Sıra dışı yönetmen Lars von Trier’in henüz 11 yaşında Super 8 kamerasıyla başladığı sinema serüveninde kendisi gibi Danimarkalı bir grup Avangard yazarla başlattıkları Dogma 95 akımı, Trier’in adı geçtiğinde ilk akla gelen özelliklerinden oldu hep. Her ne kadar etkisi uzun yıllar sürecek bu manifestoda verdiği ‘’basmakalıp ve tekdüzeliğe karşı çıkma’’ taahhütünü hep tutsa da The Idiots (1998) filmi dışında Trier’in bu sinema tarzının çizgisine tüm yönleriyle sadık kaldığını söylemek zor. Breaking the Waves (1996) ve Dancer in the Dark (2000) filmleri bu tarzın çok da mükemmel olmayan örnekleri olarak kabul edilebilir olsa da daha sonra Trier de manifestodaki fikriyatın tamamen hayata geçirilmesinin zorluğunu kavrayıp bunda ısrar etmedi. Bu kapsamlı sinema geçmişinin inişleri çıkışları ile ilgili söylenecek çok fazla söz var ama bu yazı Trier’in film serüveninde kritik bir yere sahip olan ve Bertolt Brecht’in Thice Penny Opera’sındaki Pirate Jenny şarkısından hareketle, aynı minimalist stil kullanarak çekilen Dogville (2003) filmi üzerine olacak. Özellikle de filmin sinema üslubunu ve kapitalizm eleştirisini mercek altına alacak.
Üslup ve Yapı
Dogville’de herkesi en çok şaşırtan noktaların başında sinemada görmeye hiç de alışık olmadığımız sahne düzeni geliyor. Daha çok tiyatroda kullanılan bu sahne düzeninden, tiyatroda dahi kullanılan kapı, duvar gibi dekorların yok edildiğini görüyoruz. Trier bunu seyirciyi yoran ve dikkatleri dağıtan detaylardan kurtulmak için yaptığını iddia ediyor. Bu sayede mekânla gereksiz yere oyalanmayan seyirci doğrudan karakterlere ve onların duygularına odaklanabiliyor. Bu yöntemin başarısı karşısında hayranlığını gizleyemeyen Zizek, bunun sinema tarihindeki çok köklü bir fikre karşı çıkma anlamına geldiğini belirtiyor. Lumiere kardeşlerin sinemayı keşfinden itibaren sinemanın sihri, yaşadığımız sıradan mekanların benzerliğini kullanarak izleyiciye gösterileni bir illüzyon ile gerçekmiş gibi sunmasındaydı. Her gün yaşadığımız mekânlarda yürüyen, düşünen, tartışan, şarkı söyleyen insanları gördükçe hikâyenin içine kolayca girebiliyorduk. Trier’in tam da bu illüzyonu ortadan kaldırdığı noktada bizim gerçeklik algımızı hiç de yitirmeyişimiz; hatta aynı duyguları belki de daha yoğun bir şekilde hissedebilmemiz, Dogville’i özel kılıyor.
Oana Andriese bu iddiayı biraz daha ileri götürerek film başladıktan kısa bir süre sonra izleyicinin evlerin ve duvarların olmadığını unuttuğunu ve bunun kendi hayal gücünün harekete geçmesini tetiklediğini anlatıyor. Aslında yönetmen tarafından belirlenen mekanların izleyiciyi nasıl edilgenleştirdiğini bu sırada fark ediyoruz. Ancak filmdeki kriz anlarında (Grace’in uğradığı ilk tecavüz gibi) birden bir şok ve kafa karışıklığı ile kapı ve duvarların olmadığını hatırlıyoruz. Filmin bu özelliği, kriz anlarının seyircide çok daha yoğun bir yansıma bulmasını sağlıyor.
Rocky dağlarında bir kasabada yaşayan köylülerin dışarıya neredeyse hiç çıkmayışı ve kasabada otel, kafe gibi kente ya da çokkültürlülüğe işaret eden bir yapıyla karşılaşmayışımız, kasabalıların ne kadar izole ve dar görüşlü olduğu fikrini güçlendiriyor. Çekimler sırasında hep uzun yada tepeden planların kullanılması sonucu hemen hemen herkesi aynı karede görmemiz, izleyici olarak bizlere adeta tanrısal bir bakış açısı veriyor. Böylelikle kasabalıların ikiyüzlülükleri, yaşananların absürtlüğü ve çarpıcılığı gün yüzüne çıkıyor. İnsana kendi dünyasındaki duvarların ve engellerin de bir an için olsun yıkıldığını düşündüren bu sahne düzeni, gizlediğimiz yalanlar ve içinde olduğumuz dünyanın samimiyeti üzerine ciddi bir özeleştiriye zorluyor bizi.
