Her ülke sinemasının ardında, kendisine karakter ve kişilik kazandıran bir sinema kültürü vardır. Bu sinema kültürünü oluşturan döngünün içindeki rutinler tanıdıktır: Film izleriz, onu başkalarına izletiriz, başkaları bize başka filmler izletir, bu filmler üzerine konuşuruz, yeni filmler duyarız, yollarını gözleriz, araştırırız bulur, biriktiririz ve hepimiz sinemayı deli gibi severiz. Bu rutinin önemli bir parçası da biz sinemaseverlerin bu aşkına ortak bir toplumsal hafıza yaratabilecek kitle iletişim araçlarıdır: televizyon programları, radyo programları ve dergiler… Birbirini hiç tanımayan ama ortak sevdaları sinema olan onlarca insanın, televizyonda konuşan Atillâ Dorsay’ın ağzından çıkan bir bilgiye aynı gece vâkıf olabilmesine vesile olan araçlardır bunlar. Ya da hiç tanımadığımız insanlarla, aynı sayfaları çevirerek yalayıp yuttuğumuz dergilerin varlığı altında ortak bir sinema hissinin, bilgisinin ve hafızasının parçası olduk. Dergilerde gördüğümüz filmi izlemeye gittiğimiz salonlarda yan yana oturduk, festival kuyruklarında birlikte durduk. Süreli bir yayının takip ettiğimiz bölümleriyle, kaçırdığımız sayılarıyla, biriktirdiğimiz, sakladığımız bu hazinelerle birbirimizi tamamlayan bir birliktelik… Ve şimdi hepimiz, uzun süredir bize eşlik eden bir derginin 12. sayısını kaçırdık.
Yayıncılık tarihimizin en uzun süreli yayınlarından 19 yıllık Sinema dergisinin kapatılmasının üzerinden tam olarak bir yıl geçti. Geçtiğimiz sene 20 Aralık günü, bağlı olduğu medya grubunun el değiştirmesi sonucu, baskıya hazırlanılmış yeni sayısının basılmasına dahi izin verilmeyerek kapatılan dergi, daha önce onlarca örnekte rastladığımız bu malum kaderi uzun süredir ıskalamaktaydı. Aktif olduğu bu zamanlarda Sinema dergisinin ne kadar mühim bir konumda bulunduğundan ve bu tarz yayınların kapanmalarının yeri doldurulamayacak boşluklar yaratacağından bahsetmek, zannediyorum biraz havada kalıyordu. Şimdi kapanmasıyla, ardında bıraktığı manzaraya bakarak yokluğunda piyasanın aldığı vaziyeti değerlendirmek sanırım biraz daha açık olacaktır.
Ülkemizde sinema dergiciliği, yazarlığı ve okurluğunun nereden nereye geldiğine hızlıca bakmak bu noktada faydalı olabilir. Cumhuriyet sonrası dönemde yeni alfabeyle basılan yayınlardan 60’lı yıllardaki yayınlara dek, magazinel haber içerikli ve perdedeki yıldız sistemini besleyen birçok dergi çıktı. İrili ufaklı, yayın hayatı görece uzun sürebilen birçok derginin ardından 1966’da Yeni Sinema yayın hayatına başladı. Sinema dergiciliği için kırılma noktası niteliği taşıyan ve ülkemizde bugün bildiğimiz formundaki sinema yazarlığı mesleğinin temellerini atan Yeni Sinema, Onat Kutlar’ın 1965’te kurduğu Sinematek’in yayın organıydı. Yayın kadrosunda Kutlar, Hüseyin Baş, Jak Şalom, Atillâ Dorsay, Agâh Özgüç, Giovanni Scognamillo ve Sungu Çapan gibi duayen isimlerin yer aldığı yayın, ülkemizde sinema yazarlığı mesleğinin temellerini oluşturdu. İlerleyen yıllarda bu isimlerin ve bu isimlerin yanında yazmaya başlayan yeni kuşakların bizzat oluşturduğu ya da içerisinde yer aldığı bir çok önemli dergi yayınlandı. 70’lerde Yedinci Sanat, sahip olduğu politik bakış açısıyla yayın yaparken, 80’lerde ardından gelen yayınlar da kendilerine ait dillerini korudular ve yollarını çizdiler. Video kaset kültürünün etkilerini gördüğümüz bu dönemde çıkan Videosinema ve Gelişim Sinema gibi dergiler de uzun süre yaşayamadı. Bu döneme kadar bu yayınların karşılaştığı en büyük tehlike genellikle sansürdü. Ancak 80’lerin sonundan itibaren tüm dünyada her alanı etkileyen özelleşme ve tekelleşme süreci medyaya da tesir etti. Dergiler de artık büyük medya organizasyonlarının yayın organlarına dönüştü ve bağlı oldukları güç, mesleğin ehli yayıncıların elinden sermaye sahiplerine geçti. Sansür tehdidi etkisini hiç yitirmese de yayınların ayakta kalabilmeleri için başlıca gereklilik satış rakamları hâline geldi. Bununla birlikte 90’larda yine kısa dönem hayatta kalabilen dergiler daha çok renkli içeriğe yer vermeye başladı.
