İstanbul Film Festivali bu yıl 44. kez sinemaseverlerle buluşurken, Altın Lale Yarışması her zamankinden daha iddialı bir seçkiyle karşımızda. Festivalin 1985’ten bu yana süregelen geleneğinde, Altın Lale ödülleri ulusal ve uluslararası yapımlar için ayrı ayrı verilirken, bu yıl önemli bir değişikliğe gidildi. Festival yönetimi, yerli sinemanın geldiği noktayı tüm dünyaya güçlü bir şekilde göstermek ve Türkiye yapımı filmlerin uluslararası yapımlarla aynı kulvarda yarışabilecek güce ve estetik derinliğe sahip olduğunu vurgulamak amacıyla ulusal ve uluslararası yarışmaları tek bir çatı altında birleştirdi. Böylece hem yerli hem yabancı filmler eşit şartlarda yarışma, değerlendirilme ve görünür olma imkânı buluyor.
Bu yılki Altın Lale seçkisi yalnızca bu yapısal değişimle değil, aynı zamanda içerdiği filmlerin sanatsal gücü ve tematik çeşitliliğiyle de dikkat çekiyor. Farklı coğrafyalardan, farklı anlatım biçimlerine sahip bu filmler, çağdaş sinemanın nereye evrildiğine dair çarpıcı ipuçları sunuyor. Seçkide yer alan her bir film, yalnızca bir sinema deneyimi değil, aynı zamanda düşünsel ve duygusal bir yolculuk vaat ediyor. Bizler bu dosyada, her bir filmin neden izlenmesi gerektiğini, neden kaçırılmaması gereken bir sinema olayı olduğunu anlatmaya çalıştık. Her bir yazı, filmi yazan kişinin kişisel sinema tutkusu ve bakış açısıyla şekillendi.
Seçki öylesine güçlü ki bir sinemasever olarak seçim yapmakta oldukça zorlandığımızı itiraf etmeliyiz. Ve eminiz ki bu yıl yarışma jürisi de bir o kadar zorlanacak. O yüzden festival boyunca zamanı ve imkânı olan herkesin, sadece favori filmlerine değil, yarışmadaki tüm filmlere bir şans vermesini öneriyoruz. Çünkü bazı filmler yalnızca izlenmez; yaşanır, düşünülür ve unutulmaz izler bırakır. Uluslararası Altın Lale seçkisindeki her film, tam da böyle bir potansiyele sahip.
Yeni Şafak Solarken (Yön. Gürcan Keltek, 2024)
Bazı filmler vardır, yalnızca izlenmez; içine girilir, içinde kalınır. Gürcan Keltek’in Yeni Şafak Solarken (2024) filmiyle benim deneyimim tam da böyle oldu. Filmin Türkiye prömiyerinde, Adana Film Festivali’nde izleme şansım oldu ve sonrasında hem yönetmen Gürcan Keltek hem başrol oyuncusu Cem Yiğit Üzümoğlu ile röportaj yapma imkânı buldum. Ama açıkça söyleyeyim: bu yazıyı filmi izlemiş biri olarak değil de yalnızca hakkında okuduklarım ve Keltek’in önceki filmlerini bildiğim kadarıyla yazıyor olsaydım da Yeni Şafak Solarken’i İstanbul Film Festivali’nde mutlaka izlenmesi gereken filmlerden biri olarak önerirdim.
Keltek, sinemasını ilk günden itibaren belgeselin sınırlarında ama kesinlikle konfor alanının dışında kurmuş bir yönetmen. Koloni (2015), Meteorlar (2017) ve Gulyabani (2018) gibi yapımlarında sadece insanı değil; mekânı, doğayı, tarihi ve hafızayı da karakter gibi işleyen bir sinema dili geliştirdi. Onun kamerası çoğu zaman kaydeden değil; hisseden, sezgisel çalışan, tanımlamaktan çok çağrıştıran bir araç. Yeni Şafak Solarken, yönetmenin bu çizgiden sapmadan ama yeni biçimsel riskler alarak ilerlediği bir film. Kurmaca olarak tanıtılsa da Keltek’in kendisi filmi bir “hibrit” olarak tanımlıyor. Aslında bir belgesel olarak başlayan bu süreç, zamanla kurmacaya evriliyor. Ancak zamanla gerçekliğe motomot sadık kalmaktan vazgeçtiği gibi tamamen kurgudan da ilerlemeyip doğaçlamaya, sezgiye, atmosfere, hisse yaslanıyor. Filmde hiçbir psikiyatrik danışmanlık alınmamış, karaktere dair “doğru” ya da “klinik” bir tanı çabası yok. Her şey açık uçlu, her şeyin ucu biraz karanlıkta…
Filmin merkezinde, zihinsel sorunlarla boğuşan Akın isimli karakter var. Akın’a hayat veren Cem Yiğit Üzümoğlu, bugüne kadar sahnede pek çok güçlü performansını izlediğimiz bir oyuncu. Üzümoğlu’nun bedeniyle oynama biçimi, sessizlikleri, göz temasından kaçışları, kelimelerle kurduğu mesafeli ilişki… Hepsi karakterin kırılganlığına samimi bir çerçeve sunuyor. Bir oyuncunun “delirme”yi canlandırması her zaman tehlikeli bir alandır. Ama Üzümoğlu, burada hiçbir şekilde gösterişli ya da yapay değil. Tam aksine: kırılgan, kaygan, parçalı…
Ve bu parçalı yapı, İstanbul’un kendisiyle de bütünleşiyor. Film, şehri yalnızca bir arka plan olarak değil, Akın’ın ruhunun dışavurumu olarak kullanıyor. Tarihi Yarımada’dan Kadıköy’e uzanan, Haydarpaşa Garı gibi zamansız mekânlara uğrayan anlatı; İstanbul’un günümüzde yitirdiği dokusuna bir tür sinemasal güzelleme sunuyor. Özellikle Kadıköy’e, yani Kalkedon’a yapılan göndermeler; bu bölgenin tarihsel, ruhsal katmanlarını sinemanın içinde canlı tutuyor. Şehir hem geçmişin tanığı hem de Akın’ın iç dünyasındaki karmaşanın simgesi. Kalabalıklar içinde yalnızlık, kalıntılar içinde bir yolculuk…
Bu yolculuğun sinematografik rehberi ise Peter Zeitlinger. Werner Herzog’un filmlerinden tanıdığımız bu usta görüntü yönetmeni, Yeni Şafak Solarken‘de de benzer bir sezgisel derinlik kuruyor. Kamera çoğu zaman karakterin nefesi gibi çalışıyor; sabırlı, gözlemci, mesafeli ama bir o kadar da iç içe. Gerilla usulü çekilmiş sahnelerde bir tür doğal kaos hâkim: her şey planlı değil ama her şey olması gerektiği gibi. Kamera karakterin arkasında değil, zihninde gibi. Bu da filmi bir anlatıdan ziyade bir hâl, bir ruh durumu, bir sinema yolculuğu hâline getiriyor.
Müzikler, ses tasarımı, loş ışıklar, bastırılmış diyaloglar, yankılanan hayalet sesler… Tüm bu öğeler filmi sadece izlenen değil, yaşanan bir şeye dönüştürüyor. Her sahne net bir anlam sunmuyor ama net bir his bırakıyor. Filmle ilgili en etkileyici şey belki de bu: cevap vermiyor, ama soruları bedeninizde hissettiriyor.
Eğer İstanbul Film Festivali’nde yalnızca birkaç film izleme hakkınız varsa, Yeni Şafak Solarken listenin başında olmalı. Çünkü bu film, yalnızca yılın en dikkat çekici yerli yapımlarından biri değil; aynı zamanda şehre, hafızaya ve insana dair sezgisel bir belge.
Film; 17 Nisan Perşembe 21:30 Atlas 1948’de,
18 Nisan Cuma 16:00 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı),
21 Nisan Pazartesi 21:30 Cinewam City’s 7’de gösterilecektir.
Super Happy Forever (Yön. Kohei Igarashi, 2024)
Kohei Igarashi’nin yeni filmi Super Happy Forever (2024), yönetmenin önceki yapıtlarında olduğu gibi, yaşamın küçük ama anlamlı anlarını gözlemleyen duyarlı bir sinema anlayışını sürdürüyor. Japonya’nın kıyı kasabalarından birinde geçen bu film, sevgi, kayıp ve hatıraların iç içe geçtiği bir yolculuğa davet ediyor. Igarashi, bu anlatıyı minimalist bir görsel estetikle bezeyerek, geçmişle bugün arasındaki kırılgan bağı keşfetmeye soyunuyor.
