Mutlaka benim yaşlarımda biriyle yapmışsınızdır böyle bir söyleşiyi, fakat öncelikle ben 94 doğumlu biri olarak sizi nasıl hatırladığımdan bahsetmek isterim. Çünkü 90’lı yıllarda doğan neredeyse her çocuğun hayatında önemli bir yere sahipsiniz. Ben sizi küçükken tanımıyordum tabii, sesinizi biliyordum sadece. Şirinler’deki Güçlü Şirin, Çarli‘deki Afakan, Çılgın Bediş‘teki Oktay, Buz Devri‘ndeki Sid, Bizim Ev’de Jesse Dayı, Madagaskar‘da Alex, Slyvester ve Tweety’de Sylvester. Ve televizyonda denk geldiğim fakat ismini hatırlayamadığım sayısız filmin sayısız karakteri. Tuhaf olan, kişisel olarak benim o dönemde ayırt edebildiğim tek ses sizin sesinizdi. O kadar çok değerli seslendirme sanatçımız olmasına rağmen, ben sizi her duyduğumda “Aaa, yine o ses!” derdim.
Çok sonraları muhtemelen ben lisedeyken, 2008’den sonra olmalı o yüzden, NTV’de Gece Gündüz programında denk geldim size ve yine “Aaa, yine o ses!” dedim. Fakat bu sefer sizi siz, yani Yekta Kopan olarak görüyordum. Sonraları programınızı takip etmeye başladım. O dönem sinema ile de ilgilenmeye başlamıştım sanırım. Aklımda o yüzden Nuri Bilge Ceylan ile Cannes sahilindeki röportajınız kalmış. Sonra da günümüze kadar gelen süreç. Yazar da olduğunuzu öğrendim daha sonra. Hatta kitaplarınızı okurken sizin sesiniz ile okudum çoğu zaman. İşte, ben ya da benim gibi 90’larda doğmuş birçok kişi sizi muhtemelen böyle tanıyor. Başlamadan önce bütün bu işleriniz için size teşekkür eder ve bu dönemdeki o hikayeyi bir de sizden dinlemek isterim.
Teşekkür ederim bu harika girişin için. Sen o sözleri söylerken ben de şunu düşündüm: Evet, 90’lardaki çocukların kulak hafızasında benim bir yerim oluştu. O tarihlerin Türkiye’si neydi ve o tarihlerde neden böyle bir ses bilgisi oluştu, onu düşündüm. Birincisi 90’lı yıllar Türkiye’de televizyon yayıncılığı için önemli yıllar. Ben 1974-75 yıllarında seslendirme yapmaya başladım ve aslında 1974-75’ten itibaren bu ülkede doğmuş beni dinlemiş, çokça insanın da hafızasında bir yeri var yaptığım işlerin. Kimi radyodan bilir, kimi televizyonun ilk yıllarından. Söyleşilerimde ya da imza günlerimde çokça duyduğum bir şeydir: “Ben sizin sesinizle şu cephede, radyoda, okul radyosu ya da Arkası Yarın’da dinleyerek büyüdüm” ya da “Televizyonun tek kanallı olduğu dönemlerde sizin seslendirdiğiniz şu filmler ve dizilerle büyüdüm,” derler. Ama 90’lar bir kırılma noktası, çünkü 90’lar artık Türkiye’de çok kanala ve özel kanallara geçiş dönemi ve bu geçiş dönemlerinde üretilen işler bugünün hafızasını oluşturan işler bir yandan da. O dönemlerde özel kanal dünyasına yeni geçildiği için, bunların içeriğini, 24 saat yayının içeriğini dolduracak kadar yerli üretim yoktu ve bu kanallar arkalarına seslendirilmiş film geleneğini de alarak o tip bir yayıncılığa giriştiler. Şu anda özel kanalların çoğunu düşünün, bu kanalların bir kısmında hiç, bir kısmında da çok az seslendirilmiş iş vardır. Dijital platformlardan ya da sadece film ve dizi yayını yapan platformlardan söz etmiyorum; ulusal, genel, majör kanalları düşünün. Bunların çoğunda yerli işler, yerli diziler, yarışma programları, haber programları gibi işler vardır. Oysa 90’larda bu iş ilk oluşmaya başladığında akşam televizyon yayınında “prime time” denilen yayın saatinden tutun gündüz yayınına, seslendirilmiş işler vardı. Bunlar da o tarihlerde seslendirme yapan bizlerin, siz dinleyicilerin kulağında daha çok yer etmesini sağladı. 1970’lerin ortasında Ankara’da, TRT Ankara Radyosu ve TRT Ankara Televizyonu koridorlarında başlayan seslendirme yolculuğum daha sonra özel televizyon kanalları yıllarıyla yani 90’lardan itibaren de ikinci bir evre yaşamış oldu. Yeni bir kuşakla tanışmış oldum ben de.
