Krzysztof Kieślowski, Dekalog’u (1988) yaptığı sırada Polonya’da halihazırda tanınmış bir film yönetmeniydi. Kariyerine sosyalist rejimin çatısı altındaki, hayatın adaletsizlikleri ve saçmalıklarına odaklanan televizyon belgeselleri yaparak başlamıştı. Kieślowski, 80’li yılların başında Polonya’da sıkıyönetimin uygulandığı dönemde, politikanın temel insanî soru(n)larımızdan hiçbirine cevap ver(e)meyeceğini fark etmiş ve sanatını bu eksende yeniden şekillendirmiştir.
Krzysztof Kieślowski’nin Dekalog’unu onun filmografisi içinde bir tür anomali olarak kabul edebiliriz. Her ne kadar upuzun bir film gibi gözükse de aslında 1980’lerin sonlarında Polonya Halk Televizyonu’nda yayımlanan on bölümlük bir televizyon dizisidir. Her bölüm ise yaklaşık bir saat uzunluğundadır. Burada birleştirici tema On Emir’dir. Her film, On Emir’in bir tür yeniden düşünülüşü ve yorumlanışı olacak şekilde tasarlanmıştır. Bu tasarım; basit kibirli ahlak hikâyeleri değil, aksine bu emirlerin tam olarak ne anlama geldiğinin ve modern hayatta nasıl karşımıza çıktığının veya çıkabileceğinin bir timsalidir. On bölümden oluşan Dekalog’un karşılık geldiği emirler şöyledir:
“Tanrı’dan başka ilahların olmayacak. Kendine yukarıda, gökte; aşağıda, yerde veya derinlerde, yer altında yaşayan put(lar) yapmayacaksın. Onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin.
Tanrı’nın ismini boş yere anmayacaksın. Çünkü O, onun adını boş yere ağza alan kişiyi cezasız bırakmayacaktır.
Haftanın altı günü üretecek ve dünyevi çalışmalarını gerçekleştireceksin. Haftanın son günü, yedinci gün mukaddes Şabat günündeyse bütün işlerini bırakacak ve Tanrı’ya ibadet edeceksin.
Annene ve babana hürmet edeceksin.
Öldürmeyeceksin.
Zina etmeyeceksin.
Çalmayacaksın.
Komşu(ları)na karşı yalan yere şahitlik yapmayacaksın.
Komşu(ları)nın, yakın(lar)ının mülklerine tamah etmeyeceksin.”
Kieślowski der ki “Herkes On Emir’i bir tür ahlaki temel olarak kabul ediyor gibi görünür, ancak herkes onları her gün ihlâl eder. Halbuki, onlara saygı göstermeye çalışmak bile insanoğlu için büyük bir erdemdir.” [1] On Emir, toplum için bir pusuladan başka bir şey değildir. Dekalog’un nihai amacı ise, insanoğlunun ahlak duvarlarını tuğla tuğla sökerek irdelemektir.
Tanrı Unutmuş ve Uyumuş
Dekalog’u bütünüyle “dini” bir analiz üzerinden okumak, dinin sanatın mesajlarını açık etme, ona dogmatik kesinlik kazandırma veya anlatıların mutlu bir sonuca ulaşmasını sağlaması gerektirdiğini düşünenler için yanıltıcı olacaktır. Dekalog ne açık cevaplar ne de ilahi çözümler sunar. Bunun yerine, şüphe ve acının manzarasını inceler ve belirsiz izler arar. Belli belirsiz bir güç veya varlık peşinde koşarız ki bunu bir lütuf veya cesur ve hadsizce “Tanrı” olarak adlandırabiliriz.
Misal, Dekalog’un ilk bölümü, On Emir arasında en “dini olanını” ele alır: insanların Tanrı’yı takip etmelerini ve sahte putlar yaratmamalarını talep eden emri. Bu bölümdeki başkahraman, düzenli ve mantıklı bir dünyaya inanan agnostik bir bilgisayar yazılımcısıdır. Öyle ki, eğer On Emir yerine Yedi Ölümcül Günah hakkında konuşuyor olsaydık, onun günahı kibir olurdu. Oğluyla birlikte birçok şeyi kontrol etme kabiliyetine sahip bir bilgisayar sistemine (şimdinin yapay zekâ sistemleri gibi) çalışırlar. Ancak bu aile, bu bilgisayara belki de fazla güvenmekte ve onu sahte bir Tanrı gibi mi görmektedir? Ya da baba, bilgisayarı kendi zekâsına duyduğu kibirli inancın bir sembolü olarak mı kabul eder? Bilgisayarı programlayarak Tanrı’ya şirk mi koşmaktadır? Her iki durumda da trajik bir sona doğru gidildiğini tahmin etmek zor değildir. Teolojik sonuçları göz ardı etmeksizin bakıldığında, bu insan hikâyesinin iyi işlenmiş bir örneğidir.