Igarashi, Japon bağımsız sinemasının dikkat çeken isimlerinden biri olarak, filmlerinde insan ilişkilerine dair yalın ama derin anlatılar kurmayı tercih eden bir yönetmen. Super Happy Forever, onun bu sinemasal anlayışının bir devamı niteliğinde. Film, bir sahil kasabasında geçmişiyle yüzleşen bir adamın yolculuğunu konu alırken, yas ve hatıralar arasındaki bağlantıyı ele alıyor. Yönetmenin önceki işlerine baktığımızda, zamanın geçişini ve duyguların incelikli dönüşümünü ön plana çıkaran bir yaklaşım benimsediğini görebiliriz. Igarashi’nin filmografisinde, sıradan anların içinde saklı duygusal yoğunluğu yakalama çabası her zaman belirgin olmuştur. Bu filmde de benzer bir atmosfer sunması olası.
Super Happy Forever, Japon auteur sinemasının iki büyük ismi Hirokazu Kore-eda ve Yasujirō Ozu’nun ruhunu taşıyan bir film olarak dikkat çekiyor. Igarashi’nin, tıpkı Kore-eda gibi, gündelik hayatın içindeki incelikleri ve insan ilişkilerinin derinliklerini keşfetmeye yönelik bir yaklaşımı var. Ozu’nun durağan planları ve zamansız mekân algısı, bu filmde de kendini hissettiriyor. Ancak Igarashi, kendine özgü bir dokunuşla bu anlatıyı modern bir perspektife taşıyor. Yönetmenin önceki filmlerinde olduğu gibi burada da doğa, mekân ve karakterler arasında güçlü bir bağ kuruluyor; bu, anlatının duygusal gücünü pekiştiriyor.
Bu film, Japon bağımsız sinemasının son yıllarda sunduğu en dikkat çekici işlerden biri olmaya aday. Melankoli ve umut arasındaki ince çizgide dolaşan Super Happy Forever, festival kapsamında izleyiciye dokunaklı bir deneyim vadeden filmler arasında yer alıyor. Igarashi’nin filmografisini bilenler için bu yapım, onun gelişen sinema dilini takip etmek açısından da ayrı bir önem taşıyor.
Film; 15 Nisan Salı 16:00 Kadıköy Sineması’nda,
16 Nisan Çarşamba 16:00 Atlas 1948’de,
18 Nisan Cuma 13:30 Cinewam City’s 7’de gösterilecek.
Histeri (Yön. Mehmet Akif Büyükatalay, 2025)
Oray (2019) filmi ile Berlinale’de En İyi İlk Film Ödülü’nün sahibi olan Mehmet Akif Büyükatalay bu yıl Histeri (2025) ile yine Berlinale’de “Europa Cinemas Label” ödülüne layık görüldü. Merakla beklediğim filmlerden biri olan Hysteria, dünya prömiyerinin ardından Türkiye’deki seyircisiyle İstanbul Film Festivali kapsamında buluşmaya hazırlanıyor. Üstelik Hysteria’nın bu yıl 44.kez düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde ana yarışma finalistlerinden biri olarak seçkide yer aldığını hatırlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Ülke sinemamızın en çok beslendiği konulardan biri olan göç, on yıllardır süregelen hikâye kurgusuyla hem ana akım hem de bağımsız filmleri etkisi altına almaya devam etmektedir. 30 Ekim 1961 yılında Almanya ile imzalanan Türk İşgücü Anlaşması sonrası iki ülke arasında yeni bir dönem başlamıştır. Toplumun değişen dinamiği ilhamını hayattan alan sinemayı da etkilemiş, birbiri ardına kitlesel problemleri, ekonomik sıkıntıları, daha iyi bir hayat umuduyla yurdunu terk eden bireylerin hikâyesi işlenmiştir. Elli yılı aşkın bir süredir devam eden göç, diaspora sinemasının temellerini atmıştır. Ancak günümüzde gelişen anlatı türleri ve tekniğin sağladığı olanaklarla film dilinde sanatsal kaygılar, estetik ve daha güncel konuları gündeme taşımaktadır. Nitekim, 1960’lı yılların kasvetli göç hikâyelerinin yerine daha iyimser filmleri izleyebilmekteyiz. Bu bağlamda Hysteria’yı köklü bir geçmişe sahip olan göç sineması temasına dahil etmekte ve modern sinemayla birlikte melez bir yapıda olduğunu söylemekte herhangi bir sorun görmediğimi belirtmek istiyorum. Keza Büyükatalay, ele aldığı hikâyede artık evrensel bir kaos hâline gelen ırkçılığa ve ayrımcılığa tarafsız bir pencereden değinmeye çalışıyor.
Filmin konusuna kısaca değinmek gerekirse bir film yapım süreci hikâyesi olarak başlayan Histeri, Solingen olaylarını merkeze alan alt bir hikâye ile çatısını kurmaktadır. Çekimler sırasında sette gerçek bir Kuran’ın yakılmasıyla gerilim rüzgarları eser ve filmin yönetmeni ırkçılıkla suçlanır. Olayların nasıl patlak verdiği meçhul olsa da yapım asistanı olarak çalışan Elif, kazara bir ipucu bulur. Aslında sette kurgulanan ve yaşanan her şey bilinen gerçeklerden oldukça farklıdır.
Ana karakter Elif üzerinden bir toplumun paranoyasını aktaran Büyükatalay, yer yer kendi göçmen kimliğini de referans gösteriyor. Filmin politik ve sanatsal tınısı geçtiğimiz aylarda Berlinale’de büyük yankı uyandırmıştı. Bence Histeri’nin bu kadar ses getirmesi kimlik edinmek ya da tarafsız olmak arasında ince bir çizgi kurmasına dayanıyor. Berlinale’den sonra Altın Lale için yarışacak olan Histeri, kesinlikle İstanbul Film Festivali’nde kaçırılmaması gereken önemli filmlerden biri olarak dikkat çekiyor. Paranoyanın ve histeri krizlerinin yoğun bir şekilde yaşandığı günümüz dünyasında “öteki”lerin görünürlüğü ve tarafsız bir açıdan bakabilmek adına filmin kaçırılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Film; 15 Nisan Salı 19:00 * Atlas 1948’de (Ekip katılımlı),
16 Nisan Çarşamba 21:30 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı),
17 Nisan Perşembe 11:00 Cinewam City’s 7’de gösterilecek.
Psycho Therapy: The Shallow Tale of a Writer Who Decided to Write About a Serial Killer (Yön. Tolga Karaçelik, 2024)
Baharın habercisi İstanbul Film Festivali zamanı sonunda geldi. Filmlere göz attığımda, konusu ve ismiyle dikkatimi çeken Psikoterapi: Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikâyesi (2024) henüz bu yazıyı yazmaya karar vermeden önce ilgimi çeken bir yapım oldu. Gündemde sıkça konuşulan ve kısa süre önce sezon finali yapan Severance (2022–) dizisinin başrol oyuncularından, performansını çok beğendiğim Britt Lower’ın filmde yer aldığını fark etmem ve aynı zamanda yönetmenliğini ve senaristliğini Tolga Karaçelik’in üstlenmiş olması, filmi merakla araştırmama neden oldu.
Sarmaşık (2015) ve Sundance Film Festivali ödüllü Kelebekler (2018) gibi yapımlardan tanıdığımız, her ne kadar tarzına aşina olsak da her filminde izleyiciyi şaşırtmayı başaran, insan psikolojisinin karanlık ve absürd yönlerine odaklanırken, mizahi öğeleri de ustaca kullanan, “elinden ne çıksa izlerim” dediğim yönetmenlerden Karaçelik’in dördüncü uzun metrajlı filmi olan Psikoterapi, aynı zamanda İngilizce dilindeki ilk filmi. Geçtiğimiz yıl Tribeca Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve seyirci ödülüne layık görülen film, bu yıl Altın Lale Ödülü için yarışacak.
Filmin başrollerinde ise Emmy ve Altın Küre ödüllü ünlü Hollywood oyuncusu Steve Buscemi, Past Lives (2023) filminden tanıdığımız John Magaro ve Severance dizisinden aşina olduğumuz Britt Lower bulunuyor. Filmle ilgili en dikkat çekici haberlerden biri de uzun süredir sinemada görmediğimiz, Sarmaşık (2015) ve Yozgat Blues (2013) filmleri ile seyirciye adeta oyunculuk şöleni yaşatan Nadir Sarıbacak’ın da kadroda yer alması.