Bir röportajınızda şöyle demişsiniz: “Tüm yazarların yazar kimliği dışında farklı farklı meslekleri vardır, kimisi memurdur, kimisi askeriyeden gelmiştir, kimisi de reklamcıdır. Ben kendimi her şeyden önce iyi bir okur olarak tanımlıyorum.” Ben bu noktada şöyle bir soru sormak istiyorum. Herkesin mesleği dışında “hobileri” vardır, herkes ilgi alanlarıyla alakalı bir şeyler yapar. Fakat siz, “hobi” kelimesini kullanmak doğru mudur bilmiyorum ama, bu uğraşlarınızı belli bir kitleye ulaştırabildiniz. Sinema ile ilgilisiniz, eleştiriler yazdınız; edebiyat bu ilgilerin en başında, kitaplarınız var. Öykü ve roman dışında şiir de yazdınız. Blogunuz var, bizim sitemizle isim kardeşi: Fil Uçuşu.
(Gülüyor) İsim kardeşi değil isim babası olması gerekir. Çünkü Fil Uçuşu sizden çok daha eski, yanlış bilmiyorsam tabii. 2010 yılında açmıştım ben blog sitesini.
Doğru. Sitemizin kuruluşu da 2011 yılı olmalı. Fil Uçuşu’nda da birçok farklı konuda serbestçe yazıyorsunuz. Çeşitli dergilere yazıyorsunuz. Bir yandan da seslendirmelerinize devam ediyorsunuz. Bu noktada “ben iyi bir okuyucuyum” demenizi daha iyi anlıyorum. İyi bir okuyucu olmanız tahminimce tüm bu işlerin arkasında. Ve yine bu yüzden başka işlerle de uğraşacağınızı düşünüyorum. Sanırım bu düşüncemin arkasında da Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’yı konu alan “Blue” isimli bir belgeselin proje danışmanlığını yapmanız yatıyor. Nasıl bir proje oldu, bize bu konuda neler anlatmak istersiniz?
Doğru, yaptığım bütün işler okur olmak ile ilgili. Aldığım bütün pozisyonlar, yürüdüğüm bütün yollar iyi bir okur olma çabasının ürünüdür. Bu “hobi” meselesi, aslında toplumun kültürel bir arızası. Yani kültürle, sanatla ilgili işler yapıldığında bu işlerin “hobi” olarak tanımlanması… Aslında nedeni şu… Kültür ve sanatla ilgili yaptığımız işler, okumak, tiyatroya gitmek, sinemaya gitmek, sinemayla ilgilenmek ve bunun üstüne yazı yazmak, kitap yazmak ve benzeri bütün işler, toplumun genel algısında para kazandırmayan, hayatını sürdürmeni sağlamayan işler olduğu için olsa olsa bir hobi olur. Derler ki “Sen yine kitabını oku, yine sinemaya git, ama bir işin olsun.” Çünkü onlara göre bir iş değil yazar olmak, sinema eleştirmeni olmak, sanat eleştirmeni olmak. Toplumun genel algısında iş, mesaisi olan, paraya çevrilebilen, parayla karşılığı tanımlanabilen, toplumsal statüsü tanımlanabilen bir olgu. Öyle olunca da, sen şiir yazıyorsan tanımın şudur: “Bizim oğlan mühendis olacak ama hobi olarak da şiir yazıyor. Bizim kızımız tıp okuyor, hobi olarak da gitar çalıyor. Aman ona çok fazla zaman ayırmasın da, asıl işini yapsın.” Bunun gibi bir şey vardır. Bu toplumsal bir arızadır, toplumsal bir yaradır. Hobi tanımlamasıyla ilgili bunu söyleyebilirim. Yaptığım hiçbir şey hobim olmadı. Hobim nedir, işte onun da bir tanımı var: İnsanın kendi kültür dünyasının dışında farklı bir ilgi alanında kendini geliştirmeye çalıştırması, zihnini rahatlatması, bedenini dinlendirmeye çalıştırması. Bunun gibi şeyler. Mesela benim hobim turşu kurmak.
