Yönetmen Ali Vatansever’in ikinci uzun metraj filmi olan Saf, birçok ulusal ve uluslararası festivalde ödüle layık görüldü. 18. !F Bağımsız Filmler Festivali Ulusal seçkisinde de yer alan yapım, En İyi Film Ödülü’nü kazandı. Vatansever’in “saf olan nedir” diye sorgulamasıyla başlayan yolculuğu, insanların nasıl dönüşebileceği fikri üzerine yol almıştır. Fikirtepe’yi keşfetmesi ile filminde “etrafın canavarlarla çevrilirken nasıl insan kalınabileceğini” sorgulamıştır. Biz de Ali Vatansever ile filmin arka planında yer alan hayatın içindeki problemleri; bu problemlerin insanları nasıl dönüştürdüğünü ve yönetmenin başarılı anlatım biçimini konuştuk.
Saf filmi, kentsel dönüşümün gerçekleştiği Fikirtepe’de yaşayan bir çiftin hayatlarını konu alıyor. Peki, sizin kentsel dönüşüme ilişkin düşünceleriniz nasıl gelişti? Bu fikrin, filmin oluşum sürecine katkısı nasıl gerçekleşti?
Benim ilk filmim olan El Yazısı’nda da bir doğa teması vardı. Rüzgar ve rüzgarın her şeyi dönüştürücü etkisi ile insanların her şeyi muhafaza etme iç güdüsünün çatışması üzerine bir kasaba hikayesini anlatmıştım. Ardından toprak ve insan ilişkisi üzerine değinmek istedim. İnsanın, toprağı eline alıp çit çekme arzusu ve “burası benim, ben buranın sahibiyim” demesi; toprak gibi doğurgan bir materyale karşı insanların kısıtlayıcı/ sınırlayıcı yaklaşımı üzerine olan uyumsuzluk beni heyecanlandırıyordu. Aynı zamanda Habil ve Kabil hikâyesine atıfla şehirleşme yolculuğumuza ilişkin bir şeyler yapmak istiyordum. Ayrıca o zamanlar, şehir mücadelelerini düşündüğünüz zaman (Emek Sineması, Gezi Parkı olayları gibi) hepimizin kentin dönüşmesine karşı tepki gösterdiği dönemlerdi. İşte o dönemlerde hikâye yavaş yavaş filizlenmeye başladı. İlk başlarda aslında hikâyeyi daha çeperlerde düşünmüştüm. Şehrin uçlarında yaşayan bir karakteri, yine şehrin uçlarında bizden gizlenen hafriyat sahalarında, şehirli olmayan karakterin şehre katılma macerasını anlatmayı planlıyordum. Ta ki Fikirtepe’yi keşfedene kadar. Böylece hikayede bir an da ekmek mücadelesi ile barınma mücadelesi mekansal olarak yakınlaşmış oldu. Normalde hafriyat sahaları ile konut alanları arasında bir uçurum vardır. Ama burada hem barınmanız için hem de ekmek kazanmanız için Fikirtepe’de savaşmanız gerekiyor. Orada gördüklerim sonrasında hikâyenin burada geçirmesine karar verdim.
Yerel ölçekte hareket eden çeşitli sivil girişimlerle temas halinde, buradaki açmazı; dönüştürenlerin ve dönüşüme karşı olanların kendi bildiklerinden vazgeçmeme halleri ile oluşan kutuplaşma ortamını yansıtmak istedim. Kentsel dönüşümü o bölgede, çok daha kaygan bir zeminde, birebir yaşayan insanların çeşitli umutlar ve endişelerle savrulurken,haklı haksızın karıştığı, gri alanlarda geçen bir resim çizmek istedim. Ben hayatın büyüsünün bu gri alanlarda olduğunu düşünüyorum. Tabi bu süreç, yıllar içerisinde yavaş yavaş, benim de dönüşümümü kapsayacak şekilde gerçekleşti.
Filmi izlemeden önce sormayı düşündüğüm ikinci sorum, neden Fikirtepe’yi seçtiğinize ilişkindi. Fakat filmi izlerken “Evet, kesinlikle burada olmalıymış” dedim.
Fikirtepe’ye dönüşüm sürecinde ilk gittiğimde, yıkımın müthiş bir estetiği ile karşılaştım. Bu benim için sinemasal açıdan çok anlamlıydı. Ama aslında filmin düşünsel arka planını oluşturan, orada karşılaştığım insanların, bütün o distopya atmosferinin ortaında normal bir şekilde hayatlarına devam etmeleriydi. Benim içimde fırtınalar kopuyor ama onlar çok rahat bir şekilde toz toprağın ortasında evlerine gidiyorlardı. Direniş beklediğiniz coğrafyada, kendinize soruyorsunuz “Nasıl oluyor da o direnme halinden kabullenme haline geçebiliyoruz? İki kutbun arasındaki bu gri alanda ne oluyor? İşte bu çelişkiden ötürü film “Fikirtepe’de geçmeli.” dedim. Tek başına Fikirtepe’nin distopya atmosferinden ötürü değil. Hatta bakıldığı zamanda film, Fikirtepe’yi bir distopya olarak kadrajlamıyor. Karakterleri merkeze alarak, mümkün olduğu kadar insan ekseninde kadrajlamayı tercih ediyor.