Emekli bir seri katilin, yanlış anlaşılmalar sonucunda evlilik danışmanlığı yapmaya başlamasını konu alan film, kara mizah öğeleriyle öne çıkıyor. Yaratıcılığı tıkanmış ve boşanmanın eşiğinde olan bir yazarın; gündüz evlilik, gece ise cinayet danışmanlığı alması kulağa ne kadar absürt gelse de toplumca kabul edilemeyecek arzuların –örneğin cinayet– yazıya dökülerek boşaltılması, olgun ve toplumsal uyuma yönelik bir savunma mekanizması olarak yorumlanabilir. İnsan ruhsallığında her ketlenmenin bir anlamı olduğu gibi, daha önce yazabilen bir yazarın artık neden yazamadığı da ruhsal düzlemde sorgulanması gereken bir meseledir fakat bu konuyu derinlemesine sorgulayan değil karakterler arası çatışmalarla öne çıkan bir film izleyeceğiz gibi duruyor. Filmin ilerleyişinin daha karanlık bir yöne evrilmesi ise karakterin hayatında sıkıntıyla karşılaştığında bu dürtünün yazmak gibi yaratıcı bir yolla değil, doğrudan doyum sağlayacak yasa dışı eylemlerle, film adında belirtildiği gibi “sığ” bir biçimde tatmin edilebileceğine dair bir ön gösterge olabilir.
Eleştirilere bakıldığında, oyunculukların izlenmeye değer olduğu belirtilse de, hikâye işleyişindeki boşluklar birçok eleştirmenin dikkatini çekmiş. Ancak Tolga Karaçelik’in önceki işlerine bakıldığında, herkesin beklentisine hitap etmeyen, özgün ve yer yer deneysel bir üslubunun olduğu da bilinen bir gerçek. Daha önce Türkçe dilinde ve bu kültürel bağlam içinde işler üreten yönetmenin, absürt mizah anlayışının Hollywood izleyicisiyle ne ölçüde örtüşeceği ise merak konusu.
Film; 15 Nisan Salı 19.00’da Atlas 1948’de,
16 Nisan Çarşamba 21.30’da Kadıköy Sineması’nda,
17 Nisan Perşembe 11.00’de Cinewam City’s’de gösterilecektir.
Zeynep İlay YALÇIN
The Sparrow In The Chimney (Yön. Ramon Zürcher, 2024)
The Sparrow In the Chimney (2024), yönetmenliğini Ramon Zürcher’in yaptığı ve başrollerinde Maren Eggert, Britta Hammelstein, Andreas Döhler, Luise Hever ve Milian Zerzawy gibi isimlerin bulunduğu bir İsviçre drama filmidir. The Sparrow In the Chimney, Zürcher’in ikiz kardeşi olan Silvan Zürcherile birlikte yaptığı Das merkwürdige Kätzchen (2013) ve Das Mädchenunddie Spinne (2021) filmlerinden sonra aile konusunu içeren serinin üçüncü bölümüdür. The Sparrow In The Chimney (2024), Pingyao Film Festivali En İyi Film Ödülü (2024) ve Dublin En İyi Kurgu Ödülü (2025) almıştır.
Zürcher’in sinema anlayışı, klasik anlatı yapılarını reddederek sinema dünyasında kendine özgü bir yer edinmiştir. Minimalist bir anlatımla duyguları net bir şekilde göstermekten ziyade karakter ile içe içe geçirerek hissettirmeyi amaçlayan Zürcher, sahnelerinde diyaloglardan çok sessizliğe yer veriyor. Oldukça güçlü metaforları ile insan ilişkilerine değinerek filmlerine derinlik katıyor. Nitekim aynı derinliği The Sparrow In The Chimney (2024) filminde de devam ettirerek izleyiciye sorgulayıcı bir pencere açmayı başarıyor. Filmlerinde genellikle gündelik hayatın içindeki yoğun duygulara dikkat çekmesiyle tanınan yönetmen, bu filminde de oldukça dramatik ve insanların karmaşık duygularını içe dönük bir şekilde işliyor.
The Sparrow in the Chimney, Karen ve Markus’un çocuklarıyla beraber Karen’in çocukluk yıllarını geçirdiği evde yaşamaya başlamasıyla başlar ve Markus’un doğum günü sebebiyle ise Karen’ın kız kardeşinin ve ailesinin de onlara katılması ile de bir araya gelerek bir aile kutlaması yapılır. Uzun zaman önce görüşen bu aile üyeleri bu buluşmayla beraber geçmiş anıların izleriyle ve aile içi çatışmalarla yüzleşmek zorunda kalır. Özellikle Karen ve Jule kardeşlerin üzerinde yoğunlaşan hikâye, birbirinden farklı kişiliklerin geçmişte çözemediği birtakım hesaplaşmalarının aile içine yansıyışını derin bir şekilde ele alıyor. Karen’in aile sorumluluklarıyla başa çıktığı görülürken, Jule’nin ise Karen’in bu otoritesine karşı bir duruş sergilediği görülür. Bu davranışlar üzerinden aile içindeki bireyselleşme arzusu, aile içindeki güç ayrılıkları ve yalnızlık temaları Zürcher’in olağanüstü sinema anlatımı ile oldukça etkileyici bir şekilde ele alınıyor.
Zürcher’in bu filmindeki metaforu bacaya sıkışan serçedir. Serçe metaforu ile anlatılmak istenen, bireyin bir yük hâline gelmiş geçmişinden kurtulmasının ne kadar güç olduğu ve özgürlüğüne kavuşma arzusudur. Nitekim filmde de bacaya sıkışan serçe gibi âdeta kendi hayatlarının içine sıkışmış insanlar vardır. Buradaki serçe ile filmdeki ana karakterler, Karen ve Jule ilişkilendiriliyor. Serçenin bacaya sıkışması, Karen’in ve Jule’nin kendi hayatlarında hapsoldukları iç dünyalarını yansıtıyor. Kaçmaya çalışan ama sıkışan bir serçe aracılığıyla özgür olmak isteyen ama engellere takılan bireyleri işaret ederek, geçmişten kaçmanın mümkün olup olmadığı ile ilgili sorgulayıcı bir bakış açısı yaratan film, bireyin geçmişinden kurtulabilmesinin ve özgür olabilmesinin zorluklarına incelikle dikkat çekmektedir. Zürcher’in sıradan bir anın içindeki yoğun duyguları mükemmel bir şekilde ortaya çıkardığı ve aile dinamiklerinin ne kadar zor olduğunu gösteren bu drama filmi izlenmeye değer görünüyor.
Film; 17 Nisan Perşembe 19:00 * Cinewam City’s 7 (Ekip katılımlı),
20 Nisan Pazar 11:00 Atlas 1948’de,
21 Nisan Pazartesi 16:00 Kadıköy Sineması’nda gösterilecek.
Uçan Köfteci (Yön. Rezan Yeşilbaş, 2025)
Rezan Yeşilbaş, sinematografik dili ve derinlikli hikâye anlatımıyla dikkat çeken bir yönetmen olarak, 2012 yılında çektiği Sessiz adlı kısa filmiyle Cannes Film Festivali’nde Kısa Film Altın Palmiye’sini kazanmıştı. Yeşilbaş, bu ödülle diyaloglara fazla yer vermeden, yalın ama çarpıcı bir anlatım kurarak, izleyiciye derin duygular aktarabilen bir yönetmen olduğunu kanıtlamıştı. Şimdi ise Uçan Köfteci adlı yeni filmiyle izleyicilerin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Peki, bu filmi neden izlemeliyiz?
Yeşilbaş, Sessiz filminde olduğu gibi, Uçan Köfteci’de de karakterlerin iç dünyasını görselliğe dayalı bir anlatımla vermeyi tercih etmesi muhtemel. Onun sinema dili, minimalist ama duygu yüklenmiş sahnelerle doludur. Bu nedenle Uçan Köfteci, Yeşilbaş’ın anlatım tarzının ve sinema dilinin nasıl evrildiğini anlamak açısından büyük bir önem taşıyor. Yönetmen, bireysel hikayeler aracılığıyla toplumsal meselelere dokunan bir isim. Sessiz filminde, bir Kürt kadınının cezaevi ziyaretinde yaşadığı sessizlik ve kimlik sorununu anlatan Yeşilbaş, yeni filminde de benzer bir duyarlılıkla izleyicisini etkilemeyi ama aynı zamanda farklı bir ton yakalamayı hedefliyor.
