Toplumsal sınıfların, bireylerin benliğine etkisini ve sınıflar arası ilişkileri irdeleyen, bu temalardan beslenen belki binlerce film vardır. Ancak Seren Yüce, ilk filmi Çoğunluk’tan (2010) sonra bu kez Rüzgârda Salınan Nilüfer (2016) ile sinemada sosyolojiyi en sade ve en gerçek hâliyle kullanmayı başaran ender yönetmenlerden biri olduğunu ispatlıyor. Yüce, ilk iki filmiyle birlikte sağlam temellere oturttuğu özgün sinema dilinde derin felsefi sorgulamalara, büyük maceralara yer vermek veya toplumsal sorunlara çözüm önerileri getirmeye çalışmak yerine, saf toplumsal gerçekliği kusursuz bir biçimde göstermeyi seçiyor.
Rüzgârda Salınan Nilüfer’in başarısının temelinde üç ana sebep var. Birincisi, atmosferin tam anlamıyla eksiksiz ve kusursuz bir biçimde yaratılmış olması. Karakterlerin isimlerinden (özellikle çocukların) evlerinin dekorasyonuna, yeme içme tercihlerinden giyim tarzlarına, konuşma biçimlerinden kültürel beğenilerine kadar her şey çok doğru tasarlanmış. İkincisi, oyunculukların çok başarılı olması. Özellikle Songül Öden’in ve Tolga Tekin’in performansları, böylesine iyi yazılmış karakterlerin gerçekten nefes alan, film bitince dahi yaşamaya devam eden iki insana dönüşmesini sağlıyor.
Üçüncü sebep ise; filmin ayna tuttuğu toplumsal hâli göze sokmadan, düşündürerek ve etkili biçimde anlatması adına zekice yapılmış tercihleri. Öykünün matematiği, oldukça incelikli bir biçimde dizayn edilmiş. Simetrik bir görüntü çizen iki çekirdek ailenin, temelinde Handan ve Şermin arasındaki çatışmayla ortaya konan ilişkisi, bir toplumsal sınıfa veya gruba ait insanların yaşamında, görünenin arkasına inmeyi sağlıyor. Handan ve Korhan çifti ekonomik olarak burjuvaziye bir adım mesafede konumlanırken sosyokültürel olarak orta sınıfın alt katmanlarından bir aile görüntüsü çiziyor. Buna karşılık Şermin ve Aykut çifti, ekonomik açıdan alt orta sınıf görünümündeyken sosyokültürel açıdan kentsoyluluğu damarlarında hissediyor.
Sınıfsal olarak birbirine yakın görünen fakat kendi içinde dahi çelişkili bir yapıya sahip olan bu iki ailenin karşı karşıya getirilmesi, öyküyü sosyolojik bir incelemenin örneklemi olabilecek kadar kullanışlı ve gerçek bir noktaya taşıyor. Bu çelişki, kendini en çok Handan’ın davranışlarında göstermekte. Handan, toplum içinde kendi konumunu kavramakta zorluk çeker. Sahip olduğu maddi gücün karşılığında onu tanımlayan hiçbir özelliğe sahip değildir. Maymun iştahlılıkla edinmeye çalıştığı tüm hobilerde başarısız olur, kendisi için yaratmaya çalıştığı suni kimliğin içinde gitgide yalnızlaşır. Handan, ekonomik bağımsızlığını elde etmeye ihtiyaç duymayan, eşi sayesinde her şeyi elde edebilecek gücü elinde bulunduran bir kadınken, kendi imkânlarından uzakta olmasına rağmen yazdığı kitapla Twitter’da 9000 takipçiye sahip olabilen Şermin’e öykünür. Kendi benliğine tamamen aykırı bir hevesle kitap yazma denemelerine başlayınca, Şermin’in kibirli ve alaycı bakışları onu tamamen yalnızlığa ve kimliksizliğe iter.
Sosyal sınıfların tanımlanmasında salt ekonomik unsurların belirleyici olmaktan çıktığı dünyada ve özellikle Türkiye gibi burjuvazinin yapay yollarla yaratıldığı bir ülkede, ara sınıfların kendi iç çelişkilerini ve amorf yapısını kurmaca bir öyküye yedirmek büyük bir beceri ister. Seren Yüce’nin en kendine özgü ve başarılı yönü, böylesine zor bir meziyeti titizlikle ve hatasız biçimde aktarabilmesi. Yönetmenin yarattığı bu özgün sinema dili, özellikle benim gibi sosyoloji öğrencilerini fazlasıyla heyecanlandırmayı başarırken, toplumu gözlemlemekle kalmayıp onu hem iyi bir öyküye dönüştürüyor hem de gerçeğin, görünenin ardında saklı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.