1994’te Sabah Grubu bünyesinde yayın hayatına başlayan Sinema dergisinin ilk sayıları da bu minvaldeydi; ancak çok geçmeden genel yayın yönetmenliğine Mehmet Açar’ın gelmesiyle sinema yayıncılığımızın bir numaralı ana akım dergisi konumuna geldi. Açar, daha önceki Fransız ekolünü benimseyen dergilerin aksine dergiciliğin geleceğinin İngiliz ekolünde olduğunu öngördü ve bu sayede geniş kitlelere ulaşabilen bir dergi yarattı. Ayın hit filminin ya da sinema olayının kapakta olduğu, renkli sayfalarla bezeli ve her tür sinema okurunun/izleyicisinin doyurucu ve bilgilendirici içeriğe ulaşabildiği bir sinefil dergisi ortaya çıktı. 19 yıl aralıksız yayınına devam eden dergi Senem Erdine, Burçin S. Yalçın, Burcu Aykar, Engin Ertan, Murat Emir Eren, Pınar Tınaz, Kutlukhan Kutlu, Ebru Çeliktuğ ve Müjde Işıl başta olmak üzere bugün sinema yazarlığı yapan hemen hemen her yazara ev sahipliği yaptı. Sahip olduğu bu genç kadro ilerleyen zamanlarda çıkan yeni yayınlarla yayılarak bu kültürü büyüttü.
Sinema yazarlığı tarihimiz boyunca süregelen bu usta-çırak ilişkisinin mesleğe getirdiği en büyük fayda kuşkusuz, yeni yazarlar için yazılarını okuyarak büyüdüğü, kendinden önceki kuşakla aynı mecrada imzasının yer alabildiği; mesleğin püf noktalarını, duruşunu, etiğini, edebini birinci elden ve yerinde öğrenilebildiği bir ortam yaratmasıydı. Belli bir sayfa sayısı ve o sayfalara girebilecek belli sayıda yazarı olan matbu bir yayın, bu sınırlılık ile beraberinde içerik kalitesi de sağlıyordu. Çağımızın günü gecesi internetin en büyük getirisi ise doğası gereği tamamen bağımsız bir yayın imkânı sağlamasıydı kuşkusuz. Son 20 yıldır tüm dünyada blogların yaygınlaşmasıyla birlikte sinema yazınları da kendine bu evrende yer buldu. İnternet üzerinden kişisel bloglar ya da bir araya gelinerek oluşturulan online platformlar aracılığıyla yoğun bir sinema yazını paylaşımı başladı. Bu yolla birçok insana ulaşabilen yetenekli yazarlar kendilerini gösterebilme imkânı bulabildiler. Herkesin yazı yazabilip, okuyucuya ulaşabildiği böyle bir ortamda, mesleğin ne olduğunu ve nasıl yapıldığını gösteren bir dergi görevi de görüyordu Sinema. Onları okuyarak öğrenen ve yazmaya başlayan yeni nesil, artık çok rahat yazı yazabiliyor ve kendine ait bir kitleye ulaştırabiliyordu. Ancak sağladığı tüm avantajlara rağmen bu ulaşan ürünlerin tescil yetkisi doğal olarak blog sahibi bireyin “yayınla” butonuna kalıyordu. Hâl böyle olunca, hazırda ulaşabildiği bir kitle varken yapmak istediği mesleğin içine dâhil olmak üzere çaba sarf etmek yerine bu kitleye karşı sinema yazarcılığı oynamanın çok daha makul gelmesi anlaşılabilir. Son bir yıla kadar yaşayan derginin en büyük görevi de bunun ayrımını göstermesi ve mesleğin meşruiyetini sürdürebilmesiydi. Son bir yıldır internet üzerinden yayın yapan sinema blogları ve platformlarının bu kadar çok duyulmasının sebeplerinden biri de doğal olarak ana akım mecrada yayın yapan bir derginin kalmamasıydı. İnternetin getirdiği kolay ulaşılabilirlik ve hız, beraberinde daha çok filme ulaşabilen ama makaleye, okumaya ve düşünmeye daha az vakit ayırabilen yazarlar getirdi. Sinema yazarının kim