Filmin adı olan Uçan Köfteci, daha sıcak, ironik ya da absürt bir anlatıya işaret ediyor olabilir. Ancak Yeşilbaş’ın sinemasını bilenler, bu sıcaklığın ardında derin bir hüznün ve çok katmanlı bir hikâyenin gizli olduğunu tahmin edebilir. Yönetmen, genellikle duygu yüklenmiş ve güncel toplumsal meselelere değinen anlatılar kuruyor. Bu nedenle Uçan Köfteci, salt bir komedi ya da absürt bir film olmayıp, izleyiciyi duygusal anlamda da yakalayacak bir hikâyeye sahip gibi gözüküyor.
Yeşilbaş’ın kısa film geçmişi, onun anlatım ekonomisini nasıl ustalıkla kullandığını gösteriyor. Uçan Köfteci ile bu becerisini uzun metrajda nasıl geliştirdiğini görmek de oldukça ilginç olacak. Film, adından hareketle hafif ve komik bir hikâye izlenimi verse de, yönetmenin önceki yapıtlarına bakıldığında, bu hikayenin içinde derin duygusal kırılmalar ve toplumsal gözlemler barındıracağını söylemek mümkün.
Gerçek bir hikâyeye dayanan Uçan Köfteci, Diyarbakır’da bir AVM’de köftecilik yaparak geçimini sağlayan Abdülkadir Aslan’ın hayatından esinleniyor. Aslan, sadece bir köfteci değil, aynı zamanda gökyüzüne tutkun, umut dolu bir insandır. Onun en büyük hayali, paramotoruyla bulutların arasında süzülmek ve rüzgârın kanatlarında özgürlüğü hissetmektir. Ne yazık ki, 6 Şubat depremi onu ve ailesini hayattan koparır. Ancak o, hayalini gerçekleştirdiği anlarda gökyüzüne bıraktığı izlerle, bugün hâlâ rüzgârın fısıltısında, bulutların arasında yaşamaya devam eder. Uçan Köfteci, bu unutulmaz hikâyeyi sinema perdesine taşıyarak, izleyiciyi hem düşünmeye hem de hissetmeye davet ediyor.
Ayrıca, film Yeşilbaş’ın uzun metrajdaki konumunu nasıl şekillendireceğini anlamak için de büyük önem taşıyor. Geleneksel anlatı kalıplarını takip eden bir yapıda mı ilerleyecek, yoksa kendi özgün yolunu mu çizecek? Yeşilbaş’ın sinema dilini tanıyanlar, onun alışılagelmiş anlatı biçimlerinden uzak, kendine has bir görsel ve dramatik dünya kuracağını tahmin edebilir.
Son olarak, Uçan Köfteci, tıpkı Sessiz gibi, festivallerde de yankı uyandıracak bir yapım gibi görünüyor. Filmin dünya prömiyerini Rotterdam Uluslararası Film Festivali’nde yapacak olması, uluslararası platformlarda da dikkat çekebileceğini gösteriyor. Film, Rezan Yeşilbaş’ın sinemasının yeni bir aşamasını temsil ederken, aynı zamanda Türk sinemasının dünyadaki konumu açısından da merak uyandırıyor.
Sonuç olarak, Uçan Köfteci, Rezan Yeşilbaş’ın sinema anlayışındaki gelişimi görmek ve onun anlatım gücünü bir kez daha deneyimlemek için mutlaka izlenmesi gereken bir film gibi duruyor. Yeşilbaş’ın izleyiciyi duygusal ve görsel anlamda etkileyici bir yolculuğa çıkaracağını söylemek mümkün.
Film; 20 Nisan Pazar 16:00 * Atlas 1948’de (Ekip katılımlı),
21 Nisan Pazartesi 21:30 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı),
22 Nisan Salı 13:30 Cinewam City’s 7’de gösterilecektir.
Hasat (Yön. Athina Rachel Tsangari, 2024)
Athina Rachel Tsangari, Yunan Yeni Dalgası’nın en dikkat çekici yönetmenlerinden biri olarak sinema dünyasında kendine sağlam bir yer edindi. Attenberg (2010) ve Şövalye (2015) gibi filmleriyle geleneksel anlatı yapısını kıran, bireyler arası güç dinamiklerine eleştirel bir gözle yaklaşan Tsangari, Venedik Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve Altın Aslan için yarışan, İngilizce çektiği ilk uzun metrajlı filmi Hasat (2024) ile karşımızda.
Tsangari’nin sineması, alışılagelmiş dramatik yapıların dışına çıkan, izleyiciyi pasif bir konumdan çıkarıp onu düşünmeye ve sorgulamaya zorlayan bir yapıya sahip. Attenberg genç bir kadının dünyayı algılayışını sıra dışı bir üslupla anlatırken, yalnızlık, cinsellik ve yabancılaşma gibi temaları ele alış biçimiyle uzun süre konuşulmuştu. Yönetmenin Şövalye filmi ise, erkeklik kavramını sorgulayan, hiyerarşiyi ve rekabeti absürd bir mizah anlayışıyla ele alan güçlü bir hicivdi.
Tsangari, Hasat filmini ise belirli bir zamana ve mekâna sıkışmamış bir western olarak tanımlıyor. Film, eski bir zaman diliminde yer alan bir köyün, yalnızca bir hafta içinde yıkıma uğrayıp kaosa sürüklenmesini anlatırken, Tsangari bu hikayeyi günümüzle ve her coğrafyayla ilişkilendiriyor. Röportajlarında, filmin özünü, modern insanın çıkmazlarına dair bir “tarihsel pasif tanıklık” olarak betimliyor. Tsangari, karakterlerin içinde bulundukları durumu, izleyicinin de kendi yaşamındaki kesitlerle özdeşleştirmesini amaçlıyor; ancak bu, sakıncalı bir kapıyı aralamak anlamına gelebilir. Zira, izleyicinin yaşadığı gerçekliğin başarılı bir şekilde aynalanması kolay değil ve fakat mümkün.
Hasat, bir grup göçmen tarım işçisinin kırsalda geçirdiği bir zaman dilimi boyunca yaşadığı zorlukları konu alıyor. Eser, kapitalizmin en görünmeyen işçileri olan göçmenlerin hayatta kalma mücadelesini, sosyal hiyerarşi içindeki yerlerini ve hayallerinin nasıl sistematik engellerle çarpıştığını, bireysel arzularla toplumsal yapılar arasındaki gerilim ile birlikte işliyor. Filmde, diyaloglardan çok, beden dili, sessizlikler ve ritmik kurgu ön plana çıkıyorken, görsel anlamda minimalist bir dil ve belgesel estetiğine yakın bir anlatım tercih ediliyor.
Eleştirmenlerin yaygın görüşü, filmin kurgusal yapısının, sadece bir bireyin hikâyesini anlatmaktan ziyade, toplumsal hafızanın, kültürel ritüellerin ve insan ilişkilerinin çok katmanlılığını ele almakta başarılı olduğu yönünde. Kasabanın hasat ritüeli, doğanın yeniden doğuşunu simgelerken, aynı zamanda geçmişten gelen yükler ve anılarla yüzleşmenin bir metaforu haline geliyor. Nitekim, karakterlerin yaşamlarındaki bu kesişim noktaları, hem bireysel hem de kolektif hafızanın izlerini taşıyor. Filmin izleyicisine kendi hayatındaki benzer döngüleri ve unutamadığı anıları sarsıcı bir şekilde sorgulattığına dair olumlu atıflar, Hasat’ı rafine bir merak konusu haline getiriyor. Diğer taraftan, yönetmenin film boyunca kesintisiz uzun plan çekimlere yer vermesi bazı eleştirmenler tarafından “fazla deneysel” bulunsa da, sinema sanatının sınırlarında gezinmek isteyenler için film bu yönüyle de ilgi çekici.
Hasat, yalnızca deneysel sinema arayışında olan izleyiciler için değil, aynı zamanda insan yaşamının evrensel temaları ve bireyin içsel çatışmaları üzerine derinlemesine düşünmek isteyenler için de önemli bir seçenek. Tsangari’nin kendine has minimalist üslubu ve anlatı tekniği, filmini sinema dünyasında fark yaratan, cesur bir deneme olarak konumlandırıyor.
