Richard Linklater’ın neredeyse yok denecek bir bütçe ile harikalar yaratabileceğini kanıtladığı filmi Tape’in (2001) başrollerinde Ethan Hawke, Uma Thurman ve Robert Sean Leonard yer alıyor. Tek mekânda geçen, karakterlerin hayatlarının yalnızca bir buçuk saatini bizlere sunan, adeta bir el kamerası ve bir güvenlik kamerası ile çekildiğini düşündürten Tape; oyunculukları, konusu, içerdiği alt metni ve omuzlarına yüklendiği felsefi ve psikolojik değerleri ile kısıtlı olan bütçesini unutturup sizi düşünmeye sevk ediyor.
Lise yıllarından beri arkadaş olan Vince (Ethan Hawke) ve Jon (Robert Sean Leonard), Michigan’da bir otel odasında buluşurlar. Son derece sıradan bir diyalogla başlayan bu görüşme, sonraları oldukça ilginç bir hâl alacaktır. Sıradan olduğunu düşündüğümüz diyaloglar, Vince ve Jon’un iki farklı uçta yer alan kişiliklerini algılamamızda ve daha sonra gelişen olaylarla filmin bizi ters köşeye yatırmasında önemli bir faktör olacaktır. Kişilik karşılaştırmalarında Vince, toplumun geneline göre fazlasıyla aykırı bir tipken tam tersine Jon, görünüşte toplumun onaylayacağı naif karakteriyle göze çarpar. Bir süre Vince’in hayatında yaptığı yanlışlar üzerine, Jon’un Vince’e verdiği tavsiyeleri, yani Vince’in nasıl daha iyi bir insan olabileceğini dinleriz. Bu da bize yedirilen karakter örgüsünün bir diğer yanıdır. Kısaca Linklater, sarkastik karakterler sunarak toplumun kurallarına laf çarpmayı ihmal etmez.
Diyaloglar ilerledikçe Vince’in, Jon ile olan ve alttan alta bir detektif edasıyla yaptığı konuşmaların ardında gizli bir hedefi olduğunu öğreniriz. Amaç, Vince’in lisedeki kız arkadaşı olan Amy’ye (Uma Thurman) tecavüz ettiğini Jon’a itiraf ettirmektir. Tabii ki bu sırada Vince, ses kaydı yapmaktadır. Daha da ilginci Amy’yi de çağırmıştır ve bir süre sonra o otel odası bir çeşit psikolojik cehennem hâlini alacaktır.
Bir savcı olan ve kesinlikle bu mesleğini karakterine ve yaptığı diyaloglara yansıtan Amy’nin de otel odasındaki cehenneme dâhil olması ile birlikte Vince ile Jon’un arasındaki kişilik farklılıkları izleyicinin gözünde tepetaklak edilir. Vince, ilk başlarda şiddet yanlısı, uyuşturucu satıcısı bir alkolik imajı verir ve izleyicinin Vince’e karşı önyargılı olması sağlanır. Jon ise ağırbaşlı, kötü alışkanlıklara sahip olmayan imajıyla akıllarda yer edinir. Zamanla kimin “iyi”, kimin “kötü” olduğu üzerine izleyicinin sahip olduğu keskin düşünceler bulanıklaştırılmaya başlanır ve filmin sonuna doğru da yok edilir. Amy’nin de katkılarıyla izleyicinin dış görünüşe dayalı önyargılarıyla kurduğu ahlâki düzende sorgulamalar ve bu sorgulamaların sonucunda da kırılmalar yaratılmaya çalışılır. Çoğu zaman bu üç arkadaşın(!) arasında kimin haklı, kimin haksız olduğunu anlamakta zorluklar yaşatılır izleyiciye; hatta film boyunca bu konu hiçbir şekilde belirgin bir çözüme ulaştırılmaz. Diğer bir deyişle Jon, Vince ve Amy’nin yüzleşmesi hiç de sıradan sayılabilecek bir nitelikte değildir. Zaman zaman konu çözüme çok yaklaştırılır, karakterler birbirini sorgularken köşelere en yakın şekilde sıkıştırılır. Ama sonuç her daim izleyiciye bırakılmış durumdadır. Karakterler arasında geçen, ağır neden ve sonuçları olan bir zihin savaşı vardır. Bu durum, izleyicinin zihnini her geçen dakika bulanıklaştırır ve bunun sonucunda da izleyen her bir bireyin, filmin anlatmak istedikleri ile ilgili farklı bir yoruma ulaşmasına neden olur.
