1994 yılında gösterime giren, Walt Disney yapımı klasik animasyon örneği olan The Lion King, benim izlerken ağladığım ilk film olmanın yanı sıra, yaşıtlarım arasında da hala “efsane” olarak hatırlanan güzel bir çocukluk anısıdır. Kalabalık bir yazar kadrosu tarafından kaleme alınan, yönetmenliğini Roger Allers ve Rob Minkoff’un üstlendiği, Hans Zimmer imzalı müzikleri ile Oscar ve Altın Küre’yi kucaklamış olan bu film, dönemin animasyon furyasında aralardan sıyrılmış, hatta zirveye kurulmuştur. Bir çoğumuz için, bu filme yüklediğimiz anlam kelimelerle anlatılamayacak derinliktedir
Peki neden böyledir?
Aslında basit bir okumayla değerlendirirsek, Simba adlı yeniyetme aslan yavrusunun, ilk gençliğe adım atmadan önceki dönemde babasına bağlılığı ve hayranlığıyla başlayan hikaye, zamanla yavrunun büyümesi, ergenliğe adım atması, aileyle çatışması, hatalar yapması, “bunalım takılması”, evden ayrılıp tuhaf arkadaşlar edinmesi ve hatta hayatı boş vermesi, sonrasında zamanında kıymetini bilemediği aşkın farkına varmasıyla, aklını başına devşirerek evinin direği olmaya dönmesi ekseninde ilerleyen bir yapıya sahiptir.
Ancak filmde bizim için bunlardan çok daha fazlası vardır.
Şimdi baktığımda filmde bana Shakespeare’in Hamlet’ini anımsatan çok ayrıntı olduğunun farkına varıyorum. Elbette bunu on yaşımdayken fark etmem imkansız. Demek ki başka bir şeyler olmalı…
Düşünelim…
BİR – Müzikler… Filmin en önemli ayrıntılarından birinin başarılı müzikleri olduğu konusunda hemfikir olacağımızı düşünerek, bize bir anlam ifade etmeyen fakat yine de etkilemeyi başaran şarkı girişi ödülünü “naaaaa sivenyaaa malabi çivavaaa” cümlesiyle Circle Of Life adlı şarkıya takdim ediyorum. Ancak ve ancak, yukarıda kulaktan dolma halini yazmış olduğum bu sözlerin aslının Nants ingonyama bagithi Baba, olduğunu ve “baba aslan geliyor” anlamına geldiğini de belirtmek istiyorum. Sözleri Tim Rice’a, müziği ise Elton John’a ait olan ve Carmen Twillie tarafından seslendirilen şarkının “Hayatın Çarkı” ismiyle dilimize çevrilmiş versiyonunu ise Zuhal Olcay seslendirmişti.
İKİ – Simba ile özdeşim… Filmi izleyip de kendini Simba yerine koymayan, Mufasa’ya hayran olmayan, yavrucağın uğradığı haksızlık kendisine yapılmış gibi hissetmeyen, filmin sonunda hain amca Scar’ın başına gelenleri mutluluktan yaşarmış gözlerle gülümseyerek seyretmeyen yoktur. Biz Simba’yızdır, Mufasa babamızdır. Kendi babamızda gördüğümüz tüm üstün özellikler Mufasa’dadır. Onun yavrusu olmak kelimelerle anlatılabilecek bir durum değildir. Hatta zaman zaman kendimizi kaybedip kükremişizdir de…
ÜÇ – “Hakuna Matata”… Timon ve Pumbaa’nın muhteşem felsefesi… Filmdeki aynı isimli şarkıyı duymamızla dimağlarımıza kazınan, “problem yok” anlamına gelen, izleyici üzerinde aşırı derecede bir gevşeme hissi yaratıp, “salla domat” durumuna sebep olan bu iki kelime, aslında Kenya ve Mozambik dolaylarında konuşulan Swahili diline aittir. Günümüzde halen, özellikle, cafe-barlara isim olası, günlük konuşma içinde kullanılası bir söz öbeğidir.