Film; 17 Nisan Perşembe 16:00 Atlas 1948’de,
19 Nisan Cumartesi 16:00 Cinewam City’s 7’de,
20 Nisan Pazar 19:00 Kadıköy Sineması’nda gösterilecek.
İdea (Yön.Tayfun Pirselimoğlu, 2025)
Ülkemizde minimalist sinemanın önemli temsilcilerinden Tayfun Pirselimoğlu’nun son filmi İdea (2025) Türkiye prömiyerini 44. İstanbul Film Festivalinde yapacaktır. Pirselimoğlu’nun senaryosunu yazıp yönettiği bu filmde başarılı, ödüllü oyuncuların; ayrıca sanat yönetmenliğinin duayeni olan Natali Yeres’in yer alması filme ilgiyi arttıracak faktörlerdendir. Pirselimoğlu, uzun yıllar neredeyse her projesinde Yeres ile çalışmıştır. Yönetmen özellikle ekip olarak çoğunlukla aynı kişilerle çalışmayı tercih etmektedir.
Ulusal ve uluslararası alanda en iyi film, yönetmen ve senaryo dallarında pek çok ödülü bulunanyönetmenin çoğu filminde kasvetli görüntüler kullanılmış; karamsarlık, umutsuzluk hâkim olmuştur. Bunu da “Ben olaylara hiçbir şey eklemeden veya onlardan bir şey eksiltmeden gerçekliği olduğu gibi anlatıyorum. Toplumun çoğunluğu mutsuzken başka türlüsü mümkün değil zaten.” diyerek açıklamıştır. Görsellerin oldukça sade ama renk uyumu açısından başarılı olmasında “Yönetmenin aynı zamanda ressam olması büyük etkendir.” şeklinde düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu filmin de görsel olarak sade, karanlık ama renk paletinin başarılı kullanıldığı kadrajlardan oluştuğu ihtimali yüksektir. Pirselimoğlu’nun çalışmaları; yüksek ses, hareketli görüntüler ve sahnelerden oluşan bazı ana akım filmleri gibi izlerken yoran ama sonrasında çabucak unutulan türden filmler değildir. Onun filmleri, tam tersi sakin bir izleme deneyiminden sonra düşündürmeye devam etmesiyle “yoran, huzursuz eden!” türdendir. Zaten yönetmen filmlerini izleyicilerin eğlenmesi için yapmadığını ifade etmiştir.
İdea’nın konusu da oldukça ilgi çekici görünmektedir. Şehirden uzak ıssızlıkta, karanlık bir iş insanının boş villasında bekçilik yapan Kemal’in işten dönerken bindiği otobüste yanına tuhaf bir adam oturur. Adam otobüsten indikten sonra Kemal, adamın boşalttığı koltukta üzerinde “İdea” yazan bir kitap görür. Kitabı amaçsızca karıştırıp geri bırakan Kemal, açıklanmayan bir suçla itham edilip tutuklanır. Kemal’in o andan itibaren hayatı cehenneme döner. Kemal artık gizli bir örgütün lideri olarak muamele görmeye, dahası o da öyle davranmaya başlar. Genel olarak simge ve metaforlarla çalışmayı seven yönetmenin burada kitabı bir simge olarak kullanmış olma ihtimali yüksektir. Ayrıca fikir, düşünce anlamına gelen isim de bence film hakkında önemli mesajlar vermektedir. Zaten öyle değil midir? Çok kitap okuyan bilgili insanlar toplum için tehlike arz edip zaman zaman türlü cezalara maruz kalmakta, kimi zaman da suç sayılmaması gereken şeylerle itham edilip tutuklanmaktadırlar. Ülkemizde kimi zamanlar, özellikle de bugünlerde yaşanan durumla tesadüf eseri örtüşmesi de filmi önemli kılmaktadır. Tesadüf çünkü yönetmen, bir önceki filmi Kerr(2021) gösterime girmeden çok önce İdea üzerinde çalışmaya başlamıştır. İdea projesi, 2020 yılında TRT 12 Punto’da yarışarak TRT Ortak Yapım Ödülünü ve 2021’de 74. Cannes Film Festivali kapsamında düzenlenen17.Cinefoundation Atelier programına katılma hakkını kazanmıştır.
Özet olarak; ıssızlık, yalnızlık, tedirginlik, karanlık atmosfer, güven vermeyen ve tekin olmayan ortamlar bu filmde de hâkim olacak gibi görünüyor. Bu yönleriyle İdea, yine kendine has tarzı ve sinema diline sahip, özgün bir Tayfun Pirselimoğlu filmi olarak karşımıza çıkacak gibi durmaktadır.
Film; 16 Nisan Çarşamba 21:30 * Atlas 1948’de (Ekip katılımlı),
17 Nisan Perşembe 16:00 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı),
20 Nisan Pazar 13:30 Cinewam City’s 7’de gösterilecek.
Tülay Işık KALAFAT
Maldoror (Yön. Fabricedu Welz, 2024)
2005’te başlayan sinema kariyeri boyunca gerçek hayattan beyazperdeye gotik bir tarzda uyarladığı cinayet hikâyeleriyle Belçikalı yönetmen Fabricedu Welz, belli ki sınırları zorlamayı şiar edinmiştir. 81. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde prömiyerini yapan Maldoror (2024) da gerilim ustası yönetmenin bu türdeki istikrarlı başarısını ortaya koyar.
Film, 1989 yılında başlayıp senelerce Belçika’yı sarsan Marc Dutroux skandalını konu alır. Dutroux; ilk olarak beş genç kızı kaçırarak tecavüz etmesinin hemen ardından önceki suçlarıyla beraber seri cinayet, tecavüz ve tacizden yargılanıp içeri atılmıştır. Ancak yalnızca üç yıl süren hapis hayatının sonrasında salınmış, 1996 yılında işkence içeren çok daha vahşi suçlardan şüpheyle tekrar yargılanmıştır. 2004’e kadar süren yargılama süreci sonunda nihayet müebbet hapis cezası almıştır. Ancak Dutroux’nun on yıldan fazla süren suç ve yargı dönemi süresince pek çok genç insan ve çocuk mağduriyet yaşamış ve ne yazık ki bir kısmı hayatını kaybetmiştir.
Bu tüyler ürpertici insanlık suçunu konu alan Maldoror, olayları polis memuru Paul Chartier’ın gözünden anlatır. Cinsel taciz olaylarıyla anılan ve Dutroux’dan uyarlanan tehlikeli bir suçluyu takip etmek üzere gizli bir görev ekibi, Maldoror kurulmuştur. Ancak birimdeki polis organizasyonu ve hukuk sistemindeki yetersizlikler nedeniyle ekip bir türlü başarılı olamaz. Buna müsaade etmemeyi saplantılı bir amaç hâline getiren Chartier, kolları sıvayarak gizemli katilin peşine bizzat düşer.
DuWelz’in gerilim-suç türünde özelleşen üslubu, Maldoror’la birlikte mevcut izleyici kitlesini genişleterek beklentileri fazlasıyla karşılamıştır. Ancak usta yönetmen, “başyapıtı” olarak gördüğü son filminde böyle bir amaçtan ziyade daha evrensel bir ileti oluşturma niyetindedir. Dutroux skandalı, Belçika tarihine pek çok insanı derinden yaralayan acı ve vahşi bir olay olarak geçmiştir. DuWelz ise olayı yeniden gündeme getirip yaraları kanatmak veya suçu albenili göstererek sansasyon üzerinden heyecan devşirmeye çalışmak istemez. Nitekim çeşitli kanallara verdiği demeçlerde bu tür olayların hafızalardan silinerek normalleştirilmesinden rahatsız olduğunu dile getirmiştir. Onun esas amacı, suçu ayan beyan ortada olan bir caninin sırf polis teşkilatı ve yargı sistemindeki yetersizlikler nedeniyle salınıvermesi sonucu mağdur olan çok daha fazla insanın sesini duyurmaktır. Bir başka deyişle duWelz’in derdi skandalları mercekle büyüterek izleyiciyi kendine bağlamak değil, ustalaştığı sanat alanı vasıtasıyla devlet kurumlarının suça yaklaşımını, suçu yönetme ve yargılama biçimlerini eleştirmektir.