Blue, Güverte Film’in bünyesinde yapılan ve aslında tümüyle yönetmen Sertan Ünver ile yapımcı Suzan Güverte’nin ortak projesi, hayali olan bir iş. Her ikisi de benim eski çalışma arkadaşlarım. Yıllardır birlikte farklı farklı işlerde bir arada olduk, dolayısıyla her ikisiyle de gündelik sohbetlerimiz bu konular üzerineydi. Bu fikir öncelikle Sertan’ın zihninde oluştu. Bu heyecan kısa sürede Suzan’a da geçti. Blue, Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’dan yola çıkan bir belgesel. Hem bir dönemi, hem de müzikle sınırlı kalmayıp Türkiye’deki sanat üretim alanını, sanatta yaratıcılık denen şeyin zihindeki karşılığını ve toplumun bunun nasıl algıladığını sorgulatacak bir iş. Bir yandan da Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı gibi iki olağanüstü karakter ve müzisyeni bize tanıtacak bir belgesel. Şu anda çok küçük parçalar internet sitelerinde, ekip küçük küçük ipuçları vermeye başladı belgeselle ilgili. Oldukça iyi bir iş oldu.
Aklınızda başka neler var? Örneğin, seslendirme sanatçıları genelde tiyatrodan çıkma oluyor. Bir şekilde tiyatro ile bir bağlantınız var sizin de. Bir oyun ya da bir senaryo yazmayı düşünüyor musunuz? Ya da senaryolaştırmak istediğiniz öyküleriniz?
Kafamda çok kesinleşmiş, tanımlanmış şeyler yok. Sonuçta ben yazan bir kişiyim ve kalemimin yetişebileceği her yere doğru o kalemin ucunu sivriltip çevirmeyi seviyorum. Ama şu öykümü senaryolaştırayım, şunu sinema filmi yapayım gibi düşüncelerim yok. Benim dışımda gelişen durumlar oluyor tabii. Örneğin Kediler Güzel Uyanır’daki “Fil Mezarlığı” isimli üç sayfalık kısa bir öyküm, üç ayrı isim tarafından üç ayrı kısa film yapıldı. Bir tanesi İngiltere’de İngiliz oyuncularla, İngilizce çekildi hatta “Kısa film yapabilir miyim?” diye sordular bana, tabii ki dedim. Şaşırdım da o kadar kısa bir öyküyü tercih etmelerinden dolayı. İçsel bir öyküdür çünkü. Üç ayrı metotla çekilmiş, üç ayrı kısa film izlemiş oldum. Benim için de heyecan vericiydi. Bazen böyle şeyler oluyor. Bir tiyatro bölümü öğrencisi de, bir başka öykümden bir tiyatro oyunu yapmak istediğini söylemişti.Böyle durumlarda nasıl bir çerçeveden bakacaklarını öğrenip izin veriyorum. Ama benim şimdilik böyle bir düşüncem yok. Kafamda onlarca şey var. Masamın üstünde, defterlerde farklı farklı onlarca şey var. Onlar beni nereye götürürse…
Motto Müzik ile Youtube üzerinden Noktalı Virgül programını yapıyorsunuz. Her hafta Perşembe günü yeni bir bölüm paylaşılıyor. Motto Müzik ile hikayeniz nasıl başladı?
