Her biri parmak izimiz kadar eşsiz ve sonsuz olasılığa açık kaderlerimize rağmen kabul etmeliyiz ki tarih, kaçınılmaz olarak tekerrürden ibarettir; çünkü dilleri, ırkları, renkleri, inançları her ne kadar farklı olursa olsun en az iki insanın bir araya geldiği ortamda doğal bir ilişkiler stratejisi doğar. Buna göre bireyin ilk olarak karşısındaki gücü tanıması, ardından onu, kendi potansiyel gücü ile mukayese etmesi ve son olarak kendini, ötekinin gücü karşısında konumlandırması, bu stratejinin değişmez aşamalarıdır. Bireylerin mikro boyuttaki ilişkilerinden hareketle devletlerin birbirlerini tanımaları ve yönetimleri de bu stratejinin makro boyutunu oluşturur. Eski Yunan’da bireyin meydana (agora), meydanın da kamuya mâl olduğu polis adlı şehirler de nitekim aynı iskele üzerine inşa edilmiş stratejilerle yönetilmiştir. Ancak makro boyuttaki bu dev yönetimler, başta binlerce kişiyi kontrol etmek, yönlendirmek, onların istihdamlarını ve iskânlarını sağlamak olmak üzere ticaret, hukuk, aile kurumlarını düzenleyen ayrıntılı sistemlere sahip olmak zorundadır. Dolayısıyla Aristoteles, polis’lerin yönetimi anlamına gelen politika için “en üstün sanat” ifadesini kullanır; fakat her sanat alanı gibi politikanın da kitleleri etkileme, manipüle etme ve gücünü kötüye kullanma noktalarında, dokunduğu tehlikeli sular bulunur. İranlı yönetmen Marjane Satrapi’nin, Vincent Paronnaud’la ortaklaşa kurguladığı 2007 yapımlı animasyon Persepolis, başka ifadeyle bir Pers şehri öyküsü, politikanın bu tehlikeli yüzüne yöneltilmiş sivri ve sert bir eleştiri okudur.
Politika bilimcisi Andrew Heywood’a göre politika, en genel tanımıyla “bir araya gelerek bir topluluk meydana getiren insanların, çatısı altında oluşturduğu, koruduğu ve biat ettiği kurallar bütünüdür.” Bu tanımda vurgulanması gereken nokta, insanların kendi rızalarıyla bir araya gelmiş olmaları ve yönetim organizasyonunu sağlayan kurallara yine bu rıza ile uymaları, kuralların yaptırımlarına bir bakıma göz yummalarıdır. 70’lerin sonunda Şahı’nın devrilmesini, çok geçmeden de İngilizlerin sömürge planlarının bir parçası olarak Humeyni tarafından şeriat yönetiminin getirilmesi sürecini ve halkın çeşitli kesimlerinin bundan nasıl etkilendiğini anlatan Persepolis, Heywood’un tanımındaki her bir ifadeyi ele alan geniş bağlama sahiptir. Dolayısıyla inceleme alanını, politikanın kitleleri etkileme gücü ve yöntemleri üzerine daraltmak, ideoloji kavramı etrafına şekillenen bir analiz için faydalı olacaktır.
Film, Marjane’in küçüklüğü ile başlar; bununla birlikte tüm kurgu boyunca hikâyenin anlatıcılığını da yapar Marjane. Aynı adlı çizgi romandan uyarlanan film, edebi anlamda bildungs-roman türünün özelliklerini yansıtırken Marjane’in çocukluk saflığından yetişkinlere özgü isyana, sorgulamalara ve olgunluğa geçişi ile İran halkının naiflikten acımasızlığa doğru sivrilmesi paralellik gösterir. Bu anlamda Marjane’in yaşadığı duygusal ve psikolojik gelişim, İran tarihinde hem zuhur bulmuş hem de tekerrür etmiştir. Burada İran halkı için kullandığımız “naif” ifadesi boşa değildir; zira Marjane’in Şah yönetimi için düşündükleri ve hissettiklerini, genel bakış açısının temsili bir örneği kabul edersek başlangıçta küçük kızın çocuksu bir edayla Şah’a duyduğu hayranlığı dile getirmesi, tarihi objektifte halkta da hayretle karışık benzer bir etkilenmeye işaret eder. Ailesinin, Şah’ın yaptırımlarını eleştirdiği bir ortamda Marjane, açıkça Şah’ı sevdiğini söyler. Dahası, derste öğretmenleri Şah’ın “Allah tarafından seçildiğini” anlatmıştır. Burada Marjane ve yaşıtlarının inançlarını oluşturan, şekillendiren ve kuvvetlendiren iki unsur üzerinde durulmalıdır: eğitim kurumları ve ilahi yetki.