Komiktir ki Kieślowski’nin verilen adı Krzysztof, “Mesih” anlamına gelmektedir. Ancak o, yaşamı boyunca dini etiketler ve kurumlar karşısında kararlı bir şekilde direnmiştir. Kendisini “agnostik bir mistik” olarak tanımlamıştır; yani bir nevi deneysel olanın ötesine duyarlı bir gezgindir. On Emir’in yaşam için üstün bir rehber olma fikrini keşfederken, “mutlak bir referans noktasının var olduğunu… kalıcı, mutlak, açık ve göreceli olmayan bir şey olduğunu” savunmuştur.[2] Özellikle kendi ve bizler gibi zayıf, bir şey arayan ve aradığı şeyin ne olduğunu bilmeyen insanlar için bu bir çıkış yolu ola da bilir, olmaya da bilir.
Dizlerinin Üstüne Çök Ama Secde Etme
Dekalog, bölümlerinin her birinin emirlerin yorumlaması olarak nasıl görülebileceği konusunda kaçınılmaz olarak sorular gündeme getirmiştir. Belki de en popüler analiz, Slavoj Žižek tarafından yapılmıştır. Ona göre, hakkaniyetli bir analiz için, bölümler ile Emirler arasındaki sıkı ilişkiye vurgu yapılması gerekmektedir. Žižek’in ortaya koyduğu fikre göre, her film sadece bir Emir’e atıfta bulunur. Bölümlerin isimlendirilmek yerine numaralandırılmış olması, bu görüşü destekler niteliktedir. Bu yaklaşım, izleyicilerin Emirlerle ilişki kurarken kendi bağlantılarını ve yorumlarını yapmalarını da ayrıyeten teşvik eder.[3]Kieślowski’ye göre, Dekalog bölümlerinin isimlendirilmemesi, şeylerin “adlandırılmak” istenmemesinden kaynaklanır ve izleyeni Emirleri kendi çabalarıyla düşünmeye zorlar. Kimi diğer yazarlar ise, Emirler ile filmler arasında daha esnek ve geçişli bir ilişki olduğunu öne sürerler. Örneğin, Annette Insdorf, Dekalog’un bizi kelime anlamına takılıp kalmak yerine, Emirlerin ruhunun günlük hayatımıza nasıl uygulanabileceğini düşünmeye sevk ettiğini belirtmiştir.[4] Tadeusz Lubelski ise, Emirlerin izlediğimiz etik düşünmenin rotasını belirlediğini, bölümlerin doğrudan dini olmadığını, ancak izleyiciyi dini bir düşünceye yaklaştırdığını ifade etmiştir.[5]
Emirlerin bölümlerle ilişkisi sorunsalı, bölümlerin anlamlarıyla ilgili soruların tamamını ortadan kaldırmaz. Aksine, anlamın doğası ve olanaklılığı (daha ziyade olanaksızlığı), özellikle Dekalog ve genel olarak Kieślowski’nin filmografisi üzerine yapılan eleştirel ve teorik çözümlemelerde tekrar eden bir temadır. Evren düzenlenmekte ve kontrol edilmekte midir, herhangi bir yüksek varlık veya güç tarafından önceden belirlenmiş midir; yoksa olaylar rastlantısal mıdır, herhangi bir şey tarafından yönlendirilmeden tesadüfen mi gerçekleşir?
Her insan bu soruları farklı bir şekilde ifade etme eğiliminde olsa da endişeler oldukça benzerdir. Žižek’e göre, Kieślowski’nin filmlerinde izleyici şansın hüküm sürdüğü bir âlemde olaylar arasındaki gizli bağlantıların salınımını bulur… Rastlantısal olguların altında daha derin bir anlam var mıdır, yoksa anlamın kendisi de rastlantısal olayların kaçınılmaz bir sonucu mudur?