Motto Müzik oluşumunu yaratan ekip benim ile iletişime geçti. O ekibin içinde eski bir gazeteci arkadaşım Barış Akpolat da vardı. Timur Akkurt ile tanıştırdı beni. Oturduk sohbet ettik. Onlar bende o heyecanın olacağına inandılar. Ben zaten bu tip konularda çok delişmenimdir. Çok kısa bir sohbet gerçekleştirdik. Hep aynı şakayla söylüyorum; bir tahlil için doktora gidiyordum, dolayısıyla öğleye kadar aç olmam gerekliydi ve kan şekerim düşüktü ve kendimde değildim, dolayısıyla hemen kabul ettim. Tabii işin şakası bu. Türkiye internetle 1994-95 yıllarında tanıştı. Bunun üç dört sene sonrasında 97-98’de Türkiye’nin en önemli süreli e-dergilerinden AltZine’i başlatan kişiyim ve daha sonra ilk online yayınevi, çevrimiçi yayınevi AltKitap’ı projelendiren kişiyim ve oluşturan ekiptenim. Bu tip konularda önde adım atmayı, öncü olmayı ya da yarına dair bir projeksiyonun hesabını “burada” yapmayı severim. Youtube üzerinden yarın yapmak benim için heyecan verici bir şeydi. Aslında orada başka fikirlerimiz de vardı. Timur Akkurt ile çok başka şeyler konuşmuştuk. Zaman içinde de yapabiliriz. Motto’yu yapan ekiple çok çılgın şeyler de yapabiliriz, yaparız gibime geliyor hatta.
Neler yapabilirsiniz mesela?
Bilmiyorum (Gülüyor), sen de benden laf almaya çalışıyorsun. Ama yapabiliriz. Zaten yapılmalı da.
Yanılmıyorsam başka bir röportajınızda Youtube ve benzeri platformların daha özgürlükçü bir ortam olduğundan, amacınızın “yeteri kadar duyulamayan sesleri duyurmak” olduğundan bahsetmiştiniz. Bir “Youtuber” olarak internet televizyonu ve “Youtuberlık” ile ilgili deneyimleriniz ve görüşleriniz neler?
Bu sorunun cevabı bugün ham. Biraz pişmesi lazım. Demeye çalıştığım şey şu, henüz Youtube yayıncılığı ortamı tam olarak bir hedef, bir akış belirleyebilmiş durumda değil. Şu anda bir kakofoni var. Bu aslında sadece Youtube ile ilgili bir sorun da değil. Teknolojik gelişmeler dörder beşer yıllık dilimlerle ilerlerken son on yıldır artık gerçekten teknoloji üreticisinin bile yetişemeyeceği bir hızda ilerlemeye başladı. Sosyal medya dediğimiz şey, kendi içinde bile tahmin edilemeyen bir hızla ilerliyor.Bundan on sene önce “Bir mikroblog olacak, 140 karakter sınırıyla herkes yazacak” deseydik, birkaç kişi de derdi ki “Eh, fena olmaz, eğlenceli bir şey olur, bir iki yıl belli bir miktar insan takılır sonra unutulur, komik olur herhalde.” Yani tümüyle reddetmezdik ama büyük de bir beklentimiz olmazdı. Oysa bu düşünceyi, şimdi damarlarımızda yaşıyoruz. Uluslararası krizler çıkaracak, dünyanın en önemli devlet adamlarının açıklamalarını yaptığı bir şey var karşımızda. Kendileri bile bunu düşünemezdi. Bugün üstünden suç duyurusu yapılabilen bir platforma dönüştü. Bir özgürlük platformundan bir sansür platformuna, bir baskı mekanizmasına dönüşüyor. Çok ilginç şeyler oluyor dünyada. Bütün bunları düşünemezdik. Youtube üstü yayıncılık da daha tam olarak ne yapmak istediğini bilmiyor. “Tutorial”lar, “How to Use”lar var. Öğretici eğitici şeyler, insanların kendi evindeki “geyikleri” var. Şu var, bu var. Ve bütün bunlar da olmalı, bunlarda hiçbir sorun yok. Fakat bütün bunlar nasıl bir hedef kitle oluşturuyor, bu hedef kitleyle bu üretim nasıl bir ilişki kuruyor bunlar üzerine yoğunlaşmak lazım. Yoğunlaşıyorum. Çok da uzun bir cevap verip bütün söyleşiyi de buna bağlamak istemem. Ama şunu söyleyebilirim, şu anda bir kakofoni var ortada. Bu kakofoniyi de değerli buluyorum. Buradan da önemli bir “yarın yayıncılığı” çıkacağını düşünüyorum. Dilerim yanılmam.