Politika kavramını açıklarken karşı karşıya gelen iki gücün, birbirini mukayese etme aşamasından söz etmiştik. Bu aşamada güçlerden üstün olanı, topluluğun doğal otoritesini teşkil eder. Siyaset bilimcilere göre bu otoritenin meşruiyet kazanması üç yolla gerçekleşir: karar verme, gündem düzenleme ve düşünce kontrolü. Bunlardan ilk iki yöntem belirli bir elit zümrenin, azınlıklar üzerine fiziksel şiddete kadar varan doğrudan bir baskı kurması biçiminde gerçekleşir. Düşünce kontrolü ise otoritenin, kendisine bağlı kurum ve kuruluşlar, bunun yanı sıra toplumun dokusunu oluşturan din, inanç, milliyetçilik, gelenekler gibi bütünleştirici ve harekete geçirici unsurları birer kanal olarak kullanır. Marjane’in ifadesinde değindiğimiz iki unsur bugün hemen her politik oluşumun, kitleleri yönetmede kullandığı bir ideolojik araçtır. Yönetimin meşruiyeti din ve inanç üzerine temellendirilmiş, yasal eğitim kurumlarında bu temel öğretilerek meşruiyet kuvvetlendirilmiştir. Buna göre “Şah’ın yönetme yetkisi sorgulanmaz bir güç olan Tanrı tarafından verilmiştir” ve “öğretmenlerin söyledikleri mutlak doğrudur”. Bu algının oluşturulması, inançlarına bağlı, gelenekçi toplumlarda etkili bir politik stratejidir. Çünkü salt düşünceye bağlı ülkü ve ideolojilerin insan hayatına etkisi, görece soyut ve bireysel seviyede kalırken inanç ve geleneğe dokunan söylevler, etkilerini günlük yaşantıda doğrudan gösterir. Gelenekçilik, fikirleri takip etmektense inançların yaptırımlarını uygulamayı tercih ederler.
Düşünce kontrolü yönteminin maşa olarak kullandığı bir başka unsursa milliyetçiliktir. Marjane ortaokula başladığında her sabah “vatan uğruna şehit olanlar” için ritüel şeklinde temsili bir tören düzenlenir. Bu törenin gösterildiği sahnede bütün öğrenciler tek tip kıyafet giymiş, aynı anda ellerini göğüslerine vururken verilen anonsta şu sözler işitilir: “İran’ın oğulları, savaş en iyi çocuklarımızı öldürdü. Yakında gerçek onların kanlarından doğacak. Kimin için öldüler? Bizim için, bizim için!” Peki, uğruna ölünen bu “vatan”, bünyesine kimleri kabul etmekte ve kimleri hariç tutmaktadır? Cihat çatısı altında ortaya sürülen savaşın iki kutbunda hangi güçler vardır? Yoksa “telef olma” gerçeği, şehitlik ve fedailik mertebeleri ile mi gizlenmiştir? Öğrencilerin, sorgulamadan birlik içinde yaptıkları bu harekette bir başka ortak nokta, bakışlarında bu soruların yanıtsız kalan boşluğudur.