Bu yıl 44. İstanbul Film Festivali kapsamında yer verilecek olan Maldoror, özellikle böyle bir ilke barındırdığı için polisiye-suç türüne ilgi duyanların farklı bir bakış açısıyla da karşılaşacağı bir yapım. Çeşitli eleştirmenlerce uzunluğuna dikkat çekilen film, sürükleyici kurgusu ve duWelz’in tempolu gerilimiyle heyecanı elden bırakmayacak türden. Yapımın teknik yönüne de ilgi duyan izleyiciler için gotik bir anlatı biçimi örneğini görebilmek de mümkün üstelik. Filmin geneline hâkim olan sarı filtre, loş ve tek taraflı ışıkla karanlığın yönetilme şekli, dozunda verilen bilgi ile gizemi koruyan sahneler, çağdaş sinemada güncel bir olayın gotik üslup içinde nasıl anlatılabileceğini de keyifli bir seyirle sunuyor. Suçun amaç değil, eleştirel araç olarak kullanıldığı bir polisiye serüveni izlemek isteyen tüm sinemaseverlere tavsiyemdir.
Film; 18 Nisan Cuma 16:00 Atlas 1948’de,
20 Nisan Pazar 16:00 Cinewam City’s 7’de,
22 Nisan Salı 21:30 Kadıköy Sineması’nda gösterilecektir.
Lessons Learned (Yön.Bálint Szimler, 2024)
Macar yönetmen Bálint Szimler’in ilk uzun metrajı olan Lessons Learned (2024), bireyin şekillenme sürecine dışsal müdahalelerin en yoğun yaşandığı alanlardan biri olan eğitim sistemine yönelttiği bakışla dikkat çekiyor. Berlin’den Budapeşte’ye taşınan on yaşındaki bir çocuğun gözünden kurulan hikâye, yalnızca yeni bir çevreye uyum sağlama çabasını değil, aynı zamanda bireysel varoluşun kurumlarla olan çatışmasını da görünür kılmaya çalışır. Avrupa sanat sinemasının genç ve duyarlı örneklerinden biri olarak yorumlanan yapım, uluslararası festivallerdeki dolaşımının yanı sıra İstanbul Film Festivali Altın Lale Yarışma seçkisine dâhil edilerek Türkiye’deki sinema çevrelerinin de ilgisini çekti.
Film, Berlin’den Budapeşte’ye taşınan on yaşındaki Palkó’nun, yeni bir ülkede karşılaştığı okul sistemine uyum sağlama sürecini konu alır. Bir yandan Palkó’nun yabancı bir ortamda yaşadığı deneyimler takip edilirken, diğer yandan çalıştığı okulun katı kurallarına mesafeyle yaklaşan genç öğretmen Juci’nin bu yapı içindeki konumu gözler önüne serilir. Öğrenci ile öğretmen arasındaki ilişki, iki farklı uyum arayışının yan yana gelişini anlatının merkezine yerleştirir.
Festival kataloglarında ve eleştirilerde dikkat çekici bir unsur, yönetmen Szimler’in gerçekçilik ile düşsel öğeleri bir arada kullanması olarak görünüyor. Görünüşe göre seyirci, film boyunca büyüme, itaat ve başkaldırı gibi evrensel temalarla baş başa bırakılırken; anlatı, eğitim sistemi çerçevesinde başlayan ama kişisel ve toplumsal düzeyde daha derin sorulara yönelen bir iç yolculuğa evrilir. Palkó’nun yaşadığı yabancılaşma, yalnızca coğrafi sınırlarla değil; anlamaya, aidiyet kurmaya ve ses bulmaya dair daha içsel engellerle de bezelidir.
Lessons Learned’in İstanbul Film Festivali’nin Altın Lale Yarışma seçkisinde yer alması, yalnızca estetik değerleriyle değil, taşıdığı düşünsel yükle de açıklanabilir. Film, otoriteyle şekillenmiş bir eğitim sisteminin içinde, bireyin – özellikle de bir çocuğun -sesini bulma çabasını konu edinirken, evrensel bir çatışmayı yerel bir bağlamda görünür kılar. Bu yönüyle, festivalin uzun yıllardır sürdürdüğü sinemada özgün anlatım biçimlerini, kültürel dönüşümü ve toplumsal eleştiriyi öne çıkarma misyonuyla doğrudan örtüşür. Szimler’in sade ve kontrollü anlatım dili, karakterlerin içsel dünyasıyla kurduğu incelikli bağ ve sistem eleştirisini açık bir slogana dönüşmeden ifade etme becerisiyle filmin seçkideki varlığını hem biçimsel hem de tematik düzlemde anlamlı kılar.
İstanbul Film Festivali gibi köklü bir platformda yer alması da tesadüf olarak değerlendirilemez. Altın Lale yarışma seçkisi, her zaman sinemasal iddiası yüksek yapımlara ev sahipliği yapar. Lessons Learned’in bu seçkide yer alması, hem taşıdığı estetik niteliklere hem de uluslararası ölçekteki anlatı gücüne işaret ediyor. Daha önce kısa filmleri ve müzik klipleriyle dikkat çeken Szimler, bu yapımla birlikte adını Avrupa sanat sinemasının dikkatle takip edilen yönetmenleri arasına yazdırabilecek bir konuma getirebilir. Lessons Learned, onun sinema yolculuğunda bir dönüm noktasına işaret ederken izleyiciye de hem estetik hem düşünsel düzlemde katmanlı bir deneyim sunuyor gibi görünüyor.
Film; 19 Nisan Cumartesi 11:00 Atlas 1948’de,
21 Nisan Pazartesi 19:00 Cinewam City’s 7’de,
22 Nisan Salı 16:00 Kadıköy Sineması’nda gösterilecek.
O da Bir Şey mi (Yön. Pelin Esmer, 2025)
Bu sene ilk kez tek bir çatı altında birleştirilen Altın Lale için yarışan on beş filmin yedisi yerli film, biri ise yarı yerli diyebiliriz. Bu filmler arasında son yılların Türkiye sinemasının en önemli isimlerinden biri olan Pelin Esmer’in son filmi O da bir şey mi (2025) de var. İlk gösterimini Rotterdam Film festivalinde yapan film, Altın Lale yarışmasının ötesinde sinemaseverlerin her koşulda merakla beklediği bir film. Her işiyle hayatımıza dokunan, en çarpıcı hikâyeleri en sakin yerinden anlatarak hikâyenin gücünü seyircinin içinde hissetmesini sağlayan yönetmen, bu işiyle de ses getireceğe benziyor.
Daha önce Oyun (2005), 11’e 10 kala (2009), Gözetleme Kulesi (2012), İşe Yarar Bir Şey (2017) ve Kraliçe Lear (2019) adlı filmlerini izlediğimiz Esmer, hem belgesel hem de kurmaca dalında 2000 sonrası sinemamızda rüştünü ispatlamış bir kadın yönetmen. Küçük insanların büyük ve belki hepimiz için tanıdık olan hikâyelerini anlatıp; ölüm, yalnızlık, dayanışma, vicdan gibi temaları ele alırken insani ve güçlü bir anlatımla durgun bir suyun derinlerinde nefessiz kalmışsınız gibi hissettirecek kadar güçlü sinema diliyle tüm ilgi ve merakımızı hakkediyor.
Filmi Rotterdam’da gören şanslı azınlık dışında sanıyorum sinemaseverlerle asıl buluşması 44. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleşecek. Toplam üç gösterim yapacak olan filmin 19 Nisan Cumartesi 21.30 seansındaki gösterimi hem Türkiye prömiyeri hem de Film ekibinin katılımıyla Türkiye galası olacak gibi görünüyor.
Filmin konusuna gelirsek; Söke Film Festivali’nin konuklarından İstanbullu ünlü yönetmen Levent, kaldığı otelde kat görevlisi olarak çalışan yirmilerindeki Aliye’den bütünüyle habersizdir. Oysa kendine yeni bir hayat hikâyesi edinmeye çalışan Aliye, Levent’i ve filmlerini çok iyi tanımaktadır. Aliye’nin çetrefilli hikâyesi, birbirinden tamamen farklı hayatlara sahip bu iki uzak insanı bir araya getirir. Şimdi gerçek ile kurgu arasında bir seçim yapmak zorundadırlar.