Tüm bunların yanında filmi en başarılı kılan özellik, filmin içine yedirilen çok anlamlı yapı. Bunu iki yolla başarıyor Trier. İlk olarak bir olayı ya da konuyu birden fazla anlama gelebilecek şekilde kurguluyor. Örneğin filmi hem Amerika’nın dünyanın geri kalanı üzerinde kurduğu sömürü düzeninin bir eleştirisi olarak okumak mümkün hem de Amerika’daki göçmenleri, fakir ve işçi sınıfının sömürüsüne parmak basan bir eser olarak. Hatta röportajlarını yakından takip edenler Cannes’da söylediği ‘’Ich bin ein American’’ gibi kafa karıştırıcı ifadelerden filmin globalleşen dünyanın her yanının giderek Amerika’ya benzemesine gönderme yapmasından şüphelenebilir.
İkinci olarak filmin büyük bir hikâyesi olmasının yanında, film her sahnede kişiye birikimine göre katman katman açılan işaretler sunuyor. Tüm bunların yanında filmi izleyen herkese müthiş bir rövanş hikâyesi sunuyor tabii ki. Ama mesela teolojiyle ilgileniyorsanız köpeğin adının Musa olması, Grace’in film boyunca İsa’nın diğer yanağını dön prensibiyle hareket edişi yada aldığı 7 biblonun 7 günaha işaret edişi çarpıyor gözünüze. Etik, felsefe gibi konular üzerine çalışıyorsanız kibir, sorumluluk, adalet yada insan doğası üzerine, ekonomiyle hemhâlseniz göç ve kapitalizm üzerine, sosyal psikolojiye ilginiz varsa da dışa kapalı komünal grupların iç mekanizmaları üzerine çok farklı kapılar açıyor Dogville. Tüm bunları oldukça sofistike bir şekilde, sırıtmadan ve entelektüel bir ukalalığa bulaşmadan yaptığı gibi izleyiciye de bazı şeyleri tam kavrayamamanın eksikliğini hissettirmeyi başarıyor.
Ekonomi Politik, Göçmenlik ve Cinsiyet
Trier’in Dogville’de kullandığı şiirsel ve sembolik dil sebebiyle Grace karakterinin neyi temsil ettiğini anlamlandırmak oldukça zorlaşıyor. Ama bana sorarsanız, Grace sadece birini ya da birşeyi temsil etmekten ziyade çok fazla karakteri aynı anda ve filmin içinde kronolojik de olmayan bir şekilde temsil ediyor. Bu amorf karakterin üç bileşeni olduğunu söyleyebiliriz: Kapitalizmin icadı sırasındaki işçi sınıfı, ekonomik sebeplerle gelen bir göçmen ve kapitalist düzen tarafından acımasızca sömürülen bir kadın.
Karl Marx’ın ve Polanyi’nin üzerinde mutabık olduğu konuların başında zannediyorum Çitleme (Enclosure) olayının yarattığı mülksüzleştirme ile kapitalizmin doğuşuna hizmet etmesi vardır. Ellerinde avuçlarında hiçbir şeyi olmayan bu emek ordusunun durumlarının Grace’in pozisyonu ile yoğun benzerlikler taşıdığını görüyoruz. Polanyi bu olayı paranın, emeğin ve mekânın metalaştırılması olarak özetlenebilecek süreci hızlandıran en önemli etkenlerden biri olarak görüyor.
Grace’in gelişinden önce kapitalizm öncesi üretim modelinin (herkesin ihtiyacı kadar ürettiği ve tükettiği ve sofistike bir iş bölümüne ihtiyaç olmayan) hüküm sürdüğü kasabada ciddi bir emek arzı görmek mümkün değil. Grace’in gelişiyle birlikte daha önce hiç de ortada olmayan çocuk bakıcılık, eğitim, hasta bakıcılık, temizlikçilik gibi mesleklerin ortaya çıkışına şahit oluyoruz..Grace’in emeğini satın alan Dogvilleliler, karşılığında ona kalacak yer ve para veriyorlar. Para önceden de kullanılıyordu elbette ama Grace’in gelişi ile bir değiş-tokuş aracı olmaktan çıkarak amaçsızca biriktirilmek istenen bir ürüne dönüşüyor. Grace de saatlerce usanmadan çalışarak biriktirdiği bu paralarla sonunda ne işe bile yaradığı belli olmayan 7 biblo alıyor ve onlara inanılmaz bir şekilde bağlanıyor.
Bu noktada emek piyasada alınıp satılan ve proleteryanın satmaya mecbur olduğu bir ürün olarak ortaya çıkarken Polanyi’nin belirttiği gibi metalaşıyor ve Marx’ın işaret ettiği üzere Ürün-Para-Ürün döngüsü Para-Ürün-Para döngüsüne dönüyor. Böylece paranın tüketim değeri için değil; sadece biriktirmek için biriktirilen bir ürün haline geldiğini görüyoruz. Bunun yanında işverenler ile Grace arasındaki güç ilişkisinin Grace’i adeta 19.yüzyıl başı Manchester’ında 16 saat çalışan işçiler gibi yaşamaya zorladığını görüyoruz.