Filmde toprak ile tedavi, toprakta ürün yetiştirme, kültüre bağlılık gibi ögelerin yanı sıra topraktan yükselmek, mega projelerin inşası, çok katlı yapıların pencerelerinden gördüğümüz yeni kent siluetinin oluşumu gibi durumlar söz konusu. Bu tezatlık için neler söylemek istersiniz?
Çok anlamlı bir soru çünkü bize ikna edilen Yeni Türkiye imajı şehre yukarılardan/ yükseklerden bakma halidir. Artık şehrin toprak katmanı yok. Örneğin; organik ürünlere, hobi bahçelerine, olan yoğun ilgi, gösteriyor ki toprak, bizim için bir özlem, bir nostalji ögesi. Romantik bir toprağa geri dönüş halimiz var. Şehre yeni yerleşen insanlar için ise yanlarında getirmeye çalıştıkları bir gelenek. Şehir sizi o gelenekten sert bir şekilde koparıyor ve farklı arzular geliştirmenize ve Kamil gibi toprağa kepçeler ile saldırmanıza sebep oluyor.
Bu sebeple Remziye’nin ve Kamil’in toprakla hissi bir yerden kurdukları bu ilişki bana anlamlı geliyor. Hatta karı-koca arasındaki ilişkiyi yine toprak üzerinden görüyoruz. Eşinin sancısının toprak ile tedavi edilmesi veya Kamil’in yetiştirdiği ürünleri, Remziye’nin (büyük ihtimal ücret karşılığı) bir yere satması yine toprak sayesinde gerçekleşiyor.
Filmi izlerken arka planda duyduğumuz inşaat sesleri o kadar başarılı aktarılmış ki günlük hayatta devamlı maruz kaldığımız bu seslerden film boyunca hiç bunalmıyoruz. Belki de sadece Remziye’nin yerden çatalı alıp bahçede tek başına oturduğu sahnede hala o inşaat seslerinin devam ediyor oluşu izleyicide çığlık atma isteğine sebep oluyor. Bunun için neler söylemek istersiniz?
Filmin derdi izleyiciye Fikirtepe’de olma halini hissettirmek. Çünkü oradaki insanlar, etraflarındaki yıkıma durup bir saniye bile bakmıyorlar. İşlerine gidip geri geliyorlar. Bu sebeple film, durup yıkımı gösterme derdinde değil; karakterlerle beraber savrulma derdinde. Görsel olarak bu durum görece kolay ama işitsel olarak yapmakta şöyle bir sıkıntı var. Kulak, çabuk yorulan bir organ. Dolayısıyla bir yerden sonra o sesleri duymamaya başlıyorsunuz. Tıpkı şehirde trafik seslerini bir yerden sonra duymamaya başladığımız gibi. Filmde karakterler psikolojik olarak da dönüşüyor ve özellikle Kamil tarafında çok dramatik bir yere doğru. İzleyiciye o seslerin de orada olduğunun sürekli hatırlatılması ve karakterlerin giderek köşeye sıkıştığının anlatılması lazım. Kısaca filmde giderek daha rahatsız edici ve daha da tizleşen seslerin yükseldiği bir ilk yarı yolculuğu var, izleyici için. Bunun için bizi 360 derece saran bir ses kompozisyonu olmalıydı. Besteci Erdem Helvacıoğlu ve ses tasarımcısı Alexandru Dumitru aynı kompozisyonda birleşti.
İkinci yarıda ise Remziye için Fikirtepe’de inşaat sesleri birincil önemde olmadığı için o sesleri biraz daha dibe atıp sanki uzaktan Kamil’in çığlığı gibi gelen bir şekle getirmeye çalıştık. Dolayısıyla filmin ikinci yarısının ses tasarımı da müzik tasarımı da bambaşka bir şekilde ilerledi.
Ama bunu yaparken alışık olduğumuz İstanbul imgelerini görmedik. Boğaz, martılar, vapur gibi detaylar yoktu. Mekânsal olarak Kadıköy Kent Merkezi’ne yakın konumda olsa da sosyal anlamda bağı olmayan, çeperde kalmış, İstanbul’un üvey evladı olmuş bir yer.