Yine aynı programda, Şevval Sam ile yaptığınız söyleşiyi izlemiştim. Orada kendisine esprili bir şekilde “Müzik Oburu” demiştiniz. Bence bu noktada siz de bir “Sanat Oburu”sunuz. Birçok farklı konu ile ilgilisiniz ve neredeyse bu konuların hepsi ile ilgili bir şeyler yazıyorsunuz. Hemen hemen sanatın her alanından sayısız insanı da programlarınızda görüyoruz. Yalnızca soruları yönelten ve cevap bekleyen bir moderatör de değilsiniz, çoğu kez en az karşınızdaki kadar konuşuyor ve tartışıyorsunuz. Böylesine bir takip, başlı başına çok uzun ve meşakkatli bir iş. Her konuda söyleyeceğiniz içi dolu bir fikriniz, bir yorumunuz var. Her ne kadar Noktalı Virgül’de esprili bir şekilde bu özelliğinizin Youtube için iyi bir şey olmadığını söyleseniz de belki de asıldeğerli olan ve diğer insanlara yön veren bir özelliğinizdir bu. Belki de “Noktalı Virgül” gibi programların başarısı da burada saklı. Bu konudaki düşünceleriniz neler? Başarıyı değer anlamında söylüyorum; fakat ekonomik kaygıları da göz önünde bulundurmamız gerekir. Sizin yaptığınız programlara benzer programlar nasıl artar?
Aslında burada birkaç soru iç içe. Bana çok benziyorsun. En az benim kadar gevezeymişsin sen de. (Gülüyor) Bu fena değil. Kazaklarımız da benziyor, aslında biz bayağı benziyormuşuz.
İlk olarak “en az konuğun kadar konuşuyorsun” meselesinden başlayalım. Bu her zaman çok iyi bir şey değil. Bazen gerçekten de geveze anıma denk geliyor ve beni bile rahatsız ediyor daha sonra izlerken. Bunu söylerken de hiç çekinmiyorum. Ama bir yandan da şu var, yayıncılık denilen şeyin, televizyon üstünde olsun, gazete yayıncılığı ya da internet mecrası yayıncılığı denilen şeyin, birtakım klişeler içinde hapsolmasından dolayı da rahatsızlık duyuyorum. Bu klişeler nelerdir, eski BBC-TRT usulü: Bir sunucu olur, bir konuk olur, sunucu kısa bir şey sorar, konuk da yanıtını verir. Çok güzel bir şey değil mi bu? Tamam. Peki, bu metodun dışında başka bir şey olamaz mı? Örneğin ikinci bir metot şu olamaz mı: İki insan sohbet eder. Soru sormak, cevap almak falan filan değil: İki insan sohbet eder. Ben de, arkadaşım olan insanları kamera önüne oturtuyorum ve onlarla sohbet ediyorum. Biz sohbet etmeyi seven bir toplumduk. O duygumuza dönmemiz lazım. İkinci soruna gelecek olursak, dilerim artar. Umudum bu yönde. Bu konuda özellikle akılcı işler yapan sermayeye büyük yükümlülükler düşüyor. Bu yükümlülük tek sesli ezberlerin, klişelerin içine sıkışmamış bir yayıncılığın müjdesini verecektir. Sadece sohbet örneğinden yola çıkarak söylemiyorum bunu. Televizyona sen şimdi gitsen ve bir ulusal kanala, “Biz iki arkadaş yan yana oturacağız ve 4 dakika boyunca o günün yorumunu yapacağız” desen bunu kabul ettirmen çok zor değil mi? Ama bu, bir işe yatırım yapacak bir sponsorun çok hoşuna gidebilir ve sen bu 4 dakikalık şeyle, belki de ulusal kanallarda 4 saatte yapılamayacak, tartışma programlarından daha kaliteli ve daha çok sevilen bir iş üreteceksin. Böyle bir şeyin ayakta durabilmesi için en azından üç bacağın zemine oturması gerekiyor: İşi veren, işi alan ve işi seyreden. Benim bir umudum var.
