Yukio Mishima’dan gelir. Mishima’nın dizeleri “Düşmek, her çiçeğin kaderinde vardır.” der. Düşenlerin hikâyesini anlatan Le Magasin des Suicides, adeta ölümle dalga geçer ve hayata bağlılığı vurgular. (Hazal Atay)
On the Road (Walter Salles, Fransa – İngiltere – ABD – Brezilya, 2012)
Yarım asırdır, ilk gençliğinde Beat Kuşağı’na gözünü gönlünü kaptırmış herkeslerin; bir yandan filme çekilmesi ihtimaline tüyleri diken diken olarak yaklaştığı, diğer yandan “Biri çıksa da bu külliyat vücuda gelse.” demekten geri duramadığı Yolda, sonunda film oldu. !f’in Galalar kısmında görücüye çıktı.
İçlerindeki yaşama coşkusunu anlatmayı, anlatabilmeyi öğrenmek üzere ‘asla aidiyet duyamayacağı’ evlerden çıkıp, “Bİr yere mi gidiyorsun?” sorusuna “Sadece gidiyorum.” cevabı veren bir grup genç… İkinci Dünya Savaşı’nın küllerinden, Amerika Kıtası’nın payına düşen, yapılması gerekenler listesine riayet edip yeniden doğmak. Henüz kendi biçemini bulamamış, tek bildiği ‘yazmak istediği’ olan anlatıcımız Sal Paradise, esasen, On the Road’un yazarı Jack Kerouac’tan başkası değil. Yaşıt oldukları hâlde, “Bana nasıl yazdığını öğret.” diyen ve onu ustası bellemiş olan deli dolu, enerjisi bitmek bilmeyen Dean Moriarty de Neal Cassady elbette. Kreouac şöyle diyor: “Yol çok hızlıydı, ben de öyle anlattım.” ve kitabının ilk sahifesinde “Neal ve Allen için” diye ekliyor. Ve Allen, Allen Ginsberg bittabi!
Düş gücüyle beden gücünün birbirine denk olamayacağı gerçeğini kabul etmeliyiz. On the Road’un filmini yapan Walter Saller olsa bile böyle bu. Ancak iyi çekilmiş bir yol filminin torpili daim, biz kentsoylu insanların nezdinde heyecan vericiliği bâkidir kanımca. Çünkü kirişi kırmayı başarmışların, yolda başka bir şeye dönüşmelerine tanıklık etmek müthiş bir deneyim. 1947 ile 1951 yılları arasında, düşe kalka, Proust’un Swann’ın Yolu kitabını yol haritası yaparak kendilerine bir biçem/ bir yaşam/ bir anlatı tekniği bulmaya çabalayan gençler; uyuşturucuya, partner eleminasyonu yapmaksızın sevişmelere, arabayı her eyaletin hız sınırını aşacak kadar hızlı kullanmaya tutunuyorlar. “Normal”in yapıbozumunu, kendi canlarını yakarak yeniden kurguluyorlar. En doğudan, en batıya dek. Sadece “yaşamaya, hayatta olmaya ve fişek gibi ışıldamaya” kadeh kaldırarak.
Bu, bir Amerika Kıtası şiiri. “Amerika’yı yeniden keşfetmek” deyimlemesini hayatımıza sokan cüretkâr insanların yol hikâyesi. Amerika Kıtası’nın panaromik bir fotoğrafı. ‘Kafası güzel’ gençlerin, kendilerine yeni bir izlek aramak/bulmak üzere deklanşöre bastıkları; kadrajı sıkça kaydırdıkları, zaman zaman fotoğraf filminin üstüne kustukları, makaralara dolana dolana seviştikleri, izmaritlerle dolu bir fotoğraf.
Kerteriz kitap olmamalı. Koltuklara kurulmalı ve oralarda olmalı. (Tuğçe Güleç)
Reality (Matteo Garrone, İtalya, 2012)
Gomorra (2008) filmi ile uluslararası arenada ses getiren İtalyan yönetmen Matteo Garrone bu kez karşımıza Reality ile çıkıyor. İsminden de anlaşılacağı üzere “reality show”ları odağına alan film, gerçek ile gösteri dünyası arasında kalmış orta yaşlı bir aile babası olan Luciano’nun macerasını anlatmakta. Ülkemizde “Biri Bizi Gözetliyor” ismiyle yayınlanan televizyon şovunun İtalya versiyonuna katılan Luciano, ön elemeleri geçtiğine kesin gözüyle bakar ve yayın tarihini beklemeye koyulur.