Gerçekle hayalin, filmle hayatın iç içe geçtiği, sınırların belirsizleştiği bir film olduğunu fragmanından da sezdiğimiz O da bir şey mi (2025) ünlü oyuncu kadrosuyla da dikkat çekiyor. Timuçin Esen, Sermet Yeşil, Nur Sürer, İpek Bilgin, Mehmet Kurtuluş gibi isimleri görmek izleme arzumuzu daha da kamçılıyor. Zengin oyuncu kadrosunun otelin müşterileri olduğunu ve onların da hikayelerine şöyle bir göz atacağımızı da anlıyoruz. Bana öyle geliyor ki; hayallerimiz ve yaşadığımız gerçeklerimiz arasındaki farklar ve bu koca dünyada ikisi arasındaki sıkışmışlığımız çeşitli katmanlarla filmin sorgulamamızı istediği şey olacak.
-Niye öldürdün babanı?
-Öldürmedim ki, hayal ettim.
Bir de söylemeden geçemeyeceğim; O da bir Şey mi ismi beklentimizi yükselten bir seçim olmuş gibi. Umarım film bize o da bir şey dediğinde biz de ona “vay be gerçekten müthişmiş” diyebiliriz. Heyecanla bekliyorum.
Film; 19 Nisan Cumartesi 21:30 * Atlas 1948’de (Ekip katılımlı),
20 Nisan Pazar 13:30 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı),
22 Nisan Salı 16:00 Cinewam City’s 7’de gösterilecek.
Nesrin KARADAĞ
Tayfa (Yön. Sahand Kabiri, 2025)
Bu yıl Rotterdam Film Festivali’nde prömiyerini yapan Tayfa, modern İran sinemasının gençlik temsiline getirdiği taze solukla dikkat çeken bir yapım olma özelliği taşımaktadır. Yönetmenliğini Sahand Kabiri’nin üstlendiği film, z kuşağı ve milenyum çocuklarını merkezine alır. Kabiri’nin ilk uzun metrajlı filmi olan Tayfa, gençlerin bireysel kimlik arayışlarını ve içinde bulundukları toplumsal yapıya yönelik geliştirdikleri direnişi temsil etmektedir. Film, bir veda partisinde toplanan gençlerin, yalnızca dostlarına değil, aynı zamanda dayatılan ataerkil sisteme meydan okuyuşlarını işliyor.
Kabiri, Tayfa ile Tahran’ın günümüz İranlı gençlerinin yaşamına içeriden bir bakış sunar. Karakterler, toplumun belirlediği normlar ile kendi istekleri arasındaki çatışmayı en doğal hâlleriyle deneyimlemektedir Bu bağlamda Tayfa, bireysel özgürlük ve kolektif dayanışma arasında kurulan hassas dengeyi irdeleyen, kişisel ama bir o kadar da politik bir film olma özelliği taşımaktadır. Filmin anlatısı, gençlik enerjisi ile toplumsal baskılar arasındaki gerilimi derinlemesine işlemektedir. Tayfa’nın üyeleri, bir araya geldiklerinde mutlu gibi görünmelerine rağmen bireysel yolculuklarında yalnız ve zaman zaman çaresiz hissetmektedir. Bu anlarda Kabiri, kamerasını adeta bir belgeselci hassasiyetiyle kullanarak, karakterlerini içeriden gözlemlemeyi tercih eder. Yönetmenin yaklaşımı ve üslubu filmdeki samimi atmosferi güçlendirirken, seyirciye de karakterlerin dünyasına daha içten bir şekilde dahil olma fırsatı sunmaktadır.
Tayfa, sadece bir grup gencin hikâyesini anlatmaktan ziyade İran toplumunun gençlik üzerindeki etkilerini ve onların bu etkilere nasıl direndiğini gözler önüne sermektedir. Capcanlı, dimdik duran ve umudu elden bırakmayan bir kuşağın portresini çizen Kabiri, ilk uzun metrajlı filminde oldukça güçlü bir anlatı sunar. Festival yolculuğu boyunca da adından söz ettirecek bu film, özellikle toplumsal cinsiyet, bireysel özgürlük ve gençlik temalarını ele alan sinema severler için kaçırılmaması gereken bir yapım olarak öne çıkmaktadır.
Film; 20 Nisan Pazar 19:00 *Atlas 1948’de (Ekip katılımlı),
21 Nisan Pazartesi 11:00 *Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı),
22 Nisan Salı 19:00 Cinewam City’s 7’de gösterilecek.
Fil’m Hafızası
Öldürdüğün Şeyler (Yön. Alireza Khatami, 2024)
2025 Sundance Film Festivali’nde Dünya Sineması Drama Yarışması kapsamında prömiyerini yapan Öldürdüğün Şeyler (2024), Khatami’nin Ali Asgari işbirliği ile yaptığı İran’da otoriter rejim altında günlük rutinleri absürdist bir lensle inceleyen, 2023 Cannes Ödülleri’nde Belli Bir Bakış seçkisinde gösterilmiş olan Terrestrial Verses (2023) filminden sonraki ilk işidir. Khatami bu sefer keskin kamerasını Türkiye’ye çevirir. Coğrafyanın, kültürün, dilin ve bu kavramların insan ve kimlik(ler) üzerindeki etkisi sinemada incelenmesi kaçınılmaz bir konudur. Üstelik Khatami’nin kendi sanatçı kimliğinin hem film anlatısının hem de film yapımı sürecinin bir parçası olduğuna dair elimizde birkaç ipucu vardır.
İlk olarak filmin konusuna kısaca göz atalım. Türkiye’yi Amerika’da Karşılaştırmalı Edebiyat okumak için terk etmiş olan üniversite profesörü Ali (Ekin Koç), annesinin ölümü ile birlikte babasına karşı olan hıncını somut bir intikam arayışına dönüştürür. Bu süreçte de kimlikten kimliğe bürünür. Ali, bahçıvan Reza (Erkan Kolçak Köstengil) ile bir plan yaparak bu yola girer ve kendi iç dünyasına bir yolculuğa çıkar. Film, Ali’nin aynı zamanda parçası olduğunu düşünmediği ataerkil bir dünyaya onu yavaş yavaş çekerek, daha önce yüzleşmediği kimliklerinin karmaşasında bırakır.
Mekân olarak Anadolu’nun kırsallarının seçilmesi, müzik yerine doğa seslerinin tercih edilmesi de şüphesiz ki psikolojik gerilim sayılabilecek bu filmde cesur bir seçimdir. Bunun ışığında, seyirciye aktarılmaya çalışılan tedirginlik ve çarpıcılık çoğunlukla karakter, diyalog ve kamera teknikleri üzerinden verilmektedir. Khatami bir röportajında alternatif, öne çıkan bir biçimin onun için önemli olduğunu belirtir–genelde “biçim”e olan bu vurgunun Batı sinemasında konuşulduğunu, Batı dışı yönetmenlerden beklenenin filmin içeriğinin, yönetmenin çıktığı coğrafyadaki güncel sorunlarla olan uyumu olduğunun altını çizer. Bunu bir sorun olarak gören Khatami, Öldürdüğün Şeyler ile bu beklentiyi alt üst etmeye çalıştığını dile getirir. Belli bir coğrafyada yer alsa da bir filmin evrensel kaygılar ve kavramlar üzerinden okunabileceğini vurgular. Khatimi için filmler sadece siyasi bir demeç değil, bir sanat eseridir ve filmler bu bakış üzerinden değerlendirilmelidir.
Öte yandan iki erkek karakterin isimlerinin Ali ve Reza olması elbet bir tesadüf değildir. Bu noktada filmin yönetmen için kişisel bir proje olduğu, belki de bu anlatı üzerinden kendi sanatçı kimliğini incelediği, söylenebilir. İlk uzun metraj filmi olan Oblivion Verses (2017), Şili’de çekilmiş, İspanyolca, büyülü gerçekçi bir filmdir. İkinci filmi yukarıda bahsedildiği gibi Farsçadır ve İran’da çekilmiştir. Anlaşıldığı üzere Khatami sanatını dünyanın her köşesinde icra etme amacı güden bir sanatçıdır–yani sadece belli konularda ve dillerde, ondan beklenileni yapmak ilgisini çekmez. Yönetmenin farklı dillerde farklı sanatçı kimliklerini göz önünde bulundurmak, filmlerindeki karakterlerin dil ve kimlikle olan çekişmelerini incelemek açısından faydalı olabilir. Aynı zamanda büyük bir David Lynch hayranı olan Katimi bu filmi yaparken Lynch’in insan psikolojisine olan farklı bakış açısından ilham aldığını belirtmektedir.