olduğu ayrımını sağlayan Sinema dergisinin yokluğundaki bu bir yılda, insanlara ulaşabilmenin verdiği güven, kendine ‘sinema yazarı’ diyebilme cesareti verdi. “Hayır, sen sinema yazarı değilsin,” ya da “hayır, bu yazdığın sinema yazısı değil” diyebilecek bir otoritenin kalmadığı -varsa da diyemediği- bu bir yılda, bir film hakkında her yerde ulaşabileceğimiz bilgilerin arka arkaya sıralandığı ve sonuçta yazarın filmi beğenip beğenmediğini öğrenmenin ulvi tatminiyle ayrıldığımız ‘sinema yazıları’ ortaya çıktı. Bu yazıların yer aldığı platformlar daha hızlı tüketilebilecek çeşitli listeler ile daha fazla okuyucuya ulaştılar ve sonuç olarak son bir yıldır bu tarz yazınları tüketen bir okuyucu kitlesi oluştu. Bir yanda gelişigüzel ‘büyüyen’ bir gişe sektörü, bir yanda sinema tarihinin en verimli örneklerinin ve akımlarının faal olduğu dünya sineması varken, sinemayı, sinema yazarlığını ve sinema okurluğunu tartışmak yerine kimin hangi filmi beğendiği/beğenmediği ve buna göre saf alınarak ‘sıralanan’ filmlerden ibaret tartışmaların döndüğü bir yıl… Bunların hepsinin sebebi tabii ki Sinema dergisinin kapanması değil ve tabii ki Sinema dergisinin kapanmasının yol açtığı tek sonuç da bu değil. Son bir yılda icat olmayan interneti de bunun sorumlusu görmek yine kolaya kaçmak olur.
Bilet satış rakamlarıyla gittikçe büyüyen ve gittikçe de tekelleşerek belli başlı şirketlerin altında toplanmaya başlayan salon işletmeciliği ve dağıtımcılık sektörü de bu sorunların çok uzağında değil. Ülke genelinde vizyona girecek bir filmin, tanıtımına en geniş yer ayırabilecek araç olan ana akım bir sinema dergisinin yokluğunda baş gösteren sinema siteleri, dağıtımcıların elinde de bir koza dönüştü. Bunun sonucunda da ne sinema adına kafa yoran ne de okuyucuya bir şey katabilen ve şirketlerin dağıttığı film hakkında yazıldığı için paylaşılan yazılar karşımıza geldi. Ana akım yayıncılığa, ana akım bilgi paylaşımına, kontrol edilebilen içeriğe ve sığ yönetimlere karşı en büyük silah olma niteliği taşıyan internet ile bu yolda bir yayıncılık anlayışı inşa etmek en hafif tabirle kurnazlıktan ibaret kalacaktır. Çok satmadığı takdirde dergileri kapatılmaya maruz bırakan ana akım sistemle, tıklanma amaçlı içerik üreten bir internet yayıncılığının arasında ‘bağımsızlık’ açısından hiçbir fark yok. Hatta böyle bir tehdit altında içerik üretmek durumunda kalan yayınların yokluğunu fırsat bilip, tüm donanımsızlık ve yer yer hadsizlikle bu kanalı kullanarak boru öttürebilen yazılarla ‘beşinci güç’ dediğimiz internet dolduruldu. En çok paylaşılan olabilmek üzere üretilen bu içeriklerin arasında gayet dolu yazarlar ve yazılar da kesinlikle mevcut ve bu gürültülü kalabalık arasında okuyucunun onlara rastlayabilmesi gittikçe zorlaşıyor. Bu mesleği gerçekten yapmak isteyen, bunun için potansiyel bir yetenek taşıyan, mesleğe mensup olabilecek ve ileriye taşıyabilecek yeni nesil, kendinden önceki kuşakla arasındaki bağın kopması sonucu artık kolayca “oldum” diyebilecek hâle geldi. Birebir usta-çırak ilişkisinden kazanılabilecek tecrübelerin ve özgüvenin yerini, dağıtım şirketlerinden gelen maillerin ve özel gösterim davetlerinin