Balıkçılık ve ufak tefek yasa dışı yolla para kazanan Luciano’nun hayatı elemelere katıldıktan sonra tamamen değişir. Daha yarışma başlamadan görevliler tarafından izlendiği düşüncesiyle hayatına şekil vermeye başlayan Luciano, televizyon kanalından haber alamadıkça paranoyası artar ve gittikçe gerçeklikle olan bağlantısını yitirmeye başlar.
Film, basit bir çerçeveden gösteri dünyasını eleştiriyor gibi görünse de Garrone her şeyden önce vaad edilenin, umudun birey üstündeki etkisini gösterirken dinsel öğeler kullanıyor. Tüm büyük dinlerde mevcut Tanrı tarafından izlenilme ve yaptığınız eylemlere göre belirlenen cennet bileti Luciano için BBG evine dahil olmaktır. Bu uğurda fakirlere yardım eden onların karnını doyuran ve iyi birine dönüşmeye çalışan Luciano’nun bu trajikomik hikâyesi, !f 2013 kapsamında görülmeye değer filmlerden biri olarak listemizde yerini buluyor. (Oğuz Veli)
Rengaine (Rachid Djaidani, Fransa, 2012)
Kişisel mitologyasına, daha evvel iki tane belgesel ile girizgâh yapmış olan Rachid Djaidani; dokuz yıl çabaladıktan sonra, sonunda ilk uzun metraj kurmaca filmini bitirdi. Bu ‘yüzyıllık yalnızlık’ aslında. Olmadık “ötekileştirmelerin” budalalığı üzerine lirik bir komedya. Başarılı bir ilk film.
Romeo ve Juliet izleğinden yola çıkan yönetmen; tüm hayatını, kimliğini Fransa topraklarında var etmiş bir ‘öteki’ aslında. Ötekileştirmeleri böyle iyi anlatmasına şaşmamalı.
Darcy, Google’da ismi yazıldığında hakkında bir şey çıkmayacak bir Afrikalı. Aktör, zenci , sünnetsiz ve belirsiz. Darcy’nin “Necedir birlikteyiz; artık karım ol istiyorum.” dediği Sabrina; otuz dokuz (evet sayıyla 39) erkek kardeş sahibi Cezayirli bir Müslüman. Bu otuz dokuz erkek kardeşten handiyse otuzu, kız kardeşlerinin “zenci” biriyle evlenmesi ihtimaline feci tepkililer. Filmde de geçtiği gibi; “Sanki onlar sütten çıkmış ak kaşık!”
Hikâyeye tanıklık ettiğimiz 75 dakika boyunca; hem ‘kötü bir şey ha oldu ha olacak’ tedirginliğinde tutuluyoruz, hem de kendi önyargılarımıza yabancılaşıp buzlu kahkahalar atıyoruz.
“Bu öyküleri anlatabilmemizi sağlayan sinemadır. Biz sinemayı çok seviyoruz.” diyen yönetmen; o çok sevdiği anlatma biçemini, sanki onuncu kurmaca filmini çekmişçesine bir ustalıkla kullanıyor. Seyreden görüyor ki; ‘yalnız değiliz’. Ne de güzel bir his!
Keşif bölümündeki bu “remake” keşfi ıskalamayın. Çünkü kendimize gülüp “Ya sabır.” demenin, sinema sevdasıyla bir ilgisi yok mu; kesinlikle var. (Tuğçe Güleç)
Room 237 (Rodney Ascher, ABD, 2012)
The Shining’in yapım yılının üzerinden otuz yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen alt metniyle, set efsaneleriyle, Kubrick ve King arasındaki tartışmalarıyla bugün hâlâ en çok konuşulan, en çok tartışılan filmlerden biri bu korku klasiği. Ancak Room 237 daha önce The Shining’e dair hiçbir şey duymadığınızı düşündürebilecek kadar bol ve karşı konulamaz sunumlar yapıyor size. Kelimenin tam anlamıyla ‘’bir sinefil işi’’ olan belgesel, toplamda dokuz bölümden oluşuyor ve her bölümde filme damgasını vuran ayrı bir konu inceleniyor.
