Her şey o kadar hızlı ki hiçbir şey kökleşemiyor. Kökleşemediği için de yeşeremiyor insanlar, çiçekleri meyveye dönüşemiyor. Bütün yerler kapılmış, bütün doğrular dağıtılmış durumda. Oturup da düşünmeye yer bulamıyorsunuz. Herkes burada ama ”burası” diye bir yer de yok işin kötüsü. Köksüz, yurtsuz, yalnız, savunmasız, korunmasız, bir başınayız. Peki kurtuluş yolu hangi köşeyi dönünce karşımıza çıkacak? Her şeyin birbiri içinde çırpındığı bir okyanusta boğulurken, ne zaman tutunacak bir duba bulacağız? ”Bulacağız.” diyorum çünkü ”Buldum.” demek geride kalanları kurtarmaya yetmiyor. İşte tam da buna çare arıyor Kemal Sayar. ”Kendi olma ümitsizliği”ni, ”öteki olma arzusu”yla tedavi etmeye çalışıyor. ”Ben”i ben yapanın ”biz” olduğunu anlatıyor ve kurtuluşa giden ipuçlarını veriyor bir bir. ”Kalbin Direnişi”, kalbi olanların direnişinin hikâyesi aslında. Çünkü ”Sadece kalbi olanlar içlerindeki mucizeleri görebilir ve sadece kalbi olanlar kötülüğe karşı direnebilir.”
Yazarlığından, şairliğinden öte psikiyatri alanındaki çalışmalarıyla ve başarılarıyla öne çıkan Kemal Sayar, sekizinci kitabı Kalbin Direnişi’inde kapitalleşen modern dünyaya karşı köklerine, kültürüne çağırıyor okuyucusunu. Mesleğinden dolayı sürekli insanlarla vakit geçiren yazar, insanlardan yola çıkarak insanı insana anlatıyor bir kez daha. Deneyimlerini, gözlemlerini, hastalarının açmazlarından da beslenerek yorumluyor ve zarif bir üslupla sunuyor.
İçerisinde hayata dair tespitler barındıran bu eser, yazarın diğer kitaplarından farklı sayılmaz. Hemen her kitabında, yazısında, konuşmasında öne çıkan yan/lar bu denemelerde de mevcut. Modern zamanlarda hayatımıza hâkim telaş, yitirilen değerler, tükenmişliğin son demindeki konuşmaktan aciz, bencil insanlar…
Kitap, beş ana bölümden oluşan bir deneme kitabı. Denemeler, ortalama iki üç sayfadan oluşuyor ve bu da okuyucuya müthiş bir okuma avantajı sağlıyor. Sayar’ın anlatımı ağdalı değil fakat ara ara yabancı sözcüklere başvurması okuyanın sadece duygu dünyasına değil, kelime dağarcığına da katkıda bulunuyor.
Birinci bölümde, modern çalışma düzeninin ve maddiyatın insan ruhunu emip onu nasıl bir posaya çevirdiğinden, görünmez prangalarla bağlayıp özgürleşmesini engellediğinden bahsediyor Kemal Sayar. Bu sömürülmüş insanlara ”yeni yoksullar” adını takıyor. Onlar, aileleriyle geçirecek vakit bulamayan, çocukluklarının o zor mevsimlerini iyileştirmeye çalışan, içlerinde hapsolmuş umut şehirlerini hayalleriyle büyüten iyi insanlar, insanlarımız…
”Kalplerimiz ve ruhlarımız birbirine değdiğinde, yollarımız sabahçı kahvelerinde kesiştiğinde, her birimizin acısını müşterek acımız bildiğimizde umut şehri büyüyecek. Ne zaman yorulsak hayattan, karşımızdakinin gözlerine bakmak yetecek.”
İkinci bölümde daha da derinlemesine işleniyor bu insan tipi. An, şu an, ben, sadece ben için hayatı adımlamaya başlayan narsistik birey dünyaya yayıldıkça; merhamet, sevgi, dayanışma azalıyor. Bu meselelerin özünde de temelleri sarsılmış dindarlık, çözülen aile bağları, kapitalizmin açtığı derin yaralar ve ”reklamlar” yatıyor. Evet, reklamlar.
”Reklamlar bizi en saf, en temiz, en masum yerimizden, çocukluğumuzdan vuruyor.” diyor Kemal Sayar. Ve haklı çıkıyor. Çocukları narsist birer bireye dönüştüren reklamlar, geleceğin müşterileri olan küçükleri fethedip vergiye bağlıyorlar. Anne babalarını o renkli kutuda gördüklerini almaları için birer kaynak olarak görmeye başlayan çocuk için ortada ne aidiyet, ne mahalle, ne baba ocağı ne de cemaat kalıyor. ”Yeni yoksullar”a bir nesil daha ekleniyor.
