Bosna Savaşı’nın devam ettiği günlerde bir dağ köyü. Bu köyde yaşayan ve savaşın içinde olan insanlar; onlarla birlikte kuşlar, kazlar, tavuklar, koyunlar, yılanlar, sinekler, kelebekler… “İyi de hemen her filmin içinde yok mu zaten doğa ve hayvanlar, hele de Kusturica’dan bahsediyorsak?” diye sorabilirsiniz. Elbette varlar ama yönetmenin bu son filminde, gökdoğan kartalını dans ederken ve olası tehlikeleri gözetlerken, kazları sürü hâlinde yürürken ve sinek kovalarken, tavuğu aynayla kavga ederken, kelebeği kanatlanıp ışığa doğru süzülürken, koyunu doğururken, yılanı süt içerken izliyoruz. Monica Bellucci sahneye çıkana kadar yakın plan çekimleriyle, sesleriyle bizi doğayla tanıştırıyor, hayvanları bize alıştırıyor film. Kusturica, filminin başında, sadece insanı anlatmadığının, doğa ve hayvanları da başrole aldığının işaretini veriyor. İşte bu giriş sekansı, aklımıza Yaşar Kemal’i getiriyor; onun karakterlerle birlikte ve onlar kadar, içinde yaşadıkları doğayı ve birlikte yaşadıkları hayvanları da anlatan hikâyelerini. Filmin kalanını Yaşar Kemal romanlarının ışığında izliyoruz.
Hikâyenin geçtiği köy güzel, doğası yemyeşil, yakınında ırmak. İnsanın doğaya hükmettiği yerlerden değil burası. Zaten köyde insan doğaya karşı değil doğayla birlikte yaşar; bu köydeki insanlar da doğayla anlaşma içinde, onun şartlarına uygun yaşamını sürdürüyor. Bir yandan da bu köy savaşın orta yerinde, köyün içinde silahlı askerler var, bombalar patlıyor. Ancak doğa, teknolojiyle donanan insan gücüne karşı ondan hep daha güçlü. İnsan, omzundaki tüfekle, elindeki telsizle rüzgârda savrulmaya karşı duramıyor, arılardan kaçamıyor, kartal karşısında ne yapacağını bilemiyor. Bu filmde doğa karşısında insan çoğunlukla güçsüz, tıpkı Yaşar Kemal’in hikâyelerinde olduğu gibi.
Savaş sadece insanı öldürmüyor, sadece onu yerinden etmiyor; görmezden geldiğimiz bir gerçeği görüntü ve seslerle, diyalogsuz anlatıyor bu film. Savaş, kuşların da canını alıyor, kazların psikolojisini bozuyor, koyunu kuzusundan ediyor; ağaçları yakıyor, ırmağı kana buluyor, dağı çoraklaştırıyor. İnsan, kendi türüyle birlikte doğaya da kıyarken, hayvanlar olan bitenin farkında, aynı acı içinde sevdikleri insanları kurtarmaya uğraşıyorlar. Yılan, insanın bedenine dolanıyor mesela, daha ileri gidip de askerlere yaklaşmasın, mayına basmasın diye. Tüm yaşayanlara düşman olan insanlara karşı, içinde yaşadığı doğaya ve hayvanlarına bağlı yaşlı bir köylü de koyun sürüsünü korumaya çalışıyor. Onlar tehlikeye girince askerlerin üstüne koşuyor; savaşın ortasında bir koyunu doğurtuyor, yavruyu sarıp sarmalıyor. On the Milky Road (2016), savaşı tüm canlılara yaşattıklarıyla resmediyor; gerçekçi bir hikâyeyi, masalsı bir görsellikle anlatıyor.
Bu savaşın içinde, Kosta (Emir Kusturica) ve Gelin (Monica Bellucci) yakınlaşıyorlar. Ne büyük aşk sözleri, ne de görülmemiş bir aşk var ortada. Bulundukları ortamda ve yaşadıklarıyla birbirlerine yakın hissediyorlar daha ziyade. Bir yerde, askerlerin ateşi altındayken Gelin “Öleceğim,” diyor örneğin, ölmekten çok korkuyor ve ağzından sadece kendini düşünen kelimeler çıkıyor. Doğa ne kadar mucizeviyse Kosta ve Gelin’in ilişkileri o kadar gerçek. On the Milky Road, kısa eğlence sahnesindeki müziğiyle ve danslarıyla da bir Kusturica filmine yakışır şekilde izleyeni mest ediyor.
Film, “Üç gerçek hikâyeye ve sayısız hayale dayanmaktadır.” notuyla açılıyor; Yaşar Kemal romanlarına iliştirseniz sırıtmayacak bir not. Yaşar Kemal’in hikâyeleri de diyaloglarıyla, karakterleriyle, anlatılan dönemle gerçekten yaşanmış gibi ama bir o kadar da destansıdır. Nasıl ki Kemal’in kaleme aldıklarında gerçeküstü unsurlar olmadan ama duygular üstü bir betimlemeyle kabak çiçeği dolmasının kokusu, denizin menevişlenmesi, Torosların doğası, adanın keçileri, denizin sakinliği hiç bilmediğiniz masal unsurlarına dönerse; On the Milky Road da kartalı daha akıllı, doğayı daha güçlü, ırmağı daha parıltılı, insan dışında kalan her şeyi daha masalsı resmediyor.
Belki Emir Kusturica Bir Ada Hikâyesi’ni filme almalı diye düşündürten bir film olmuş On The Milky Road. Kimse tam hakkını veremez gibi gelir ya, Kusturica iyi bir ihtimal olabilir. Gelecekte daha güzel buluşmaları görmeyi umarak, Karıncanın Su İçtiği’nden, filmdeki büyülü atmosfere de uygun bir bölümle bitirelim: “Bütün büyülerden bir şey, tek bir şey öğrendim ki büyü insandadır. Büyü insanın gözündedir. Büyü insanın kulağında, burnunda, yüreğindedir. Dünyanın en güzel büyücüsü, o sevgiyle dopdolu olan insanın gözünde, burnunda, yüreğinin kökündedir.”