Aynen öyle! Yurt dışında “Bu sizin hayallerinizdeki İstanbul filmi değil. Bu film, gündelik İstanbul’un filmi” diyorduk.
Sesten bahsettik. Peki, film boyunca kentsel dönüşümden etkilenen insanların hayatlarını izlerken arka planda dönüşümü net göremedik. Yükselen inşaatları ve gecekondu mahallesini oldukça buğulu izledik. Bu tercihin sebebi neydi?
İlk refleksimiz her şeyi dışsallaştırmak, sorunun dışarıda olduğunu düşünmek. Sorun nedir? O bina gitmesin, bu bina kalsın, bunu muhafaza edelim, bunu yıkalım, yerine bunu dikelim. Ama ben tartışmaya başlamamız gereken yerin insanın içinde olduğunu düşünüyorum. Sonuçta şehrin dönüşmesine neden olan biziz ama sanki dışarıda olan birileri, bu dönüşüme neden oluyormuş gibi davranıyoruz. O sebeple tüm bunları arkaya atıp insana ışık tutmalı; insanın içinde büyüyen arzuları anlamalıyız diye düşündüm. Bir taraf gökdelenlerle kenti dönüştürmek istiyor; başka bir taraf yan yana kafeler açmak istiyor. Şimdi bakıldığı zaman hangisinin dönüşümü anlamlı? Hangisinde insanların mahallelerin değerlerini koyarak dönüşüm gütmeye çalışılıyor? Bir yandan da metrekare savaşları veriliyor. Hiç kimse aslında istemiyor ama birileri dönüştürüyor gibi bir durum yok. Kolektif istekler, arzular eliyle dönüşüyor şehir. Dolayısıyla ben de Kamil’in içinden gelen dönüşüm tohumunu izleyelim istedim.
Fikirtepe aynı zamanda bir göçmen mahallesi olduğundan filmde de hem ulus ötesi hem de Anadolu’dan göç edenler var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Aslında Fikirtepe’de 50’ler, 60’lar, 70’lerde göç edenler tarafından kurulmuş bir gecekondu bölgesi. Ve şimdi de onlar farklı gerekçelerle ama çoğu da kentsel dönüşüm adı altında yine oldukları yerlerden sürülüyorlar. Onların yerine de başka bir dezavantajlı kesim geliyor. O coğrafyanın kaderi sürekli göç vermek ve göç almak üzerine kurulu ve her zaman bir dezavantajlılık hakim. Aynı zamanda bu kaderdaşlığın bu insanları bir araya getirememesi hali de var. İki kırılgan kesim yine anlaşamıyor. Ekmek uğruna birbirine düşman oluyorlar. Film, birbirimizi düşman kılmaya iten mekanizmanın ne kadar kılcallarda çalıştığını anlatmaya çalışan bir proje.
Kentsel dönüşümde birçok paydaş söz konusudur. Fakat filmde kamu kurumlarını bu çerçevede göremedik. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bütün dünyada devlet bu süreçleri zaten arka planda yönetiyor. Bunu görselleştirip kör göze parmak anlatmaya çalışmanın aslında devletin mekanizmalarını anlayamamış olmaya karşılık geldiğini düşünüyorum. Aynı gecekondularda tüplü televizyon görmeyi beklediğimiz bir sinema gibi, görselleştireceğimiz devletin eli de romantize edilmiş bir portreleme olacaktır diye düşünüyorum. Hâlihazırda zaten tüm bu işleyişin arkasında devlet var. Filmin derinliklerinde zaten tartışılan bu mekanizmanın kendisidir.
Evet, hatta Ammar’ın ailesi ile yaşadığı inşaat alanı bile sözünü ettiğiniz mekanizmayı/ göçmen politikasını anlatmaya yetiyor.
Arkasında durduğum bir politika değil ama yürüyen politika bu. Bu filmin merkezinde kentsel dönüşüm de yok, mülteci sorunu da yok, iş problemleri de yok. Ama gündelik hayatımızdaki tüm bu problemlerle çevrili olma hali var. Ben bu problemlerin bir tanesinin mekanizmalarını incelemeye başladığımda film o eksene kaymış oluyor. Sonunda bu kavramları, insanların önüne koymuş oluyor. Ben de diyorum ki “Ben sizi Fikirtepe’de olma hali ile baş başa bırakıyorum.” Bu sorunların önünü veya ardını anlatamam, filmler buna muktedir değil diye düşünüyorum. Ama siz Fikirtepe’de olma halini hissederseniz zaten tüm bu sorunlarla çevrili olma halinin insanları nasıl pasifleştirebildiğini nasıl köşeye sıkıştırıp dönüştürdüğünü en azından hissetmiş olursunuz. Benim bu filmi yapma amacım buydu.
Peki, filmin ismi nereden geliyor? Siz, safı hangi amaç ile kullandınız?