Bir film izlediniz. Filmi çok beğendiniz. Hiç o filmin yönetmeni olmayı istediniz mi? Ya da çok beğendiğiniz bir kitabın yazarı? Hayranlıkla baktığınız bir resmin ressamı? Var olan çok iyi bir eserin sahibini “kıskanmak”. “Kıskanmak” derken ne demek istediğimi umarım anlatabiliyorumdur. Böyle bir hisse kapıldığınız oluyor mu? Acaba yaptığınız tüm işlerin arkasındaki motivasyonun kaynağı mıdır bu? Bu çok yönlülüğün arkasında çok yönlü bir hayranlık mı yatıyor?
Hayır, motivasyonumun kaynağı değil. Ama, bu durum için kıskanmanın dışında başka bir şey diyebilir miyiz diye düşündüğümde “gıpta etmek” diyebilirim. Çok büyük hayranlıklarım yoktur benim. Bir kişiye, bir yazara, bir yönetmene… “Onun yerinde olsam” diyebileceğim biri yoktur. Takdir etme duygum vardır. Bazen -buna gıpta etmek mi diyelim ya da utanmadan, çekinmeden kıskanmak mı diyelim bilemiyorum ama- öyle bir cümle görürüm ki, “İşte bu ya, çok iyi! Cümleyi çok iyi yerden yakalamış,” derim ve tekrar tekrar döner okurum. Ve bu çok güzel bir duygudur. İşte okur olmak zaten bu yüzden çok zevkli; ya da bir film okuru olmak, bir tablonun okuru olmak bu yüzden çok güzel. Çünkü o kıskançlık dediğimiz şeyi yaşadığımız anda zihnimiz müthiş patlamalar yaşıyor. Vücudumuzun kimyası değişiyor. Bütün her şeyimiz değişiyor. Kıskançlık dediğimiz şey bu anlamda aslında bizim gerçek hayat ile kurmaca hayat arasında ilişki kurduğumuz bir an. Bizim sanat dediğimiz o bütün evrenle niye ilişki kurduğumuzu anladığımız bir an. Çünkü sanat dediğimiz şey sayesinde biz gerçek hayattaki bir şeyi çok kısa bir sürede, bir başkasının anlatısı üzerinden anlamış ve özümsemiş oluyoruz. Bir tabloda örneğin, “Evet” diyoruz, “Gerçekten de fırtına ancak böyle anlatılabilirdi.” Ya da “Yalnızlık. Ancak böyle anlatılabilirdi.” Bir filmde bir sahne seyrediyoruz ve kendimizden geçiyoruz. Tabii ki ben de bu tür bir hayranlık duyuyorum, ama bu hayranlığı bütün hayatıma taşımıyorum. Hep söylemişimdir, bir yazara hayranlık duymaktan çok, yazarın bir cümlesine hayran olmak değerlidir benim için. Ama bu, hiçbir zaman bir motivasyon kaynağım olmadı. Ben yaptığım işleri sevilmek ya da övülmek için yapmıyorum, hayatı anlamak için yapıyorum.
Seslendirmelerinize geri dönersek, bu kadar başarılı olmanızın acaba hayat verdiğiniz o tüm karakterleri gerçekten yaşamak, onlar olmak, onlar gibi düşünmek isteyişiniz midir? Bir karakterin içine girmek ve bambaşka biri olmak, nasıl bir duygu?
