Bir. İki. Üç… On iki. On iki.
On iki!
Ucunu hangi yöne çevirmiş olursa olsun, evet; tarih, tekerrürden ibarettir. Çünkü “başlangıç” ve “son”, her hikâyenin kaderidir ve bir döngünün olmazsa olmaz parçalarıdır. Fakat, ya feleğin tekeri bir gün çukura takılır ve döngü, yoluna devam etmezse? En yükseğe çıkan ok gibi, hikâye de nihayetinde “son”un yer aldığı düzleme düşerse? Birden başlayıp ikiye, üçe doğru akan zamanın çapası on ikiye gelindiğinde suya atılıyor; canlılık, geçmişin çağrısına uyarak gerisin geri başladığı noktaya, yani kendi sonuna yol almaya duruyor. İşte her şeyin bir an için durduğu o daracık vakitte bir efsane doğup ona biçilen ömrü yaşıyor: Her şeyin hızla sona, tükenmeye, bitişe doğru ilerlediği bir Moğol hikâyesini anlatıyor büyükbaba: Khadak’ın (2006) hikâyesini.
Başlangıcını bir sonla yapmayı tercih eden filmlerin sayısı son derece fazla olsa da Kadak’ı diğer yapımlardan ayıran, kurgusunda yer alan her bir küçük senaryonun, nihai bir kader gibi “son”a, üstelik yeni başlangıçlara gebe olmayan kısır bir noktaya doğru ilerliyor olması. Bu özelliğiyle film, başlangıçlardan ziyade sonların hikâyesini anlatıyor; sekanslar arasına açıklanmayı bekleyen üç noktalar bıraktığı gibi cümlelerin sonuna da bir o kadar kesin hatlı noktalar koyuyor. Bir efsanenin öyküsü olmasıyla da edebiyat alanına yakınlığını gözeterek bir kitap benzetmesi ile açıklayacak olursak, her cümlenin başında bir küçük harf duruyor, kendinden önce bir cümlenin daha varlığına işaret eder gibi. Dolayısıyla başlangıç cümlesi dahi, tükenmiş bir öykünün devamını temsil ediyor; bu öykü, o tek cümlenin içinde yeniden diriliyor, büyüyor, geçmişe gidip geliyor, sonsuzluğa kadar genişleyip yine dünyaya iniyor… Yani üç noktanın içine sığan ne varsa kaderini yaşıyor ve ardından yekpare bir noktaya dürülüp öyküyü sonlandırıyor. Bu nedenle Khadak’ın kurgusunda döngüler, uzun soluklu yaşayamıyor. Nitekim açılış sekansı da karşımıza çıkacak öykünün nereye doğru gittiğini ima eder nitelikte: Bir masa üzerinde sonradan başkarakterlerden biri olarak tanıyacağımız Zolzaya durur. Başlangıcın ilk sayısı olan birden ileri doğru saymaya başlar. Ama on ikiye geldiğinde sayılar tükenir. On iki kendini, üç defa tekrar eder ve cümlenin sonuna nokta konulur.
Nefesi Durdurmak, Tarihi Kesmek
Hikâyenin yeni paragrafı, kurgunun da merkezinde olan Bagi ile devam eder. Yaşlı bir kadın, Bagi’ye anne ve babasının nasıl tanıştığını, nasıl bir aile kurup Bagi’ye sahip olduklarını ve sonunda da ne yazık ki, bir pilot olan babasının nasıl öldüğünü anlatır. Art arda gelen sayılardan sonra “son”un ikinci hikâyesi de budur. Bagi’nin anne ve babasının soyu, orada kaderini tüketmiştir. Eşini kaybettikten sonra babasıyla birlikte Moğolistan’ın taş gibi katı çöllerinde, küçük bir göçebe köyde yaşamaya başlayan annesi, Bagi’yi tek başına büyütmeye başlar. Yaşı ilerledikçe hisleri keskinleşen Bagi, bir gün koyun sürülerinin içinde bir tane koyunun eksik olduğunu fark eder. Kayıp olan koyunu aramaya gideceğini söyleyerek köyden uzaklaşır. Bir süre sonra yerde hareketsiz duran koyunu bulduğunda çok tuhaf bir olayla sarsılır: Ansızın gözlerinin önüne yurtları (çadır ev) gelir, alevler içinde yanmaktadır ve etrafındaki her şey de bu yangının içinde can verir. Hiçbir şey yapamaz Bagi; şiddetle titremeye başlayan vücudu kriz geçirir ve oracıkta bilincini yitirir. Gözlerini açtığında kendini yurtlarında güvenle yatarken bulur. Etrafında dedesi ve annesi vardır ve onu kendine getirmeye çalışıyorlardır. O sırada dedesi, dışarıdan bir Kam (Şaman) bulup getirir. Belli ki buradan sonrası ilaçların sınırının ötesinde, yani ruhani boyutun alanındadır. Şaman kadın, Bagi’ye hasırdan bir kırbaçla vurarak bağırmaya başlar. Burası, filmin realizm ve büyülü gerçeklik olmak üzere ikiye ayrıldığı noktadır.