Birbirinden çok uzak ya da kopuk gibi görünen düşünce ve olaylar arasında yazar öyle bir bağlantı kuruyor ki, doğru addettiğiniz meseleleri farklı bir gözle değerlendirmeye başlıyorsunuz.
Bizler farkında olmadan, hayatımızın her evresinde bizimle birlikte nefes alan televizyon, insanları hikâyesiz bırakmaya devam ediyor. Kemal Sayar’ın dediği gibi ”Ruh, ancak hikayelerle nefes alır.” Burada yazarın bahsettiği hikâyeler, toplumun, yurdun hikâyeleri. Fakat kişilerin benliklerinde yücelttikleri hikâyeler, zenginlik yarışları, iktidar olma çabaları, tanınma tutkusu ve ”ben” kimliği öyle bir yükseliyor ki ”Milletçe kas geliştirir gibi kişilik geliştiriyoruz.” Ortada ne toplum kalıyor ne de gelenek.
Kitabın övülmesi gereken bir diğer özelliği de alıntıları. Yazar, sufizme yakın bir duruş sergilemesine rağmen Mevlana’dan, tasavvuftan alıntılar yapmıyor sadece. Freud’dan, Nietzsche’den, Yahudi ilahiyatçı Martin Buber’den, Aldous Huxley’den, İngiliz müzisyen Sting’ten dahi cümleler alıp, kendi görüşlerine tanıklar buluyor. Bu da onun insanı anlamaya çalışırken insan seçmediğini, her telden görüşü sorgulayıp anlamaya çalıştığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla kitapta yazanlara ikna oluyorsunuz. Kemal Sayar’a hak vermeyecek olsanız bile -ki bu mümkün gözükmüyor- diğer isimlerden birine katılırken dolaylı olarak da yazara katılmış oluyorsunuz.
Kemal Sayar, denemelerinde size bir görüşü dayatmıyor. Anlatıyor, canlı örnekler veriyor, her aşamasını sorguluyor ve bir kanıya varıyor. Varılan yer de ”kurtuluş yolu”nun yeni bir sapağı olarak hayat buluyor.
Kitaba ismini de veren üçüncü bölüm, kuşkusuz kitabın en çok üzerinde durulması gereken bölümü. Önceki bölümlerde ufaktan da olsa giriş yapılan siyasete, bu bölümde daha derinlemesine değiniliyor. Teröre, şiddetin psikopolitiğine, baştakilerin tutumuna… Fakat bunlar işin arka planında kalanlar. Yazarın dikkat çekmek istediği asıl nokta teröristin, katilin, şiddet yanlısının psikolojisi. Bunlar, hiçbir yere ait olamamış, tutunacak dal bulamamış, yaşayamadığı bir hayatın intikamını kötülere kanıp bedenini patlatarak alacağını düşünen insanlar, insanlarımız… Onları anlamaya çalışın demiyor tabii ki. Sadece farkına varılmasını istiyor, işin altındaki nedenlerin, bedenin altındaki enkazın görülmesini telkin ediyor.
”Cinayet ve intihar birbirinin ikizidir. İkisi de ölüm üzerinde bir kuvvet sahibi olma iddiasındadır. İntihar eylemiyle ortalığı kan gölüne çevirirken kendisini de yok eden kişi, hayatı öfke ve ümitsizliğinin hedefi hâline getirmekte, adeta onun kendisinden esirgediklerinin intikamını almaktadır.”
Bir psikiyatr olduğu için çeşitli konferanslara ve kongrelere katılan yazar, Kahire’de, Atlanta’da, Tunus’ta ve daha birçok yerde bulunmuş. Gittiği yerlerdeki insanların psikolojilerine de değinmiş ve mevsimlerin, kültürlerin ruha ve kalbe yansımasını vermiş anılarıyla harmanlayıp. Bu sayede de batı toplumuyla bizim toplumumuzu kıyaslayıp çıkarımlarda bulunmuş ilerleyen bölümlerde.
Onun hayata dair tespitleri, demeçleri, konuşmaları,sadece bir edebiyatçı olarak değil; iyi bir psikiyatr olarak da taktir görme sebebi. Özellikle kitabında da yer verdiği ”İnsan: Bugün, Yarın” adlı konuşmasında geçen, hastalarına yaklaşımını ortaya koyan şu satırlar övülmeye değer: ”Beraber senin mağaralarına gireceğiz, görmek istediğin bazı yerleri meşaleyle, fenerle aydınlatacağız.”
Meşaleyle, fenerle aydınlatılması gereken mağaralar sadece Kemal Sayar’ın hastalarınınkiler değil. Kalpleri parçalanmaya yüz tutmuş, kafalarındaki duvarları av sahneleriyle süsleyen, sorgulamayan, araştırmayan, mağaradan hâlâ çıkamamış tüm insanlığın mağaraları onlar.
*Daha fazlası “Dünya Kaç Bucak?“ta!