Ikinci olarak Grace, Zolberg’in ünlü ‘’Wanted But Not Welcomed’’ makalesindeki ekonomik göçmenleri getiriyor akla. Köleliğin ahlaki yada insani nedenlerden ziyade ekonomik gerekçelerle kaldırıldığını iddia ettiği bu makalesinde Zolberg; koloniler vasıtasıyla sağlanan emek arzının, burjuva sınıfını kölelerin artan sağlık, barınma, yemek yada eğitim gibi masraflarından kurtardığını anlatıyor. Daha sonra da bu indentured labor’ın yerini ekonomik sebeplerle gelen göçmenlere bıraktığından bahis açıyor. Amerika’nın Açık Kapı politikasıyla gelmelerine göz yumduğu Meksikalılar, Almanya’daki Polonyalılar ve Amerikan demiryollarında çalışan Çinliler bu konuda akla gelen ilk örnekler. Grace tıpkı bu ekonomik göçmenler gibi var olan ekonomik sisteme çok düşük maaşlarla katkı sağlarken, sürekli ikinci sınıf insan muamelesi görerek aşağılanıyor, herkesin geçmesine izin verildiği yerlerden kendisinin geçmesine izin verilmeyerek ya da toplantılara dâhil edilmeyerek oraya ait olmadığı ve dışarıdan olduğu tekrar tekrar hatırlatılıyor. Kendisine verilen yorucu ve yıpratıcı işler sanki kimsenin ihtiyacı yokmuş da ona lütfen verilmiş gibi davranılıyor. Üstelik işverenler tarafından bu ayrımcılığa uğradığı yetmezmiş gibi, daha önce aynı işlerde çalışan alt sınıflar işlerini çaldığı için ve daha ucuza daha fazla çalıştığından ondan nefret ediyor.
Son olarak Grace, Sassen’in Global Cities and Survival Circuit’indeki küresel güneyden gelen bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Çalışma şartları ve iş tanımı belli olmayan, kolayca işe alınabilir ve işten atılabilir bir karakterle karşı karşıyayız. Çalıştığı yerde cinsel taciz ve tecavüzlere uğrasa da kimsenin kendisine inanmayacağı korkusuyla sessizliği tercih ediyor. Bu taciz ve tecavüzlerin farkına varanlar da zaten ondan ya olayın üstünü kapatmasını istiyor ya da ondan daha fazla faydalanmak için bunu kullanıyor. Yasal güvenliği olmadığı gibi mülkiyet güvenliğine de sahip olmayan Grace’i cezalandırmak isteyenler kolayca, tek sahip olduğu şey olan biblolarını kırabiliyorlar. Dogville’de devamlı bir olağan şüpheli olarak yasayan Grace, bir hırsızlık vakası olduğunda da yine ilk suçlanan isim oluyor. Bir müddet sonra kapitalizmin en direkt emek sömürüsü doğrudan beden sömürüsü hâline dönüşüyor ve daha önceden gizliden gizliye yapılan taciz ve tecavüzler artık saklanmak zorunda olmayan bir seks işçiliği hâlini alıyor. Dogville’in boynuna tasmayı geçirdiği Grace için ise artık kaçma umudu neredeyse yok.
İkiyüzlülük, Bahaneler ve Sonuç
Filmi tamamladıktan sonra Trier eleştirmenler tarafından ukalalık ve anti-hümanizm ile çok ağır şekilde suçlandı. Buna karşıysa kendisinin bir hümanist olduğunu ve inanmadığı fikirlerin filmini çekmeyi çok sevdiğini, bunu bir çeşit fikir oyunu olarak gördüğünü söyleyerek savundu. Trier bunu hangi sebeple çekerse çeksin, bu filmden geriye insanlık adına çok önemli bir özeleştiri kalıyor. Dogville’den kaçmaya çalışan Grace’ten nakliyat işi gereği yüksek paralar alan, yine aynı sebeple Grace’e tecavüz eden ve yine nakliyat işi gerektirdiği için Grace’i Dogville’e teslim eden ‘‘Ben’’, belki hepimize biraz kendimizi ve arkasına saklandığımız bahanelerimizi hatırlatıyor. Tabii ki insan doğasının doğuştan kötücül olduğunu yada Heidegger gibi türümüzün yapacağı en asil hareketin üremeyi durdurmak olduğunu savunmuyorum ama yaptığımız kötülükler karşısında bu ikiyüzlülüğümüze devam etmeye, daha fazla bahaneler üretmeye ve sorumluluktan kaçmaya hakkımız yok.
Yazan: Hubeyb Kabulantok
Bu film insanlığın özüne inmiş sıradışı anlatımıyla ‘ben ve öteki’ ayrımını şiddetli vurgularla betimlemiş bir sanatsal bakış acısıdır. Sadece bir film olarak ele alınamayacak kadar derinlemesine bir felsefi bakış ortaya koymuştur. Seyir amaçlı izleyicileri tatmin etmez ve zaten bu tip seyirciye zaten ilk sahnede yol verir. Yönetmenin filmden maddi beklentisi yoktur ancak zarar etmeye de niyeti olmadığını seçtiği başrol oyuncusundan anlayabiliriz. Pesimizmin dibine kadar işlendiği bu harika filmi kesinlikle herkese tavsiye etmiyorum. Sadece düşünen ve sorgulayan insanlar için biçilmiş kaftan.