Filmi izlemeden bu kaygıları ve esintileri ve göremeyecek olsak da, Öldürdüğün Şeyler’in Altın Lale Yarışması seçkisinde ilgi çeken filmlerden biri olduğunu söyleyebiliriz.
Film; 17 Nisan Perşembe 21:30 *Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı),
19 Nisan Cumartesi 16:00 *Atlas 1948’de (Ekip katılımlı),
21 Nisan Pazartesi 16:00 Cinewam City’s 7’de gösterilecek.
İpek ÖMERCİKLİ
Buradayım, İyiyim (Yön. Emine Emel Balcı, 2025)
Buradayım, İyiyim (2025), kadınların kahramanlık hikâyelerine ihtiyaç duymadan da güçlü ve görünür olabileceğini hatırlatır. Filiz’in hikâyesi, günümüzün kentli kadınına hiç de yabancı değildir. Çalışan bir anne, bir eş, bir evlat olarak tüm bu rollerin arasında iç sesini dinlemeyi unutmuş bir kadındır. Doğum sonrası depresyona girdiğinde, kendine basit gibi görünen ama aslında çok şey anlatan bir hedef koyar: bir araba almak. Filiz için araba, rotasını yeniden çizme, kendi hızını belirleme, istediği yerde durma ve yön değiştirme hakkının bir sembolüne dönüşür.
Emine Emel Balcı’nın sade ama çarpıcı yönetmenliğiyle hayat bulan Buradayım, İyiyim kadının “kendi hayatına sahip çıkma” mücadelesini gündelik detayların içine işleyerek anlatır. Filiz’in yalnızlığı tanıdık bir yorgunlukla örülmüştür. Evin içinde görünmeyen emek, bitmek bilmeyen beklentiler ve kadının kendini en son sıraya koyma hâli düşünüldüğünde, Filiz’in araba arzusu sıradan bir istekten öte, bir özgürlük talebine dönüşür. Tam da bu döneminde Filiz, Şule ile tanışır. Farklı geçmişlere sahip olsalar da benzer bir sıkışmışlık duygusuyla yolunu arayan iki kadının karşılaşması, aralarında beklenmedik bir bağın filizlenmesine vesile olur. Bu bağ, dayanışmanın sessiz ama güçlü bir biçimini temsil eder; yargılamadan, bir şey beklemeden, yalnızca birbirini gerçekten anlayarak kurulan bir dostluk…
Filiz’in kendine ait bir arabaya sahip olma isteği, Virginia Woolf’un A Room of One’s Own (1929) kitabını hatırlatır. Her iki eserin de kesiştiği nokta, kadınların toplumun ve çevresinin dayattığı sınırların ötesine geçebilmesi için kendine ait bir alan yaratması gerektiğidir. Bu bağlamda, Buradayım, İyiyim, toplumsal cinsiyet, özgürlük arayışı ve toplumsal temalarla ilgilenenler için güçlü bir deneyim sunmaktadır.
Emine Emel Balcı, toplumsal temaları derinlemesine işleyen ve karakter odaklı anlatım tarzıyla tanınan bir yönetmendir. Çeşitli festivallerde ödüller kazanan Balcı, kısa filmleri ve belgeselleriyle dikkat çekmiştir. İlk uzun metraj filmi Nefesim Kesilene Kadar (2015) ile Berlinale Forum bölümüne seçilerek uluslararası alanda başarıya ulaşmıştır. İkinci uzun metrajlı filmi Buradayım, İyiyim ise dünya prömiyerini 44. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştirecektir. Altın Lale Yarışması’nda kaçırılmaması önerilen film, Türkiye-Almanya ortak yapımıdır. Başrollerini Bige Önal ve Elit İşcan’ın paylaştığı filmde Görkem Mertsöz, Mustafa Sönmez, Elçin Atamgüç, Ayhan Kavas ve Ayşe Lebriz rol almaktadır. Buradayım, İyiyim, kurgu aşamasındayken Selanik Uluslararası Film Festivali’nin prestijli “Agora Work in Progress” programına seçilen yapımlar arasında yer almıştır.
Yönetmenin sade ve derinlikli anlatımı, oyuncuların sahici performansı ve kadın merkezli güçlü yapısıyla film, geniş kitlelere ulaşmayı ve salonlarda yer bulmayı hak eden bir sinema deneyimi vaat etmektedir.
Film; 18 Nisan Cuma 21:30 *Atlas 1948’de (Ekip katılımlı),
19 Nisan Cumartesi 19:00 *Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı),
21 Nisan Pazartesi 13:30 City’s’de gösterilecek.
Under the Volcano (Yön.Damian Kocur, 2024)
İnsani krizlerin son beş yılda iki katına çıktığı dünyamızda bu türden psikolojik zorlanmaya maruz kalmak istisnadan çok sıradanlaşmaya başladı. Under the Volcano (2024), günümüz küresel politik ikliminde hiçbirimiz için çok da olasılık dışı olmayan bir hikâyeyi beyazperdeye taşıyor. İspanya’nın Tenerife adasına tatil yapmaya giden Ukraynalı bir aile, ülkelerinin Rusya tarafından işgal edildiğini öğrenir. Evlerinden çok uzaktayken gerçekleşen bu insani kriz, hâlihazırda çeşitli sorunlarla boğuşan aile bireylerini ve aile dinamiklerini derinden sarsar. Ukrayna’nın senelerdir içinde bulunduğu savaş atmosferinde yaşama tutunmaya çalışan ailenin bağ kurma beklentisiyle çıktıkları tatilleri, ümit edilenin tam aksinin gerçekleştiği bir yol ayrımına dönüşür.
Evlerinden uzakta olmanın ve mücadelenin aktif birer parçası olamamanın verdiği sıkıntı bir yana, sürekli bombalanan şehirlerde yaşayan sevdiklerinin güvenliğinden büyük endişe duyan aile, Tenerife’de “güvenli bir yerde” olmalarına rağmen ruhsal olarak mahsur kalmıştır. Bu sıkışıp kalma hâli içinde aileye yeni katılan üvey anne Nastyna ve çaresizlik içinde metanetini korumaya çalışan baba Roman, olan bitene anlam vermekte zorlanan çocuklarını teselli etmeye çabalar. Ancak anlamsızlık o kadar gerçek ve derin belirsizlik ise o kadar katlanılmazdır ki herkesin kendince yöntemlerle baş etmesi gerekir. Altı yaşındaki Fedir kabuslarla boğuşurken, 16 yaşındaki Sofiia ergenliğin duygusal yoğunluğuyla birlikte Rusya’ya duyduğu öfke ve gelecekte yapayalnız kalacağına dair korkularla mücadele eder.
Başrolde izlediğimiz dört karakterin yaşadıkları duygusal geçişler, oyuncuların etkileyici performanslarıyla ustaca işlenir. Olağan dışı ve korkunç bir durum yaşasa dahi hayat devam ettiği müddetçe, insanın dayanıklılığını nasıl kullanabildiği ;Roman ve Sofiia’nın müzik eşliğinde bağ kurması gibi küçük anlarda ele alınır. Filmin atmosferinde yer alan tatil, eğlence gibi pozitif duygular canlandıran dans eden turistler gibi ögeler bu sırada bir faciayla yüzleşen ailenin gerçekten kopma deneyimlerini yansıtır. Bazen gerçekten kopma anları, insanın ruhsal sağlığını koruyabilmesi adına kaçınılmaz olsa da filmde ele alınış şekliyle dünyada olan biten tüm vahşetlere gözlerini kapatmış insan topluluklarına da böylelikle bir mesaj gönderilmektedir.
Dünya prömiyerini Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yaptıktan sonra 97. Akademi Ödülleri’nin En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film kategorisinde Polonya’dan aday gösterilen Under the Volcano bu sene İstanbul Film Festivali kapsamında Altın Lale Ödülü için yarışacak. Evrensel insani değerlerin bir çırpıda yok sayıldığı, yaşama, güvenlik gibi temel hakların artık yalnızca gücü elinde bulunduranlar için geçerli olduğu bu felaket anlatısı, insan psikolojisinin kırılganlığına olduğu kadar dayanıklılığına da değinerek her şeye rağmen umut taşımanın aktif bir eylem olduğunu bizlere bir kez daha hatırlatıyor.
Film, 14 Nisan Pazartesi 13:30 Atlas 1948’de,
16 Nisan Çarşamba 11:00 Cinewam City’s 7’de,
21 Nisan Pazartesi 19:00 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı) gösterilecektir.