DÖRT – Pride Rock… Uçsuz bucaksız yeşil bir ovanın tam ortasında bütün ihtişamıyla yükselen o devasa kayanın kendine has şekli hala gözümüzün önündedir. Burası kralın ailesiyle birlikte halkını selamladığı, orman krallığının refah ve huzurunu temsil eden bir görsel öğedir. Nitekim Mufasa’nın ölümünden ve Scar’ın krallığı ele geçirmesinden sonra kayanın üzerine çöken bulutlar, kararan hava ve etrafı saran puslu ve rahatsız edici görüntü kayanın ihtişamını bozmaya yetmeyecek, Pride Rock sonunda eski güzel günlerine kavuşacaktır.
Tüm bunlar, en azından benim için, The Lion King filmini bugün dahi vazgeçilmez kılan öğelerden ilk aklıma gelenler. Yazının başında da söylediğim gibi bu film bir çocukluk aşkı. Gülümseyerek hatırladığımız çocukluk anılarımız gibi… Saf ve umutlu… Güçlü ve samimi…
Kimilerine göre ise, az önce de belirttiğim gibi, Hamlet adlı oyundan alıntılar içeren bir uyarlama. Filmi bu bağlamda ele alırsak, ciddi benzerlikler bulmak mümkün. Ama tam olarak Hamlet’in ‘outline’ını takip ettiği de söylenemez.
Prens Simba, Prens Hamlet’e Karşı
İki hikayede de güçlü kral bir ihanete kurban gider, ve iki hikayede de intikam kralın oğlu tarafından alınır. Hikayelerdeki katiller kralların gücü kendi ellerine geçirmek isteyen hain erkek kardeşleridir. Kralların ölümünden sonra, iki hikayede de erk hain kardeşler tarafından başarılı bir şekilde ele geçirilir, ve bu bahsi geçen canilerin yönetimi sırasında krallık hızla kötüye doğru gider. İki veliaht da “kenafir” görünüşlü amcalarını sevmemekle birlikte, ilk başta babaların ölümünden onların suçlu olduğundan haberdar değillerdir.
Bu noktada iki hikaye birbirinden farklılaşmaya başlar. Hamlet, babasının ölümünden kimin sorumlu olduğunu öğrenebilmek için deli rolü yapmaya başlar. Buna karşılık daha toy ve saf bir karakter olan Simba, katil amcası tarafından babasının ölümünden sorumlu olduğuna inandırılır. Büyük üzüntü içine giren genç veliaht, çareyi kendini yollara vurarak krallığı terk etmekte bulur.
Hamlet’in yanında can dostu Horatio’dan başkası yokken, annesi Gertrude bile babasını tamamen unutup kendini amca Cladius’un kollarına atmış, Hamlet’in tüm yaptıklarını ona yetiştirmeye başlamışken, Simba’nın çevresi onu seven ve ona güvenen dostlarla doludur. Annesi Sarabi, oğluna olan inancını asla kaybetmemiştir.
İki hikayenin bitişleri de birbirinden oldukça farklıdır. Hamlet’in kapanışı zehirler, kılıçlar, itiraflar ve intikamlarla adeta bir toplu tükeniştir. Oyunun sonunda ayakta kalan tek kişi olan Horatio’ya karşılık, Aslan Kral’da ayakta kalan ve eski güzel günlerine kavuşan Simba’nın krallığı olmuştur. Hamlet, kendine bırakılan yürütme yetkisini, ölümünden hemen önce sadece birkaç dakikalığına kucaklarken, Simba bizlere kral olarak bir çok maceraya atılacağının sinyallerini vermektedir.
İki hikaye de benzer gidişat ve benzer karakterlere sahiptir. Ama sonlardaki küçük nüanslar, Hamlet’in trajedisiyle Simba’nın mutlu sonunu birbirinden ayırmaktadır.
Bir hikayeden etkilenmek, ve fakat o hikayeyi evirerek bambaşka bir güzelliğe dönüştürmek… Bir Shakespeare hikayesi üzerinde, adeta başka bir Shakespeare gibi dans etmek…
Bence bütün mesele bu!