İddialar, hipotezler, döneme dair hikâyeler havada uçuşuyor ve filmin müdavimlerinin yapması gereken tek şey, hayranlık içinde olan biteni izlemek oluyor. !f İstanbul sayesinde bu benzersiz deneyimi her belgesele nasip olmayacak tıklım tıklım bir salonda, benzer şaşkınlık ve onay nidaları eşliğinde izlemek ise yapımla kurduğunuz etkileşimi bir üst seviyeye taşıyor. Filmin fanatikleri için görülmesi elzem olan Room 237’yi, sinema yazarlığına, sanat ve görüntü yönetmenliğine ilgi duyanların da kaçırmaması lazım. (Soner Yıldırım)
Samsara (Ron Fricke, ABD, 2012)
Samsara, kelime anlamıyla kendisini yaşamın her evresinde gösteren bir doğum-ölüm döngüsünü ifade eder: Uykudan uyanan insan, karanlıktan sonra aydınlanan gökyüzü… Budizm inanışına göre dünyevi telaşların huzursuzluğunu taşıyan bu kısır döngü ancak insanın aydınlanmasıyla bitecektir.
Yapımı neredeyse beş seneyi bulan filmde, yönetmen Ron Fricke insanın Samsara sürecindeki tüm varoluş biçimlerini dünyanın çeşitli yerlerinden, birbirinden çarpıcı karelerle sunuyor. Doğadan ve muhtelif mistik, tarihi yerlerden görüntüler seyirciyi sükûnet dolu bir huzurun eşiğine getirirken, modern yaşamın kalabalık, gürültülü mekaniğini gösteren kesitler tüketim toplumu içerisinde robotlaşan insanı ve kapitalizmin yarattığı vahşeti vurgulayarak bireyi güçlü bir iç hesaplaşmayla baş başa bırakıyor. Festivalin özel gösterimler bölümünde yer alan Samsara, herkesin izlemesi ve içindeki gerçeklerle yüzleşmesi gereken bir belgesel.
Sans Soleil (Chris Marker, Fransa, 1983)
Türkçe’de “güneşsiz” anlamını taşıyan Sans Soleil, yönetmeni Chris Marker’ın başyapıtı diyebileceğimiz avantgarde bir belgesel. Marker, Japonya’da başlayıp Afrika’ya kadar uzanan bir yolculuk serüveni özelinde bellek, zaman ve uzam olgularına özgün bir perspektiften yaklaşarak her izleyeninde farklı çağrışımlar yaratacak bir deneyim ortaya koyuyor.
Dünyanın dört tarafını dolaşan bir kameramanın bıraktığı mektupları anlatan dış ses ve ve yine onun gezdiği yerlerdeki gündelik yaşamlara tanık olmamızı sağlayan kareler, sıradanlığın aslında ne denli derin anlamlar taşıyabildiğinin altını çizerken Marker bizi unutma ve hatırlama, geçmiş ve gelecek, bellek ve belleksizlik gibi temel dikotomiler düzleminde izlediğimiz imgelemleri açığa kavuşturma çabamızla baş başa bırakıyor. Festivalin Karanlık&Köşeli bölümünde yer alan 1983 tarihli yapıt, usta yönetmenin anısına da bir saygı duruşu niteliği taşıyor.
Seven Psychopaths (Martin McDonagh, İngiltere, 2012)
Festivalin Galalar bölümünde bu yıl, ünlü oyun yazarı ve yönetmen Martin McDonagh ‘ın Oscar ödüllü Six Shooter ve ilk uzun metrajı In Bruges‘tan sonra üçüncü filmi olan Seven Psychopaths ile buluşuyoruz.
Six Shooter ‘da seyrettiğimiz süregiden – sivrilen çatışmasının bir okuması da Seven Psychopaths‘te var. Bir tarafta kavramlar üzerine kafa patlatılırken bir iradenin kendince yapıp edip bambaşka sonuçlara yol açması, bu kez Amerikan film endüstrisi arka planında renkli bir hikâyeye dönüşüyor.
Kız arkadaşı Kaya’nın evinde, pek farkında olmadığı alkol sorunu eşliğinde yaşayan senaryo yazarı Marty, yeni filmine çalışmaktadır. “Farklı bir şey” peşindedir: Klasik Hollywood kötü adamları gibi tek boyuttan ibaret olmayacak yedi psikopat karakter. Zamanı daralmasına rağmen karakterlerinden ancak birkaçını bulabilmiştir, hikâyesi bile henüz belli değildir. Kaçık kankası Billy, senaryoda Marty ‘ye yardım eder; arada yardımları abartsa da Marty’nin işine yarayacak malzeme çıkar. Ta ki Billy fidye için “iş” ortağı Hans ile birlikte bu kez yanlış adamın köpeğini kaçırana kadar.
