Takdir vakti gelir; ölüm, Nadide’den eşini alır. Nadide ve hayatı, bir evde baş başa kalır. Ve kalanlara Nadide’nin, elindeki bu hayatla ne yapacağı sorulur:
-Sizce Nadide bundan sonra ne yapsın?
–Bir koltukta kocasın. Yasımı tutsun. Öyle, bir köşede yaşlanıp gitsin. Ara sıra beni hatırlasın, ağlasın. Sevdiğim yemekleri yapsın, yine ağlasın. Eş dostla beni yâd edip yine ağlasın. Öylesine çürüyüp ağlayıp gitsin.
Galiba kum saatinin taneleri tükendiğinde insana başka seçenek bırakmaksızın gayet doğal bir hâlde, kendiliğinden böyle işliyor süreç. Âdet yerini bulsun; ilk yedi gün geçsin, sonra da kırkı çıksın, birkaç ay daha metanet, e olmuş neredeyse bir yıl, bu ömür de gelmiş sona, bekleyelim artık, kim bilir, zaten eli kulağındadır…
Öyle midir? Değildir. Esasında okların sivri ucu doğrudan geleneklere ve beklentilere yöneltilmemiş. Zira onlar zaten kendiliğinden kabul görmüş, topluma yerleşmiş ve değiştirilmesi kolay olmayan kültürel kalıplardır. Fakat eleştirilerin yöneltildiği asıl hedef toplumdaki “birey” algısı, yahut bireyin bir türlü kendi özerk varlığıyla algılanamayışı. 2015’in neşeli filmlerinden Nadide Hayat, işte bu noktaya parmağını koyup altını rengârenk kalemlerle bir güzel çiziyor.
Yönetmen koltuğunda Çağan Irmak, kamera karşısında da Demet Akbağ, Yetkin Dikinciler gibi Türk sinemasının duayenleri olunca ortaya tadıyla dokusuyla herkesi neşelendiren, eğlendiren ama bir yandan da hakikaten düşündüren bir yapım çıkıyor. Filmde eşini kaybeden Nadide’nin (Demet Akbağ), çocukları ve çevresi tarafından bundan sonraki vaktini sakin, kendi hâlinde geçirmesi beklenirken, gazetede gördüğü bir af haberi üzerine gençlik yıllarında yarım bıraktığı okuluna geri dönmesi ve hayata yepyeni bir sayfa açması anlatılıyor. Peki, satırların arasında ne diyor bize Irmak? Hayat, bir kere bahşedilmiş. Kum saatinin içindeki her bir tane “nadide”, biricik, bir defalıktır. Ama her şeyden önemlisi her an, kişiye özeldir. Evet, insan sosyal bir varlık ve toplum içinde yaşamanın gerektirdiği kurallar, paylaşılması gereken yaşam alanları var. Ancak bu, paylaşmanın ötesine geçip hayatı başkalarının eline devretme noktasına geldiğinde artık bireyin o hayatta bir varlık değeri kalmaz. Geriye yalnızca geleneklerin ve âdetlerin “gerektirdiği” sürecin içine ister istemez dâhil olmuş, bu akıntıda sürüklenirken de sorgulamayı, hatta sorgulamak için çaba harcamayı bile unutmuş, “bir varmış, bir yokmuş”lar kadar kısa, saman çöpü kadar ağırlıksız, el âleme sergilenmek üzere döşenmiş cam bir vitrin kadar renksiz bir ömür kalır. Ne yapmalı peki, nasıl yeniden renk ve kimlik kazandırmalı bu ömre?
Bunun yolu, insanın kendini sahiplenmesinden geçiyor. Çünkü ne kadar çok kişiyle muhatap olursak olalım, ne kadar geniş çevrelere yayılırsak yayılalım en nihayetinde bedenlerin sınırladığı bir alan içerisinde, elimizde kendimizden başka hiçbir şeyimiz kalmıyor. O zaman önce onu kolundan tutmalı, başkalarının biçtiği bir tabloya kazınmadan önce “Bu hayat benim” diyebilmenin tadına vardırmalı. Elbette dünya tek bir kişinin etrafında dönmüyor; içinden çıkılmaz ve karşı konulmaz durumlar peş peşe sıralanıyor ömür boyu. Ve bunlar karşısında bazen kitlenin lehi adına bireylerin söz hakkı olmuyor. Ancak her karanlık odanın içine bir küçücük anahtar deliği bırakılıyor. Kişiye özel. Yalnızca anahtar sahibinin görüp açabileceği bir delik. Kişinin esas sınavı, karanlık odaya ne kadar tahammül edebildiğiyle ilgili değil; zifiri karanlıkta bile o küçük ışıkla kendi varlığının farkına varmasında, delikten sızan umuda tutunup anahtarı takma cesaretini gösterebilmesinde. İlk adımı atmak için koşulları bahane etmek boşuna, çünkü herkes aynı karanlık odanın içinde ve herkes yalnızca kendisine sahip. Bu yüzden fazla geç olmadan hayatın bize uzattığı eli tutmak gerek!
Gelelim filmimize; filmin en nadide anlarından birinde Kaptan’ımız (Yetkin Dikinciler), Nadide’yi alır; kıyı kenarına kurulmuş, çocukluğunu geçirdiği kulübeye götürür. İki yarım kalmış hayat vuruyordur sahile, biri tamamlanmayı bekleyen, diğeri de tamamlamak için gelen. Ve Kaptan sorar Nadide’ye, “Yarım kalan bir hayatı tamamlamaya var mısın?” İlginçtir ki hayata yeniden başlamak için gösterdiği tüm o mücadelenin ardından Nadide’den gelen cevap, maalesef toplumun getirdiği “ne derler” sınırlarının bir başka mahpusudur. Bunun üzerine Kaptan hayal kırıklığına uğrar, üzülür. En sonunda yüzüp kuyruğa geldiği yerde bir kimsenin, hayatta nefes almaktan daha fazla anlam taşıdığı noktadan geçememiştir Nadide. Gerçekten bir ömrü yaşamış mıdır o hâlde? Kaptan için yaşamak, bambaşkadır oysa: “Senin yaşadığını sanmıştım. Şu an bu koyda sen öldün galiba.” Nadide’nin, kendi hayatını sahiplenişi ve kendinin farkına varışı, esas bu karşılık üzerine başlar. Ölümle burun buruna geldiği deniz altında, kendisi için bahşedilmiş kum tanelerinin her birinin ne kadar nadide olduğunu yeniden görür ve etrafını çevreleyen milyonlarca bakışa karşın, kendisine yöneltilen bir soruya “evet” diyebilmenin tadına varır. Kendisi için bir karar alabilmenin ve “nadide” biri olabilmenin tadına… Böylece ölüp karaya vurduğu koyda dünyaya gelir Nadide. İşte şimdi yeniden ve ilk defa doğmuştur.