Dekalog kolay tutulacak bir söz olmadığı gibi, izlemesi de hiç kolay bir dizi değildir. Ahlaki soruları keşfetse de genellikle bunu düzensiz, bazen işlevsiz modern şehirli bir toplumun yaşamı bağlamında yapar. Kieslowski hiçbir zaman vaaz vermez ve nadiren doğru ile yanlış arasındaki çizgileri keskinleştirmeye uğraşır. Hâkim olan hüzünlü ve karamsar hava, bir şeylerin yanlış gittiği hissini yaratır. Eski Ahit yazınının birçok bölümünde görüldüğü gibi, insanın başarısızlıkları ani değil kroniktir.
Eski Ahit’in aksine, Dekalog insanın başarısızlıklarını bir bağlama koymak için çaba sarf etmez, izleyicisini ahlaki bir yaşam sürmeye ikna etmeye çalışmaz veya bunun ne anlama geldiğini bile tanımlamaz (insafsız!). Burada On Emir bağlamında özür ve pişmanlık yoktur. Karakterler emirleri ihlâl ederler, ancak genellikle bunu yapmanın yanlışlığına izleyiciyi ikna etme veya ardından gelen zararlı sonuçlar karşısında dehşete düşürme kaygısı yoktur. Bu durum, ahlaki çözülmenin önemsiz olduğu anlamına gelmez, aksine izleyiciyi cevap anahtarına bakmaksızın karmaşık senaryoların etik çıkmazlarıyla başa çıkmaya zorlar.
Bu eksende her bölüm, ahlak hikâyeleri olmaktan çok, bir bakıma öğüt gibidir. İlk dinleyicileri için İsa’nın öğütleri herhalde çok şaşırtıcı ve garip olmalıdır. Dekalog’un gücü de burada yatar. İzleyiciyi dengesizliğe iter, huzursuz eder, ikna etmek yerine düşündürür.
Asansör Boşluğunda Tanrı’yı Aramak
On bölüm, ortak bir mekânla bağlantılıdır: Varşova’da yüksek katlı bir apartman kompleksi, tüm karakterlerin yaşadığı yerdir. Bu yapı tabii ki Babil Kulesi ve Dante’nin Cehennemi’ni çağrıştırır. Hikâyelerin tamamı bu tek apartman binasının sakinlerini içerir. Bina sıkışıktır ve burada mutlu olmak olanaksız gibidir. Bina sakinlerinin çoğu yalnızdır veya aktif olarak acı çekmektedir. Kimse fazla gülümsememektedir. Daha geniş bir sosyoekonomik çevre ile sakinlerinin etkileşimini pek görmeyiz, bu nedenle burası kapalı bir dünya gibi hissedilir. İnsan doğası üzerine deneyler yapılan bir laboratuvar misali bkz. Das Experiment (2001), Tanrı ve karakterler dışında tek dış gözlemci izleyicidir.
Bölümler arasında karakterlerin zaman zaman birbirine geçiş ve göndermeler yapması aralarındaki ahlaki bağlantıyı da güçlendirir. Az sayıda bölüm, doğrudan ve yalnızca bir emirle ilgilenir; örneğin yalan, zina ve diğer günahlar sürekli olarak karşımıza çıkar, bu da tek bir emri bozmanın imkânsız olduğunu, bir emri bozmanın bütün emirleri bozmak olacağını ima eder. Bu, Âdem ile Havva’nın cennetten kovuluşunun post-modern bir yorumudur.
Bu ahlaki prensiplerin eliptik keşiflerinin ardında; hayat, anlam ve varoluşla ilgili daha büyük sorular yer alır. İki kadın aktris (ya da belki de karakterin kendisi, bilemeyiz), iki farklı bölümde zina teması bağlamında yer almaktadır; ancak birinde aynı anda iki erkeği sevebileceğini iddia ederken, diğerinde ise aşk diye bir şeyin olmadığını, aşk olarak adlandırdığımız hissin yalnızca cinsel bir uyarımdan ibaret olduğunu savunur. İdeoloji (burada hangi ideoloji olduğu özellikle belirtilmemektedir) insanı sadece biyolojik ve bilimsel terimlerle sınırlamayı sever, ancak Kieślowski insan deneyimini bu dar bakış açısıyla görmekten rahatsızlık duyar.