Seven Psychopaths, “Hollywood klişelerinden farklı bir şey” klişesi dahil bir çok alışılmışı delip geçen, hareketli bir film. Kendisiyle dalga geçen maskülen anlatım, Woody Harrelson, Colin Farrel, Christopher Walken, Sam Rockwell gibi oyuncularla güçlendirilmiş. Film bu yönüyle Martin McDonagh düşünüşündeki bir yaratı-yaratı süreci ikiliğini, Tarantino unutulmazları tadında bir anlatıyla sunuyor. (Büte Kıraşı)
The Act of Killing (Joshua Oppenheimer, ABD, 2012)
1965 yılında Endonezya’da “komünist” olduğu gerekçesiyle yaklaşık bir milyon insanın katliamından sorumlu olan paramiliter örgütlerin önde gelen infazcıları üzerinden yürüyen bir belgesel The Act of Killing.
Konusu gereği aklımıza gelen klasik arşiv görüntüleri ve söyleşiler dışında bir anlatımla karşı karşıyayız. Yönetmen Joshua Openheimer, infazcılardan “öldürme eylemleri”ni diledikleri türde filmlerden sahnelermişçesine tekrar canlandırmalarını ister. Öldürülen insanlara dair şiddet görüntülerinden çok daha farklı bir deneyimi yaşarız izlerken: Yaptıklarını başta gururla anlatan infazcıların, yaptıklarının gurur duyulacak şeyler olduğuna dair inançlarının zayıflayışı. Figüranlarını bulundukları mahalleden insanlar arasından seçen örgüt üyeleri, figüranların kurmaca olduğunu bildikleri hâlde canlandırdıkları korkunç sahnelerden gerçekten yaşamışlar gibi etkilenmeleri üzerine şaşırırlar.
Sözlü anlatım dışında yapılan böylesi bir faaliyetin onları aslında geçmişleriyle yüzleştirmenin bir şekli olduğunu söylememiz mümkün. Belgeseli etkileyici kılan da bu. Film esnasında yapılan işin “film” ama konusunun tamamen gerçek olması, bizi bu iki hikâye arasında gelgitlere sürüklemesi, yaşanmışlığın şiddetini arttırarak devam ettiriyor. Son olarak The Act of Killing, kahramanlarının yaşadıklarını göstererek bizi insan doğasının karanlık yönlerine dair düşüncelerimizle baş başa bırakıyor. (Nil Yüce)
The Imposter (Bart Layton, İngiltere, 2012)
Amerikalı Nicholas Barclay henüz on üçündeyken kaybolur ve tam ailesi onu tekrar görmekten ümidi kesmişken, üç yıl sonra evine döner. Ancak geçen yıllar Nicholas’ı oldukça değiştirmiş, mavi gözleri kahveye dönmüş, İngilizcesinde ise bir Fransız aksanı baş göstermiştir. Bütün bu fiziksel değişimler yanında ruhen de eski Nicholas’a hiç benzemeyen yeni Nicholas, bu detayları bir an olsun düşünmeyen aile tarafından kucaklanır.
Mağdur bir aile ve onun küçük yaşlarında kaybolan çocuğunun dramını anlatmakla işe başlayan film, odaklandığı trajik olayın yüzeyi altında gömülü kalan sırlar ortaya çıkmaya başladıkça kendini soluksuz izleten bir gerilim filmi olmaya doğru evrilir. Konusunu gerçek bir olaydan alan The Imposter, aralara serpiştirdiği el kamerası çekimleriyle, belgesel tadındaki detaylarıyla oldukça lezzetli bir yapım.