verdiği gazın aldığı bir dönemde “oldum” diyebilmenin daha kolay olması, beklenilebilecek bir durum tabii. Ancak bu gidişat hem sinema yazarlığının meslekliğini yitirmesine, hem de sinema okurluğunun içinin boşaltılmasına sebep olabilir. Bunlar da başta bahsettiğimiz sinema kültürünü doğrudan etkileyecek sonuçlardır. Okuyucuyu düşünmeye, yeni bakış açıları göstermeye iten, ufkunu açan yazılar yazmak bu mesleğin başlıca görevi, yazabilmek ise başlıca gerekliliği olmalıdır. Daha çok insana ulaşmak değil. Bugün, aylık sinema dergisi Altyazı 13 yıldır ve haftalık online sinema dergisi Arka Pencere 5 yıldır (ve birkaç ayrıcalıklı yayın daha) bunu layıkıyla sürdürüyor. Durmadan kimin kimi ‘yendiğini’ gösteren listeler hazırlamak, beğeni üzerinden yürüyen iddia yarıştırmalar ve birbirinin aynısı tek tip yazılar yazmak okuyucuya ve mesleğe yeni bir şey katmadığı gibi okuru kolay tüketmeye, yazarı kolay üretmeye alıştıran, tembelleştiren hamlelerdir. Her ne kadar dünyanın gidişatı bu yönde olsa da internet hâlâ bunun karşısında durabilecek en büyük bağımsız araçken, bu işle uğramak isteyen ve aynı kuşağı paylaştığımı düşündüğüm yazar arkadaşlarımı biraz daha kendini bilmeye çağırıyorum.
Sinema dergisini yaşatmaya, dergiyi yeniden yayına başlatmaya gücümüz yetmese bile, onun sahip olduğu bu köprü görevini bir şekilde gerçekleştirebilmek, sinema okuruna kaliteli, yetkin yazı okutabilmekle mümkün olacaktır. Bu usta-çırak ilişkisi bugünkü şartlara uygun yollarla, alternatif formlarda yeniden kurularak mesleğin devamını getirebilmemiz gerekmekte. Haddime düşmeyerek değindiğim bu hususların, işin esas ehillerinin sahipleneceği ve birlikte tartışabilip çözüm yolları bulabileceğimiz platformlar yaratmak üzere bir çağrının, Sinema dergisinin anısına yazılan bir yazıda dile getirilmesini yakışık gördüm. Sinema yazarlığı ve dergicilik tarihimizin bunca yıllık birikimiyle kazandığımız sinema kültürüne; dünyayı ayaklarımıza getiren Onat Kutlar’ı, tatlı dili sinemaya çeviren Sevin Okyay’ı, dergi kokusunun kıymetini öğreten Mehmet Açar’ı, saygıyı kaleme döken Senem Erdine’yi, sinemayı aşkla kutsayan Cem Altınsaray’ı, ‘en heyecanlı yerleri’ güzelleyen Ceylan Özçelik’i bir bütün hâlinde benimseyerek sahip çıkalım. Bu mesleğin nereden geldiğini ve neler yaptığını unutarak kendimizi içerisinde görmek son tahlilde utanç verici ve yıpratıcı olacaktır. Sinema dergisinin 12. sayısı çıkmadı ve belki birkaç sayısı daha çıkmayacak ama şimdilik elimizden en azından bu şekilde yaşatmak gelmeli.
Yaklaşık iki aydır nokta koymaya cesaret edemediğim bu yazıyı, ölüm yıl dönümüne denk düşmesi vesilesiyle Onat Kutlar’a adamak isterim. Saygıyla…
Dergiyi yeniden başlatmaya neden güç yetmiyor? Sorun kaynaksızlık mı, ümitsizlik mi ya da baskı görmek mi??? Hala yayından kalkmış olmasını ve yeniden yayın hayatına dönememiş olmasını kabullenemiyorum. En azından bir internet sitesi üzerinden yoluna devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. Soruların muhatabı yazı sahibi olmayabilir üzgünüm, ayrıca (bir işe yarar mı bilemiyorum ama) kronik bir Sinema Dergisi okuyucusu olarak elimden geleni yapmaya hazırım.