Hayır, tabii ki değil. Bir psikoloji seansına dönüyor sanki söyleşi. (Gülüyor) Ayrıca asla bambaşka biri olmuyorsunuz, bir iş yaptığınızın bilincinde oluyorsunuz hep. Yani bu bir bilinç yitirme anı değil, çünkü seslendirme dediğiniz şey sadece mikrofon önü bir oyunculuk yapmak değil; aynı zamanda teknik bir süreci yönetmek ile alakalı bir şeydir. Konuşma ile ilgili teknik bir süreç vardır; diksiyon, artikülasyon, tonlama ile ilgili teknik bir süreç vardır. Bütün bunlara dikkat etmeniz gerekir. Senkron ile ilgili teknik bir süreç vardır; sesiniz seviyesiyle, tonuyla ilgili bir teknik süreç vardır ve siz bu teknik süreçlerle de uğraşırken kendinizi tümüyle kaybetmezsiniz. Dolayısıyla önemli olan, kendi bilinç düzeyinde o işi yapabilmektir. Ben hiçbir zaman herhangi bir karakterin -bu anlamda- içine girmedim, ben sadece işimi yaptım.
Sanatın her alanında olduğu gibi sinemada da her ülkenin farklı farklı özellikleri ve kamerayı farklı kullanışları vardır. Türk Sineması’nın karakteristik özellikleri nedir sizce? Nasıl bir sinemadır Türk Sineması?
Sorduğun soruyu tabii ki teknik olarak değerlendiremem, bu benim haddim değil. Ancak hikaye olarak belki bir yorum yapabilirim. Bu dönem dönem değişen bir şeydir. Türk sineması aslında Türkiye’deki edebiyatın hikaye anlatma disiplinlerinden çok da uzak davranmamıştır. Çünkü bu yaratıcı kuşaklarla ilgili bir şeydir. Nasıl ki edebiyatta 70’li yıllar daha toplumcu gerçekçi hikayelerin anlatıldığı bir dönemse, sinemada da bu durum böyledir. 80’li yıllar bir baskı sonucu bireyin içe dönüşüyse, bu bireyin içe dönüşünün karşılığını sinemada da görürüz. 90’lı yıllardan itibaren yeni bir yönetmen kuşağının gelmesiyle beraber bireyin kendi kaynaklarını arayışını, yani içinden ü çıkabilmek için önce kendini oluşturan bütün bir atmosferi ve coğrafyayı tanıma sürecini, tıpkı edebiyatta olduğu gibi sinemada da görürüz. Dolayısıyla kuşakların sanatsal üretimlerini, yaşadıkları dönemin dinamiklerinden uzakta düşünemeyiz. Türk sinemasında da kabul gören anlatıların çoğu yaşadıkları dönemin dinamiklerini yansıtan örneklerdir. Ama genel olarak Türk sineması şöyle bir sinemadır ya da teknik olarak şöyle olması gerekir gibi bir yargı açıkçası benim haddim değil.
Belki izleyici ile büyüyen ve gelişen bir sanat olduğu için, temelinde toplu bir aktivite olduğu için çelişecek, ama ben sinemanın oldukça kişisel olduğunu da düşünürüm. Hem yönetmen için hem de izleyici için. Bir film her izleyicide aynı etkiyi yaratmaz. Ve bir noktada da şehirler ile özdeşleşir, kişinin yaşadığı şehirle, o şehre ait anılarla. Böyle bir iz de bırakır kimi zaman. Sizin şehirlerinizden konuşacak olursak, sizin İstanbul’unuzu ve sizin Ankara’nızı anlatan filmler var mıdır? Hangi filmlerdir onlar ve neden o filmler o filmlerdir?
Yok. Gerçekten yok. Hiçbir zaman hiçbir filmi “Benim İstanbul’umu anlatan bir film bu” diye düşünerek izlemedim. Yani kendimle bir ilişki kurarak benim İstanbul’umu, benim Ankara’mı ya da benim gençliğimi, benim askerlik yıllarımı, benim ilk aşkımı anlatan bir film diye izlemedim hiçbir zaman. Okuduğum bir kitapta da bunun karşılığını aramadım. Elbette çok güzel örnekler vardır. Özellikle de İstanbul. Tabutta Röveşata’yı (1996) seyredip Hisarüstü’nü hatırlamamak ve oranın ruhunu yakalamamak mümkün mü? Ama doğrudan “ben” ilişkisi kurduğum bir film yok.
