1960’larda özellikle televizyonun yaygınlaşmasının da etkisiyle stüdyo sisteminin gücünü yitirmesi bağımsız sinemacıların yolunu açmış ve böylece ana akım sinemanın geleneksel anlatı ve sinema kodlarının dışına çıkan filmler yapılmaya başlanmıştır. Aynı yıllarda Avrupa sinemasında dönemin özgürlükçü ve radikal toplumsal, siyasal hareketleri filmlerin konusunu oluştururken ya da filmleri siyasallaştırırken, Amerikan sinemasında bu dönüşüm daha çok biçimsel düzeyde olup, klasik Hollywood sinemasının anlatı kalıplarının yıkılması/parçalanması şeklinde yaşanmıştır. Bu dönem üretilen filmlerin çoğunda görülen ABD’ye eleştirel bir ‘yeniden bakış’ ve seyirciyi ‘pasif izleyici’ konumundan çıkaran sahne geçişleri, montaj teknikleri, deneysel kamera kullanımları, renk unsuru vb. biçimsel konulardaki yenilikçi üslup dikkat çekicidir.
1969 yapımı Midnight Cowboy, önceli The Graduate (1967) ve aynı yıl çekilen Easy Rider (1969) gibi bu harekete ivme kazandıran filmlerdendir. Film, subjektif flashbackleri, renkli ve siyah beyaz görüntüleri, kimi sahnelerde el kamerasıyla çekilen görüntülerle birleştirdiği ‘gerçek’ görüntüleri harmanlayarak hem birbirini izleyen kurgu, görüntünün devamlılığı, dramatik motivasyon, dengeli çerçeveleme, röntgenci nesnelleştirme, karakterlerle özdeşleşme gibi kurallara sıkı sıkıya bağlı geleneksel anlatı üslubunu yapıbozumuna uğratır hem de filmi sıradan bir ‘Amerikan rüyasının yıkılışı’ temalı film olma klişesinden kurtarır.
Bunun yanında filmin toplumsal bir yaraya değinen içeriği ve konuyu ele alış tarzı da yapıldığı dönem göz önüne alındığında en az biçimi kadar yenilikçidir. Film Joe’nun, kısa yoldan zengin olmanın formülü olarak gördüğü jigololuğu yapmak başka bir ifadeyle kendi bireysel ‘Amerikan rüyası’nı gerçekleştirmek üzere Texas’taki küçük kasabasından New York’a gelişini, ardından burada tanıştığı evsiz, dolandırıcı Ratso ile Amerika’nın görünenin ardındaki gerçeğiyle yüzleşmesini konu edinir.
Midnight Cowboy ismi sembolik bir göndermedir esasında. Geceyarısı Kovboyu, geceleri ortaya çıkan kovboy manasına gelir ki New York’ta geceyarısı kovboyları, fahişelerdir. Dolayısıyla şehre jigololuk yapmak üzere gelen Joe Buck karakteriyle, Western türünün yarattığı maço ve baştan aşağı erillikle örülü kovboy imgesi yerle bir edilir. Film bu yönüyle anaakım sinemanın eril mitini yapıbozumuna uğratan en iyi örneklerden olmayı başarır.
Film, Joe’nun Texas’tan NewYork’a otobüs yolculuğuyla başlar. Filmin başında ve sonunda karşımıza çıkan otobüs özünde bir ‘kaçışı, terk edişi, yeni bir başlangıç’ı işaret ettiğini söylemek mümkündür. Joe yolculuk boyunca yer yer arkasında bıraktıklarını kız arkadaşını ve büyük annesini/yuvasını hatırlar. Flashbacklerde kız arkadaşına tecavüz edildiği ve kızın delirdiği görülür. İlerleyen sahnelerde aynı şeyin Joe’nun da başına geldiğini görürüz. Bu cesur sahne filmi zamanına göre oldukça ileri bir yere taşır ve film x rated olarak kabul edilip Oscar alan tek film olarak tarihe geçer. Diğer yandan flashbacklerden büyükannesinin kasabanın fahişesi olduğu ve Joe’nun onun elinde büyüdüğü, babaannesinin sevgilileriyle aynı yatakta yattığı, bir baba figüründen ve aile sıcaklığından yoksun, yalnız bir çocukluk geçirdiği de öğrenilir. Joe tüm bunları arkasında bırakıp yeni bir başlangıç yapmanın, jigololukla kısa yoldan zengin olmanın derdine düşmüştür.
Joe’nun yolculuk esnasında el radyosundan dinlediği bir anonsta filmin asıl derdi olan Amerikan rüyası(!) net biçimde söze dökülür. Radyoda “İdeal erkek nasıl olmalı?” sorusuna kadınlardan gelen “dış görünüşüne önem veren, uzun boylu, nazik, cinsellikten korkmayan, yatakta konuşan, Texaslı bir petrolcü, saldırgan, dışarıda gezmeyi seven, isyankâr” yanıtları karşısında Joe kendinden geçip çığlık atar. NY kollarını açmış Joe’yu beklemektedir(!).