The Sessions (Ben Lewin, ABD, 2012)
Mark O’Brien (John Hawkes) çocukken geçirdiği felç yüzünden boynundaN aşağısını hareket ettirememekte ve gün boyu bakıcıları eşliğinde yatağa bağlı hayatını sürdürmektedir. Tüm engelli yapısına rağmen üniversiteyi bitirmiş, çalışmalarıyla bir çok başarıya imza atmış bir şair olan Mark, duygusal ya da cinsel bir birliktelik yaşayamadığı için bunu önündeki son engel olarak görür. Onun gibilerin cinselliği ve aşkı tatması bu dünyada söz konusu bile değilken o kadınlara âşık olur, reddedilir, üzülür ve şiirler yazar. Mark O’Brien’in filme de ilham olan makalesine baktığımızda ailesi tarafından cinselliğin büyük bir tabu, hatta Mark O’Brien için söz konusu bile edilemeyecek bir konu hâline getirildiğini anlarız. Önceleri cinsellik hakkında düşündüğünde bile oldukça rahatsız olduğunu belirten Mark, Cherly (Helen Hunt) isminde bir “Seks Vekili” sayesinde engelli insanların da cinsel deneyimler yaşayabileceğini öğrenir ve filmimiz başlar.
Tüm dogmalarına karşın kilise papazının da onayını alarak bu yolda ilerlemeyi kafasına koyan Mark’ın duygusal dünyasında çıktığı bu keşifte, cinsellik tabusunu hem fiziksel hem de ahlaki engellerine rağmen aşma çabasını, yer yer eğlenceli yer yer de duygusal bir perspektiften anlatan The Sessions‘ın klasik engelli hikâyelerinden farklı bir tarafı olduğu kesin. (Oğuz Veli)
Uus Maailm (Jaan Totsen, Estonya, 2012)
Talinn’in Uus Maailm mahallesinden bazı gençler, arabaların hakimiyetindeki yollara, git gide azalan kamusal alanlara ve tutucu mahalle insanlarına karşı doğal olarak tepkilidir. Bisiklet aktivisti Erko ve mimarlık öğrencisi Marten’in başını çektiği bu grubun benzer hisleri paylaşan yaşıtlarından farkları ise daha güzel ve yeni bir dünya adına, en azından kendi mahallelerini dönüştürebileceklerine olan inançlarıdır. İki katlı ahşap bir yapıda birlikte yaşayan bu gençler, kiralarını dahi zar zor ödeyebilecek hâldeyken büyük adımlar atarlar. Evlerini ve mahallerini dönüştürmek uğruna resmi kurumlarla, huysuz mahallelilerle ve kimi zaman da kendileriyle mücadele etmek zorunda kalan bu genç insanlar çabaları sonucunda bu evi isteyen herkes tarafından kullanılabilecek bir sosyal alana ve mahallede düzenleyecekleri sokak festivallerinin merkezi hâline getirirler.
Altı yıl boyunca hayatını sürdürebilen bu hareketin kamusal alana dokunuşunu, onu dönüştürebilme gücünü ve benzeri başka hareketler için temel bir örnek hâline gelişini anlatan Uus Maailm, hareketin kendi doğasındaki gücün etkileyiciliğinin arkasına sığınan kuru bir belgesel değil. Uus Maailm’i sıradan bir tanıtım belgeseli olmaktan çıkaran yegâne etken hareketin asıl kişilerinin hayatına girebilmesinde yatıyor. Böylesi kişisel motivasyonlarla ayakta durabilen hareketlerin kırılganlıklarına ve sürecin kaçınılmaz yıpratıcılığına yaptığı vurguyla Uus Maailm’in, ilgiyi hak eden özel bir deneyim olduğunu söyleyebiliriz. (Simon Sağlamoğlu)
Vanishing Waves (Kristina Buozyte, Litvanya, 2012)
Örneklerini çok az gördüğümüz Litvanya Sineması’ndan çıkan “arthouse” görünümlü bir bilimkurgu harikası olan Vanishing Waves için !f İstanbul’un bu yılki en büyük sürprizi diyebiliriz. Kristina Buozyte imzalı yapım, yarattığı evrenle ilk dakikasından son anına kadar izleyiciyi görsel açıdan hipnotize altına alıyor. Sinematografisi ve sanat yönetimiyle ön plana çıkan film, fütüristik tasarımlarıyla ve erotizm dolu sekanslarıyla Kubrick, Bergman, Resnais filmlerinin ustalığında bir zihinsel deneyim yaşatıyor.