Dekalog‘un karakterleri dini kitaplarda sıkça görmeye alışık olduğumuzun aksine ne melek ne de azizdir. Onların da seyirciler gibi kafası karışmıştır. Onlar, seyirciye Emir buyruğunu nasıl yerine getireceğini göstermekle yükümlü değildir. Bize, onları ihlâl ettiğimizde ne olacağını gösterirler. Hasar ve acı vardır, evet, ama aynı zamanda hatanın getirdiği aydınlanma ve pişmanlığın asilliği de…
Karakterlerin veya izleyicilerin ne yapacakları veya nasıl yaşayacakları belirsiz görünse de Dekalog, bize seçimlerin, onların hayatlarını doğrudan şekillendirdiği insanlar sunar. Kieślowski’nin ifadesiyle, onlar “dikkatlice yaşarlar“. Kötü bir seçim yaptıklarında bile bu, dikkatsiz bir dürtünün aksine, iyi veya kötü bir düşüncenin ürünüdür. Küçük gibi görünen kararlarda bile, ruhların kazanılabileceği veya kaybedilebileceği hissi güçlüdür. Bu insanlar, her ne kadar günahkâr olsalar da hepimizin sahip olmak isteyeceği türden bir özgürlüğe sahiptirler: günah işlemenin serbestliği.
Hikâyeler anlatımlarında çeşitlidir ve sıklıkla beklenmedik dönemeçlere sahiptir. Hemen hemen her durum kimi aile sorunlarına dokunur: ebeveynlik, çocukluk, çatışma, rekabet, sadakatsizlik, barışma, kayıp, Noel, buz pateni, pul koleksiyonculuğu, röntgencilik, ensest, kaçırma, intihar, cinayet, soykırım…Temalar toplumun (gerçeği veya hayali versiyonu) kasvetli ve ironik doğasının tamamını kavramaya gayret eder. Dekalog 1 kalp kırabilir (aynı zamanda unutulmaz bir görüntüde ilahi merhameti ortaya koyar), veya Dekalog 5‘teki cinayeti izleyemeyecek kadar dehşete düşebilirsiniz. Kieślowski, insan deneyiminin uçurumlarında bile Tanrı’yı arar gibi görünmektedir. Evsiz bir sarhoş gibi; Noel gecesi sokaklarda sırtında sapsarı ışıklı bir ağaç ile dolaşarak, geceyi dans ederek kutlar: “Tanrı doğuyor.”.
Eğer gerçekten Tanrı doğuyorsa, doğum yeri nerededir? Yeryüzünde onu nasıl bulabiliriz? Alman teolog Eberhard Jüngel, modern insan için temel Tanrı sorusunun “Tanrı’nın var olup olmadığı” veya “Tanrı’nın ne olduğu” değil, “Tanrı’nın nerede olduğunu” bulmak olduğunu söyler.[6] Varlık veya özden önce, kendimizin bulunduğu hikâyelerde ve yerlerde ilahi varlığı bulmamız gerekir. Kieślowski sinema aracılığıyla hayatı boyunca bunu aramıştır. Onun sadık şüpheciliği, Dekalog‘a acımasız ancak dürüst bir gerçeklik kazandırmıştır. Eleştirmen Joseph G. Kickasola’nın yazdığı gibi, “Kieślowski’nin asla ilahi umudu somut olarak bulduğuna dair bir kanıt yok ancak filmleri, arayışının ve özleminin bütünlüğünün bir şahitliği olarak durmaktadır.”[7]
Kim Olduğunu Bil
Dekalog’da anlam ve anlamlandırma sorularının şeffaflaştığı anlar da vardır. Bu anlardan biri, hemen her bölümde Artur Barciś tarafından oynanan ve kim olduğu bilinmeyen bir adamın tekrar tekrar ortaya çıkmasıdır. Bu sessiz gözlemci, neredeyse tüm bölümlerdeki varlığı ile sembolik bir rolü işaret eder. Bu gözlemci Tanrı, gerçeklik, vicdan gibi çeşitli şekillerde tanımlanmıştır; Kieślowski’nin yorumu ise “O’nun kim olduğunu bilmiyorum.” olmuştur, “Bu adam var ya, her bölümde dolaşıyor. Kim olduğunu bilmiyorum, sadece gelen ve izleyen bir adam. Bizi, hayatlarımızı izliyor. Bizden pek de hazzetmiyor.” diye de eklemiştir. Kieślowski ayrıca bu karakteri, diğer karakterlerin eylemlerini veya planlarını yeniden düşünmeye zorlayan bir ‘düşünce motoru’ olarak da tanımlamıştır. Bu karakter aynı zamanda, göründüğü her yerde farklı bir kılıkta ortaya çıkar. Örneğin, Dekalog 2‘de hastanede Andrzej’in yattığı yerde çalışıyor gibi görünürken, Dekalog 5‘te Jacek’in idamından önce hapishanede merdiven taşıyan bir esnaf olarak karşımıza çıkar. Hiç konuşmaz, ancak karakterlere ve bazen izleyiciye anlatı için önemli olduğu düşünülen belirli anlarda öylece bakar.