Fakat düşündüğü gibi olmamış, NY macerasında deyim yerindeyse “ava giderken avlanmıştır”. Yattığı kadınlardan para alamadığı gibi cebindekinden de olmuş, son parasını da Ratso’ya kaptırmış ve böylece kaldığı otelden atılmıştır.
NewYork’da vaat edilenin aksine fuhuş (homoseksüel ve heteroseksüel), sefalet, evsizlik, yalnızlık ve dışlanma vardır. Kentin göçmenler, evsizler ve fakirlerden oluşan kısmına yardım etme konusunda toplumun ne kadar vurdumduymaz ve isteksiz olduğu görülür. Joe’ya zengin kadınlarla nasıl irtibata geçip popüler bir jigolo olacağı konusunda yardımcı olacağını söyleyerek önce onu dolandıran sonrasında da gerçekten yardımcı olan Ratso, NY’un görülmek istemeyen yüzünün temsili ve filmdeki diğer önemli karakter olarak karşımıza çıkar. Dustin Hoffman (Ratso) topal, fakir ve dolandırıcı latino göçmen performansıyla adeta Jon Voight’u (Joe) gölgede bırakır. Ratso, sürekli olarak aşağılanır ve görmezden gelinir. Bu en açık biçimde Ratso’nun Joe’yla karşıdan karşıya geçerken arabanın aldırış etmeden üzerine doğru geldiği sahneyle ortaya konur. Toplumun onu yokmuş gibi varsaymasına isyan eden Ratso hafızalara kazınan şu repliği dile getirir : “Hey! I’m walking here! I’m walking here!” (“Hey! Burada yürüyorum! Burada yürüyorum!”) Etrafındakiler tarafından fareyi anımsatan ‘Ratso’ lakabıyla çağırılır, ses tonu, hâli tavrı da bu lakabı doğrular niteliktedir. Ratso hep aşağıların aşağısında, gerisinde veya altındadır; dibe doğru giden Joe bile onu küçümser. Harabeye dönüşmüş bir binada sefaletle boğuşur ve hırsızlıkla/sahtekârlıkla karnını doyurur. Ancak hırsız ve sahtekâr da olsa kendi evinde o Ratso değil Rico’dur ve Rico’nun bütün sefaletine ve hastalığına inat Florida’ya dair bitmez tükenmez hayalleri vardır.
Amerikan rüyasının eksenini oluşturan ‘Amerika’da herkesin eşit ve özgür olduğu’, ‘her bireyin başarı ve zenginlik fırsatını yakalayabildiği’, ‘herşeyin sınırsız ve sonsuz’ bulunduğu miti tersyüz edilir. Özellikle NY kışında harabe evlerinde donarken radyoda çalan ‘Orange Juice on Ice’ şarkısıyla dans ederek ısınmaya çalıştıkları ve sokakta kaldıkları karlı gün tabelada yazan “Steak for everybody, every lunch and diner” yazısının görüldüğü sahnelerde bu durum trajikomik biçimde gözler önüne serilir.
Bir başka açıdan film western mitini alşağı etmesiyle de hafızalara kazınmıştır. Anakarakter Joe kendisine maskülen gibi gelen kovboy kostümünün, kadınları takip etmenin ve sözde maço tavırlarının aslında feminen göründüğünü Ratso’nun uyarısıyla fark eder:“Sana ancak ibneler bakar”. Buna karşılık Joe’nun saf çıkışı onun aslında görünmeye çalıştığının aksine ne kadar naif olduğunu ortaya koyar. “John Wayne! O da mı ibneydi?”. Aynı zamanda bu diyalogla kovboy mitinin parçalandığı ve artık erilliği ifade etmediğinin de altı çizilir.
Film içerik olarak doğrudan siyasal konulara yoğunlaşmaz fakat fonda, yurttaşlık haklarına yönelik eylemler, Vietnam Savaşı’nın yarattığı kayıplar, gelir dağılımındaki adaletsizlik, göçmenlere olan ırkçı tutum gibi konular vurucu bir biçimde, göze sokulmadan dile getirilir.
Gitgide dibe doğru yaklaşan, açlık ve soğuğa karşı mücadele veren ikili işleri yoluna koymaya başlayacak gibi olmuşken Ratso’nun ilerleyen hastalığı devreye girer. Joe ilk defa Ratso’nun isteklerini görür ve Florida hayalini gerçekleştirmek üzere harekete geçer.
Film başladığı gibi yine bir otobüs yolculuğuyla sona erer. Fakat Joe başladığı noktada değildir artık. Amerikan rüyasının neye benzediğini anlar ve onu reddeder. Ratso ise üzerinde palmiye desenli gömleğiyle Florida sınırındayken yanıbaşında ölür. Şoför “her şeyin yolunda” olduğunu söyleyerek yolcuları rahatlatır. Böylece hayatı boyunca görmezden gelinen Ratso ölümünde de yoksayılır.
Aynı yıl çekilen Easy Rider’da olduğu gibi Amerika’da yeni bir başlangıç yapma fikrinin göründüğünden çok daha zor ve bozuk olduğu fikri ortaya konur ve film hiç de iyimser bir biçimde sonlanmaz. Yaşama dair bütün umutların tükendiği gelecek, karanlık ve belirsizdir.