İlk filmimden sonra herkes “Aa! Ne kadar saf bir film! Ne kadar saf bir insansın sen!” diye yorumlar yapmıştı. Ben de saf olma hali üzerine düşünmeye başladım. “Ben saf mıyım? 21. yüzyılda saf olmak ne demek?” “Baskılara maruz kaldığımızı hissettiğimiz bu coğrafyada canavarlaşmadan saf insan kalabilecek miyiz?” Kamil’i saf olarak atfedersek eğer “Kamil bu kadar sert bir coğrafyada, bu kadar baskı altında saf kalacak mı?” Bu tartışmalar, kelimenin diğer anlamı olarak saf tutma halimiz ile de çok bağdaşıyor. Hatta saflığın bu coğrafyada kırıldığı yer, ayakta kalmak için bir saf tercih etmek zorunda bırakılmanızla başlıyor. Bu coğrafyada tarafını/ grubunu belli etmen kurduğun hemşeri bağı veya dayanışma ilişkileri sayesinde dışarıdaki düşmanlara karşı bir set çekmektir.Bu durum ülkeyi yönetenlerin de kullandığı temel retoriktir; düşman yaratma ve kutuplaştırma. Bizim 21. yüzyılda insan olma halimizin; saf insan kalma çabamız ile saf tutmamız arasındaki yarıkta gizli olduğunu düşünüyorum.
Hep kentsel dönüşümden ve karakterlerin dönüşümünden bahsettik. Peki, sizin dönüşümünüz nasıl gerçekleşti? İlk önce endüstri ürünleri tasarımı okudunuz daha sonra sinemaya yöneldiniz bu süreç nasıl gelişti?
Ben hayatım boyunca sinemadan başka bir şey yapacağımı hiç düşünmedim. Sinemacı olmak istiyordum ama ülke şartları gereği fen-matematik okuduğum için üniversite sınavına yakın tercih yaparken bilgisayar mühendisliğinden, animasyona oradan sinemaya geçerim gibi toy aklımla düşüncelerim vardı kafamda. Yönlendiren kimse de yoktu. Tercih dönemnde bir gün bölüm başkanı Nigan Bayazıt televizyonda endüstriyel tasarım bölümünü anlatıyordu. İlgimi çekti ve bir de baktım İTÜ endüstri ürünleri tasarımı bölümündeyim. Orada müthiş bir dört sene geçirdim. Benim sinemamı birincil elden şekillendiren tasarım okumam oldu diyebilirim. Ve orada edindiklerim üzerine yüksek lisansta sinema okudum. Bilmeden çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Belki de lisansta sinema okusaydım işler bu şekilde gelişmeyecekti.
Böylece ikinci uzun metraj filminizi çektiniz. Peki, Türkiye’de film çekmek üzerine neler söylemek istersiniz?
Bu kadar ekonomik mücadelenin olduğu, sinemanın giderek tekelleştiği, sanat sinemasının kamuoyu oluşturma gücünün azaldığı bir dönemde film çekmenin kolaylığından bahsetmek tabi ki zor. Durum dünyanın neredeyse her yerinde böyle. Türkiye özelinde ek olarak sansür ve ondan ziyade otosansür gibi sorunlar da var. Fonlar yetersiz. Ama bir yandan da film yapmaya çalışmak mücadelenin bir parçası.
Evet ve bu mücadele ile Saf, dünya prömiyerini Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yaptı. Ardından ulusal ve uluslararası birçok festivalden ödül aldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bütün dünya kutuplaşırken kutuplaşma karşıtı bir film yapmanın (üslup olarak da içerik olarak da tamamen griler üzerine inşa edilen bir filmin) nasıl algılanacağına dair bir fikrim yoktu. Toronto Uluslararası Film Festivali’ne seçilmek iyi bir gösterge oldu. Toronto’da çok uluslararası bir izleyici kitlesi var. Dünyanın farklı yerlerinden gelen insanların filmin kodlarını kolay anlamış olması ve tartışmalara aşina olması; herkesin bu tartışmayı kendi ülkesinden örneklerle zenginleştirmesinden ötürü “Bu projenin bu çağada bir karşılığı var.” dedik. Türkiye kutuplaşmanın başını çeken ülkelerden. Burada yurt dışına göre daha negatif karşılandığını düşünüyorum. Ama özellikle akademi tarafında (bu alanda çalışma yapan insanlardan) güzel geri dönüşler aldık.
Son olarak, yeni projeleriniz hakkında bize neler söylemek istersiniz? Yine mekâna, kente odaklanacak mısınız?
Bu sefer merkezde değil ama arka planda olacak. Bir baba-oğul yol hikâyesi üzerine çalışıyorum.
Ali Vatansever’e röportajımız için çok teşekkür ederiz.