Bir röportajınızda “Citizen Kane (1941) bana bir roman yazdırdı” demiştiniz. O romanın ismi de İçimde Kim Var. Filmler ile kitaplar. Bildiğim kadarıyla en sevdiğiniz filmlerden biri Rashômon (1950). Ben çoğu zaman Borges’in “Yolları Çatallanan Bahçe” isimli öyküsüne benzetirim o filmi. Ayrıca okuduklarımızın, izlediklerimizin, gördüklerimizin, çizdiklerimizin insanın kişiliğine yön veren asıl şey olduğuna inanırım. Hangi filmler, Yekta Kopan’ı Yekta Kopan yaptı? Ve yapıyor: Özellikle son dönemde, yerli yabancı takip ettiğiniz filmler neler ve yönetmenler kimler?
Bu da dönem dönem değişmiştir benim için. Amarcord‘u (1973) ilk izlediğimde -Türkiye’ye ilk geldiğinde izlemiştim, o zaman ben 14 yaşındaydım- aklım beynim uçmuştu. Gerçekten çok etkilenmiştim, defalarca izlemiştim sonra da. Sonra, 15-16 olduktan sonra, Amarcord’un da verdiği heyecanla -kitabı da çıkmıştı, onu da okumuştum- Fellini dünyasına girdim ve “Aman Tanrım, neler oluyor!” dedim. 8½’u gördüğümde de böyle bir tepki vermiştim. Dolce Vita’yı (1960) ve diğerlerini de. Bir dönemime damgasını vurmuştu Fellini. Fellini’yi keşfedince Fellini ile sınırlı kalmıyorsun ve “Bu adam, falanca dönemde bunları yapıyorsa, onunla aynı dönemde üretenler ne yapıyordu acaba?” diyorsun ve örneğin Visconti’ye bakıyorsun, Antonioni’ye bakıyorsun. Truffaut ile tanıştığımda da yine aklım uçmuştu, haydi bu sefer de Fransız sinemasına. Benim şöyle bir huyum var, Dostoyevski okuduğumda kendimden geçtiysem, Dostoyesvki bitene kadar durmam. Film için de böyledir. Örneğin Hitchcock. Hitchcock beni ilk hangi filmiyle vurdu hatırlamıyorum ama o dönem -biz video kaset çocuklarıyız- hep “Oradan çek, buradan al, TRT’de izleyebiliyorsan izle, bunun takipçisi ol,” şeklinde geçti. “Şu beni çok etkiledi ve ben o sayede şöyle oldum,” diyemem. Dönemlerim var. Bir dönem bir yönetmenin peşinde ya da bir sinema tarzının peşinde, başka bir dönem başka bir yönetmenin peşinde ilerlemişimdir. Bazen bir oyuncunun peşinde ya da bir senaristin peşinde koştuğum oluyor.
Yakın zamanda… Gerçekten burada da çok film var. Ama iki film söyleyebilirim: Kış Uykusu (2014) ve Torino Atı (2011). Bu iki film, beni çok kişisel nedenlerle çok başka yönlerden etkiledi. Hikayesini iyi anlatan, dürüst, popüler ya da popüler olmayan her türlü filmin de takipçisi olmuşumdur. Buñuel, Fassbinder gibi yönetmenleri takip ederken aynı dönemde bir yandan da Süpermen’in yeni filmini bekliyordum. Örneğin çocukluğumda, yetmişli yıllarda Tarkan ve Kara Murat serilerinin birini bile kaçırmamışımdır. Ankara’da Karınca Sineması’nda oynardı. Annemle babama yalvarırdım götürmeleri için. Bugün bile televizyonda göreyim kaçırmam sonuna kadar seyrederim. Bir de kopyalarını iyileştirseler çok iyi olacak,.
Son olarak da platformumuza değinelim; Fil’m Hafızası’nı takip ediyor musunuz? Çalışmalarımızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Elimden geldiğince takip ediyorum. Şimdi en büyük merakım şu: Acaba bu söyleşiyi yayımlayacaklar mı? Ben olsam bu kadar uzun bir söyleşiyi yayımlamazdım herhalde. İki saattir konuşuyoruz yahu… (Gülüşmeler)