Milliyetçilik duygusunun medya kanalıyla manipüle edildiği bir başka önemli sahnede Marjane, annesi ve komşuları Nassrine’i masada otururlarken görürüz. O sırada, konuşmalarını dinlemeden önce bir radyo konuşmasına yer verilir: “Askerlerimizin kahramanlıkları meyvesini verdi (…) Şehitlerimizin kanı kutsal topraklarımızı suluyor. Bununla umutsuzluk çöllerinde çiçekler açacak. Şehit olarak ölmek, toplumun damarlarına kan vermektir.” Ulusal radyoda çağrı niteliğinde yayınlanan bu konuşma, İran-Irak arasındaki savaşı halkın bilinçaltında haklı ve gerekli göstermek için “kutsal topraklar” gibi ifadelerle milli değerleri yücelterek gösterirken bu topraklar için ölmeyi –ki bu ölümlerin çoğu, gerillalar dolayısıyla sivil halk tarafına yaşanmıştır- dini boyutta da yüceltmektedir. Böyle bir bağlam oluşturulduğunda bir yandan savaş, kendine bir haklılık payı çıkarır, diğer yandan bu uğurda ölmek, vatani bir görev duygusuyla gereklilik bilinci uyandırır. Oysaki filmin başında İran Şahı’nın İngilizlerle yaptığı işbirliğinden de anlaşıldığı üzere otoritenin önceliği ne kutsal topraklardır ne de şehitlik mertebesi…
Radyodaki açıklamanın ardından Nasserine, henüz on dört yaşındaki oğlunun da savaşa çağrıldığını üzülerek anlatır. Fakat Nasserine’in üzüldüğü esas nokta, vatanını müdafaa için oğlunun kendini feda etmesi değil; bir eğitim kurumu olan okulda, aslı olmayan vaatlerle çocukların zihinlerini kontrol etmeye çalışmalarıdır. Zira çocuklara birer anahtar verilmiş, eğer savaşta ölecek olurlarsa bu anahtarla cennete girebilecekleri söylenmiştir. Ayrıca cennette “kadınların ve yiyeceklerin olduğu” vaat edilmiş, bu da doğal olarak ergenlik ve delikanlılık çağındaki çocukların “ilgisini çekmiştir”. Bu vaatlerin okulda, devletin resmî çalışanları olan öğretmenler tarafından verilmesi, üstelik dini değerlere dayandırılması, her bir ifadenin doğruluk ve geçerlilik algısını da artırmaktadır. Böylece otoritenin yaptırımları, sivil halkı savaşa sürüklemesi, her şeyden önemlisi de neden olduğu tüm yıkımlara, ölüm ve acıya rağmen “savaş”, popüler anlamda meşruiyet kazanmış olur.
Belki etkileri, karar verme ve gündem düzenleme yöntemlerinin fiziksel sonuçları kadar gözle görülür düzeyde olmasa da ideolojiler, inançlar ve geleneksel ritüeller yoluyla kitleleri harekete geçiren, deyim yerindeyse sinsi yöntem düşünce kontrolü, meyvelerini uzun dönemde daha şiddetli ve geniş bir kesime yayılmış şekilde verir. Ne yazık ki bu sonuçtan etkilenen, yalnızca bireyler ve belirli zümreler değil, nesiller olmaktadır. Nitekim Marjane de yetişkin bir kadın olduğunda, henüz çocukken eğitim-öğretim yoluyla bilinçlerine yapılan müdahale sonucu geri dönüşü olmayan bir şekilde kaybettikleri değerlerin, bireysel varlığının ve haklarının farkına varır. Bu noktada da artık yüzlerce kişinin mağduriyetine sebep olan sözde İran devriminin tüm etkilerine rağmen zihinsel bilinç anlamında nihayet kendi devrimini gerçekleştirmiştir. Fakat başta da dediğimiz gibi, tarih tekerrür etmeye meyillidir; zihinleri uyuşturulmuş, düşünce kontrolünün telkinleriyle belli inançlara ve düşünce biçimlerine yönlendirilmiş nesiller, kalıtsal bir miras gibi bu politik stratejiyi bir sonraki nesle aktaracak, politika sanatı aynı tabloyu farklı renge, zamana ve mekâna boyayacaktır.