Bir çeşit kırılma noktası da diyebileceğimiz bu noktada artık Bagi’nin zihninin içine gireriz ve gerçekliği ikiye böleriz: Bir yanda efsanelerin kehanetini gerçekleştirmek üzere işleyen bir kader, diğer yanda öngörüler yoluyla geleceğe yapılan gidiş gelişler… Metafizik alanın sınırlarında olan bu iki yol, fiziksel dünya ile kesiştiği anda da Bagi birden çok yerde ve ayrı zamanlarda, aynı anda nefes almaya başlar. Hem çadırın içindeki yatağında kendinden geçmiş olarak yatmakta, hem de dışarıda karların arasında soluk soluğa koşmaktadır. Şaman dualar okur, bağırır, Bagi’nin zihnini görmeye çalışır; Bagi ise bedeninden çoktan sıyrılmış, sınırsız bir dünyada gelecekle yüzleşir. Gerçeğin bittiği, düş gücünün ya da sanrıların başladığı sınır neresidir peki? Bagi, hangi “an”ın içinde gerçektir?
Her ne kadar gerçekleşen felaketler, başlarına gelen kötü olaylar için kehanetlerin hayat bulduğu büyülü bir efsaneyi “gerçek” kabul etse de geçirdiği krizler ve bilinç kayıpları, Bagi’nin zihinsel açıdan sağlıklı olmadığını gösterir. Bu da paralel iki doğrultuda ilerleyen kurgunun, iki şüpheyi ve olasılığı da beraberinde taşıması ile sonuçlanır: İnançların çizdiği bir dünya ve sağlıklı olmayan bir zihinle karşı karşıya olunduğu gerçeği. Takip edilen yola göre bambaşka yorumlara açık olan filmde tercih, biz izleyicilere bırakılır. Öte yandan Bagi’nin hastanede tedavi sürecine alınan sanrıları, zihninde öyle etkileyici bir efsane diliyle canlanır ki, gerçeği bile bile hikâyeye, kurgusal olana inanmayı tercih ederiz. Büyülü gerçekliğin (magical realism) güzelliği ve işlevi de budur; hayal gücünü etkisi altına alır, bir uçan halıda aklın alamayacağı yerlere onunla seyahat eder. Esasında bir modern zaman eleştirisi olan Khadak’ın kurgusu bu büyülü gerçeklik etrafında örülü olduğundan Bagi’yle hareket ederken iki paralel yol arasında, gerçek olmayandan keyif almamız da nitekim aynı sebepten ileri gelir.
Bagi kendine gelip toparlandıktan sonra dedesiyle aralarında geçen bir konuşma, çizilen paralel yolların Bagi için anlamına mercek tutar. Bu konuşmada dedesi, atalarının geçmişten gelen ruhlarının onu çağırdığını, bu nedenle bilinç kayıpları yaşadığını söyler Bagi’ye. Eğer o seslere kulak vermezse de sonunda onu ölümün beklediğini, bunun evrensel bir kanun olduğunu anlatır. Bagi ise buna inanmayı reddeder. Zihni, yaşadığı bilinç kayıpları sırasında açıklayamadığı bir başka boyutu deneyimlese de babasını kaybetmesi, koyunlarının ölmesi gibi başlarına gelen kötü olayların, böylesi bir evrensel kanun sonucu olduğunu kabul etmez. Çünkü onun büyülü gerçekliğinde rasyonel bir arayış vardır. Oysa dedesi, geleneksel düşünce yapısının oluşturduğu mistik inançlar üzerine yaşamını kurmuştur. Doğumun ve ölümün, taşın ve toprağın, hayvanın ve bitkilerin nedeni, görmeden kabul edip inandığı bu bilinmez mistik alanda yatar. Bir insan olarak kendisi de bu doğal dengenin bir parçası olduğu için kendi tarihi de aynı döngünün içinde yazılıdır. Dolayısıyla doğal kanunlara kulak vermemek, tarihi kısır bırakarak zamanın ilerleyişini durduracaktır.