Bu figüre manevi veya mistik bir güç atfetmek herhalde yanlış olmaz. Haltof, onu “gizemli bir melek” olarak tanımlar.[1] Bu karakterin bölümleri bir araya getiren metafizik bir boyutu olduğu doğrudur. Ancak unutulmamalıdır ki meleklerin dünyaya inişi aynı zamanda bir kıyamet alametidir. Bu bağlamda, Barciś’in karakteri Dekalog’da bedenselleşen İncil temaları için bir referans noktası gibi görünmektedir. O hâlde, onu Tanrı’nın dünya ile olan bağlantısının ‘gören ve görünen’ boyutu olarak tanımlayabiliriz. Barciś, kendince bu adamı “bilinmeyen bir adam” olarak adlandırmıştır. O, bilgi ve bilincin sınırlarını hatırlatan bir elçidir. Cevapsız kalan sorulardan bir diğeri, karakterin yalnızca belirli bir anda görünmesi ve bunun rastlantısal bir tesadüf olup olmayışıdır. Zira, onun yalnızca önemli anlarda ortaya çıkıp çıkmadığı bir soru olarak kalır. Onun ortaya çıkışı bu anları olduğundan daha anlamlı hâle getirir mi, bu da belirsizdir.
Ulu ve Affedici Olanın Gölgesi
Bazı sinematik yaratılarda amansızca uzuyormuş gibi görülen bir ızdırap vardır. Bu yaratılar, insanların bu görüntüleri tekrar izlemeye ve üzerine yazmaya neden döndüklerini sorgulatır. Bu yaratılar seyircide ne gibi bir etki bırakır? Onları gerçekten beğenildiği söylenebilir mi? İçerik ile etkisi arasında bir boşluk olabildiği gibi; bir görüntünün etkisinin gücü veya süresi, içeriğiyle mantıksal olarak doğrudan bağlantılı olmaya da bilir. İçerik, geleneksel anlamları işaret ederken, görüntünün etkisinin yoğunluğu duygusal gücünü temsil edebilir. İçerik ile yoğunluk arasındaki ilişki karmaşıktır ancak üzüntü pekâlâ paradoksal şekilde bir tür zevk uyandırabilir.
Sonuç olarak Dekalog, sinema ve televizyonda üzüntü, iğrenme veya tiksinti gibi etkisel ve duygusal durumların içine dalınmasını sağlar. Bu, sinemanın duygusal yoğunluğunun ne kadar güçlü bir şekilde seyirciyi etkileyebileceğinin yaşayan bir örneğidir. Bu yoğun duygular alışılmış yetileri sarsar veya bozar; ve gözlerimiz hafızamızın veya yargımızın dehşetle geri çekildiği şeyleri arzular. Dekalog’u izlerken sıklıkla hem çekilmek hem de itilmek mümkündür. Bu mazoşist zevkin içinde estetik bir takdir ve huzur da vardır. Bu, dünya deneyiminin derinden hissedilmesi ve nihayet tanınmasıdır.
Kaynakça:
[1] Haltof, M. (2004). The Cinema of Krzysztof Kieślowski: Variations of Destiny and Chance.
[2] Kieślowski, K. (1993). Kieślowski on Kieślowski.
[3] Žižek, S. (2011). The Fright of Real Tears: Krzysztof Kieślowski Between Theory and Post-Theory.
[4] Insdorf, A. (1999) Double Lives, Second Chances: The Cinema of Krzysztof Kieślowski.
[5] Mroz, M. (2012). Temporality and Film Analysis.
[6] Jüngel, E. (1984). Dieu, mystère du monde.
[7] Kickasola, J. G. (2004). The Films of Krzysztof Kieslowski: The Liminal Image.