Linklater’ın, Before Sunrise (1995) ile başlattığı seride belirtilerini gösterdiği sinematik anlayışının devamı Tape‘te de görülür. Bu anlayış, Linklater’ın filmin hikâyesinde olması gereken olay örgüsünü geri plana atıp onun yerine karakter derinliği ve diyaloglara ağırlık vermesine dayanır. Kamera hareket etmeye devam etse de, izleyicinin her daim karakterlerin söylediklerine odaklanması sağlanır. Bu nedenle görsel göstergelerden çok, diyalogların bize sunduğu göstergeler önemlidir. Ama bunun anlamı, Linklater’ın filmlerinde görselliğin kullanılmadığı değil; görselliğin, hikâyeyi ve diyalogları sağlam temellere oturtmak amaçlı kullanıldığıdır. Buna örnek olarak yine Before Sunrise‘ı verebiliriz. Film Viyana’da geçer; ama Viyana’da geçmesi yalnızca bir tercihtir. Hikâyede odak noktası bulundukları şehir değil, karakterlerin kendisidir. Yani eğer Viyana’da değil de başka bir şehirde olsalardı, hatta yalnızca bir cafede oturup sohbet ediyor olsalardı da Celine ve Jesse karakterleri var olmaya devam edeceklerdi. Devam filmleri olan Before Sunset (2004) ve Before Midnight‘ta (2013) da bu özellik görülmeye devam eder.
Karakterlerin her birinin bu tecavüz olayı ile ilgili yaşadıklarını farklı şekilde hatırlamalarını, Linklater’ın Akira Kurosawa’dan da aldığı taktiklerle Rashomon’a (1950) yaptığı bir gönderme olarak görebiliriz. Hangi karakterin doğruyu söylediğinin film içerisinde kesinlik kazanmaması da benzer bir özelliktir. Ama Rashomon‘dan farklı olarak Tape‘te sadece olayı hatırlamadaki farklılıklarda değil, olayı içselleştirip yorumlamada da öznellik kullanılır. Bir diğer deyişle karakterler, ahlak felsefesini farklı yönleriyle alıp kendi yaşantılarına göre yorumladıkları için olayı birbirlerinden farklı görürler. Ayrıca başka görgü tanıkları da olaya karışmaz. Yalnızca olayı yaşayanların söyledikleriyle anlayabiliriz neler olduğunu. Aslında filmde önemli olan kısım, karakterlerin yaşadığı o kötü olay değil o olayın üzerine karakterlerin nasıl psikolojik bir değişim geçirdikleridir. Özellikle Amy karakterinin tartışmayı çektiği yöne bakıldığında, izleyici, olayda kimin haklı olup olmadığıyla ilgilenmekten çok, olayın gerçekten yaşanıp yaşanmadığını sorgulamaya gidebilir. Amy ilk başlarda olayın kurbanı gibi görünürken; sonraları “Acaba asıl kurbanlar Vince ve Jon mu?” gibi soruların zihinlerde takılı kalmasına neden olur. Rashomon’da da yapıldığı gibi, başlangıcı aynı ama sonu farklı olan üç ayrı hikâye yaratılır. Bu hikâyeler kendi içlerinde tutarlıdır; ama yüzleşme sırasında, Rashomon’dan farklı olarak bu tutarsızlıklıkların bir kısmı ortaya dökülür. Buna rağmen Tape, ucu açık bir şekilde sona erer.
Aslında Tape bir bakıma diğer tek mekân filmlerle benzer taktikler taşır; ama bu teknikle çekilen yeni nesil, 2000 sonrası deneysel filmlerin öncüsü niteliğinde olduğu söylenebilir. 2000 yılı öncesinde Rear Window (1954), Rope (1948) ya da Twelve Angry Man (1957) gibi tek mekânda çekilen önemli filmler, Tape’te de olduğu gibi bizim tanık olmadığımız bir olayın gerçekleşmesinin ardından karakterlerin bir araya gelmeleri ile başlarlar. Sonrasında da bu olayları çözmeye çalışmanın üzerine eğilen bir senaryo görürüz. Ama Tape, bu filmlerden farklı bir yol izleyerek zamanla çözüm odaklı değil, akıl karıştırma odaklı bir film hâlini alır. Ayrıca somut değil, soyut gerçekler filmde bizi ilgilendirir. Bilim kurgu kategorisine giren The Man From Earth (2007) ve Coherence (2014) gibi 2000 sonrası tek mekânda geçen filmler de Tape‘in yolunu izlemişlerdir. Tür olarak farklı olmalarına karşın; felsefî derinlikleriyle, psikolojik ve algısal olarak izleyicide yaratmaya çalıştıkları kırılmalarla, deneysellikleriyle birbirlerine benzemektedirler.
Tape‘in, tiyatro oyunu olarak çok daha büyük başarılar elde edebileceği gerçeğiyle birlikte, sinema filmi olarak da kesinlikle izleyiciyi sıkmamaya çalışan bir tempo ve üsluba sahip olması, filme artı puan getiriyor. “Tiyatroya yakın” denebilmesindeki neden, tek mekânda geçmesinden daha farklı özelliklere dayandırılabilir. Bu özelliklerin en önemlisi, oyuncuların oyunculuklarını bir sahnede sergiliyormuş gibi doğal bir akışta ve dolu dolu ortaya koymalarıdır. Bu etkenlerin, filmdeki gerçekçiliği farklı boyutlara taşımış olduğu da su götürmez bir gerçek. Filmde yer alan sonsuz sessizliğin ardından duyabildiğimiz tek müziğin, filme zekice yerleştirilen bir parça olduğu da göz önünde bulundurulursa, Tape izlemeye değer bir film olarak akıllara kazınıyor.