Modernizmin İthal Korkuları
Kurgu bu şekilde ilerleyedursun, biz “son”ların öyküsüne dönelim. Bagi’nin bulduğu cansız koyun, sürünün yaklaşan kaderine de bir öngörüdür. Bu olayın gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra şehirden bir grup görevli gelip köyde bulaşıcı bir hastalığın baş gösterdiğini ve bir an evvel köyü terk etmeleri gerektiğini söyler. Bagi’nin annesi köyü bırakıp nereye gideceklerini sorduğunda görevli endişelenmemeleri gerektiğini, gidecekleri yerde barınakları olacağını ve onlara iş verileceğini söyler. Bir fırsat gibi sunulan bu teklif, aslında zaten köklerini saldıkları bir barınakları, kendi ürettikleriyle geçindikleri bir düzenleri, kendilerine ait işleri olan bu insanlar için bir esaret kılıfı değil midir? Modern yaşama yöneltilen ilk eleştiri oku da konuşmanın burasında karşımıza çıkar. Devam eden, denge hâlindeki bir doğal süreç içerisine, döngüdeki en önemli unsur olan yaşama karşı dışarıdan bir “korku” aşılanmıştır. Aşının mayası tuttuktan sonra da korku büyümüş, savaşılması yahut kaçılması gereken bir şey boyutunda algılanmaya başlamıştır. Sonucunda da kaçıştan başka çare olmadığına inandırılan insanlar köklerinden, tarihlerinden, geleneklerinden, hikâyelerinden, kısacası benliklerinden kopma pahasına hayatta kalmayı tercih ederek yurdu hayvan sürüleriyle birlikte bırakır. Ufku gökyüzüne karışan çöl topraklarından ayrılıp kendi elleriyle dört duvarlara teslim olur ve aslında dedenin sözünü ettiği, atalarının ağzından kehaneti fısıldayan o seslerin çağrısına kulak tıkarlar. Sonuç, kendi inançlarına göre ölümdür; ama bir an için bunu unutmuşlardır! Topraklarına ithal gelen bir “korku” unsuru, inançlarına bir kez dokunduğu anda tarihlerinin yazılı olduğu döngüyü kendi rızaları ile durdurmayı göze almışlar, sözde bir hastalığın bulaşmış olduğu hikâyeye son vermeyi kabul etmişlerdir. Böylece yaşamsal bir döngünün, daha doğrusu toplumsal bir düzenin daha “son”u gelmiştir.
Khadak’ı özgün kılan en önemli özelliklerden biri de burasıdır; zira hikâye, yaşam tarihinin en uzun soluklu döngüsüdür ve içinde nefes alan bir canlının ömrü tükendiğinde o son nefes, bir başka canlıyı hayata getirir, böylece yaşamın hikâyesi asla son bulmaz. Ancak Khadak’ta ölüm, kati bir son olarak yaşanır ve hikâyeler de bu sondan nasibini alır. Ve hikâyenin tükenmesi demek, yaşamın da durması demektir. Filmde ölen canlının herhangi bir hayvan değil, sürüye ait bir koyun olması da sürünün devamına, yani topluluğa, doğal çoğalmaya, yaşam döngüsüne ket vurulacağının işaretidir.
Nitekim yurtlarını terk etmelerinin ardından hayatlarındaki bozkır defteri kapanmıştır artık. Bir felaket senaryosuna inanmışlardır; oysa felaket, bu senaryonun kendisi olmuştur. Bundan sonraki yaşamlarında kırsal hayatın gelenekselci ve mistik inançlara dayanan kolektif yaşam biçiminden, modernizmin parçaladığı, bölüp ayrı paketlere ayırdığı bireysel yaşama geçişi görürüz.