Rüya içinde rüya, zihinsel yolculuk, farklı evrenlerin çatışması gibi konuların aksiyon öğesi olarak ele alındığı bir dönemde kendisini popüler kültürden ve aksiyondan tamamen soyutlayıp, psikoloji ve felsefe ağırlıklı bir görsel deneyim hâline gelen filmin on yıl sonra kendi alanında “kült” bir statüye erişeceğini öngörmek zor değil. Popüler sinema izleyicisine, planlarıyla, sahneleriyle ve atmosferiyle kuvvetli bir yabancılaştırma etkisi yaratan filmin yaklaşık dört dakika süren “zihinsel bellekte gece yarısı çırılçıplak kovalama’’ gibi yaratıcı planları unutulacak gibi değil. (Halil İbrahim Sağlam)
We Are Legion: The Story of Hacktivists (Brian Knappenberger, Amerika – İngiltere, 2012)
Günümüzde dünyanın dört bir yanından bilgi paylaşımına olanak tanıyan sosyal medyanın etkisi yalnızca insanları birbirine bağlamakla ya da yeni fikirler sunmakla kalmıyor, siyasal katılımın parçası hâline de getiriyor. Gündemde gelişen olaylara karşı kamuoyu oluşumunda sosyal medyanın etkisi tartışılmaz boyutta. We Are Legion: The Story of Hacktivists, bizi aslında internetin böyle bir amaca hizmet etmesinin başlangıcına doğru bir yolculuğa çıkarıyor. 4chan adlı paylaşım sitesinde herkesin Anonymous (Anonim) rumuzuyla türlü fotoğraflar, karikatürlerle birleştirdikleri esprilerin kullanıcılar arasında hızla yaygınlaşması (ki terminolojik olarak “meme” deniyor) ve belli olaylara tepki olarak da bu “meme”lerin kullanılmasıyla yeni bir mizah anlayışı ve paylaşım şekli doğuyor. Belgesel bunu anlatırken bir yandan da gerçek kişilerle (kimilerinin isimleri yerine internette bilinen rumuzlarıyla) yapılan konuşmalarla, V for Vendetta (2005) filminden ilham alarak doğan Anonymous’ı bize aktarıyor.
Politik olaylara karşı sergilediği duruşuyla Arap Baharı da dahil olmak üzere siyasi tarihe yön veren son olaylarda da rolü olan Anonymous’un zamanla yaşadığı bölünmeler, ekip içerisindeki görüş ayrılıkları da bir bir anlatılıyor. Belgesel her ne kadar Anonymous merkezli olsa da genel olarak internet aktivistlerinin daha faal olan bir varyasyonu olarak nitelendirebileceğimiz “hacktivist”lerin tarihçesine de değiniyor Kendisinden önceki Cult of the Dead Cow ve Electric Disturbance Theater gruplarının yaptığı eylemler, bizzat yürütücülerinin ağzından dinleme fırsatı yakalıyoruz. Bilginin özgürleştirilmesi için hem fiziksel hem de sanal ortamda eylemler gerçekleştiren “hacktivist”leri, kendileri için başlatılan hukuki süreç de dahil olmak üzere kapsamlı bir şekilde görüyoruz. (Nil Yüce)
Zerre (Erdem Tepegöz, 2012)
Daha çok TV dizilerine konu olan alt sınıf hikâyeleri yeni dönem Türk Sineması’nda da ziyadesiyle karşımıza çıkmaya başladı. Zerre de ilk bakışta bu bağırdan gelen örneklerden biri olarak göze çarpsa da yönetmen Erdem Tepegöz, ele aldığı konunun dezavantajlarının farkında ve ne yapmak istediğini bilen bir bakışla, yüzeysel anlamda kanıksanmış bir hikâyeyi bizlere yeni bir pencereden göstermeyi başarıyor. Dahası bizleri, bir adım ötesi ölüme varabilecek insanların arasına karıyor; yalıtılmamış bir gerçeklik duygusu eşliğinde yıkık dökük binaların, tehditkâr sokakların dehlizlerinde dolaştırıyor. Jale Arıkan’ın layıkıyla hayat verdiği Zeynep karakteri üzerinden kurguladığı kan metaforu ise filmin başarısında kilit bir noktada duruyor. Özellikle Zeynep’in burnunun kanadığı sahnelerdeki tetikleyici olaylar final karesiyle bir bütün olarak yorumlandığında, o ana kadar mikro boyutlarda seyreden hikâyenin sayısı azımsanamayacak bir kitleyi yüzümüze vuruşu aklımıza kazınıyor. (Soner Yıldırım)