Van’ın güzelliği ve yeşilliğiyle göz alan doğasının ortasında, masallarda anlatılanlara benzeyen bir babaanne ve bir torunun arayış hikâyesi Were Dengê Min (2014). Hüseyin Karabey’in Gitmek: Benim Marlon ve Brandom‘dan (2008) sonraki uzun metrajı olan film, 90’larda Doğu’da yaşanan baskınları, köy boşaltmaları, asker-köylü-korucu ilişkilerini, gerçeğin can acıtan soğukluğunu az da olsa dağıtmak istercesine bir masalın içine gizleyerek, bir babaannenin dilinden ve dengbejlerin izinden anlatıyor. Sekiz yaşında küçük bir kız çocuğu olan Jiyan’ın (Melek Ülger) uyumaya hazırlanırken ısrarla babaannesi Berfe’den (Feride Gezer) ’tilki hikâyesi’ni istemesiyle açılıyor film. Tedirgin bir hâlde dışarıyı seyreden babasının ve olacakları sezmiş babaannesinin neye endişelendiklerinden habersiz beklerken, Jiyan’ın masalı, askerlerin evlerini basmaları ve evin her tarafını dağıtarak silah aramalarıyla bölünüyor. Köydeki baskında evleri aranan tüm erkekleri meydana toplayan askerin istediği tek şey var: silah. Saklandığına emin oldukları silahlar ortaya çıkana kadar salıverilmemek üzere götürüyorlar topladıkları köylüleri. Ne yapacaklarını bilmez hâlde arkalarından bakakalan yakınları, bir kurtuluş ümidi olarak olmayan silahların peşine düşüyorlar. Böylece tilki hikâyesine paralel giden ana hikâyemiz de şekilleniyor.
Berfe, oğlunun kurtuluşu için önündeki tek yolun, silahı bulmak olduğunu anladığında anlatmayı yarım bıraktığı masaldaki gibi oradan oraya sürükleneceği bir yola koyulmuş oluyor farkında olmadan. Jiyan, çocuk saflığıyla arkadaşlarından topladığı oyuncak silahları babaannesine götürüp, babasını bunlarla kurtaracaklarını söyleyince, işi oyundan alıp gerçeğe dönüştürmeye karar veriyor Berfe. Zamanında dağlarda eşkıya olan babasının beylik tüfeği, oğlunu geri almaya yetmeyince torununu da yanına alıp yollara düşüyor. Dağları tepeleri aşıp uzaklardaki silahları arıyor sanki el yordamıyla. Her uğradığı durakta da kabustan bozma bir döngünün içine girmiş gibi başka bir engelle, başka bir ‘arama’yla karşılaşıyor. Bu arama, askerlerin yolda izde köylülere yaptıkları, artık rutine dönüşmüş bir müdahale çabası aslında. Silahın olup olmamasından çok; onun varlığı üzerinden sistematik bir rahatsız ettirme, köylüleri korku ve gözetim altında yaşamaya mecbur bırakma ve yaşadıkları coğrafyanın uzun vadeli bir açık hava hapishanesi olduğunu hissettirme çabası. Bu döngünün içinde sadece bu sistematik baskıdan ibaret değil elbet; fiziksel şiddetin onlarca katı büyüklüğündeki bir psikolojik şiddet içinde masalını anlatmaya çalışan babaannelerin, oğulların ve torunların açık bir kapı bulma mücadelesi de var aynı zamanda. Berfe’nin ve Jiyan’ın bu yolda cesur ve kendinden emin adımlarla ilerleyişleri ve amaçlarını yerine getirmek için masal anlatmaya devam etmeleri gibi. Silah aramak için çareler ararken, korucuların tehditkâr bakışları altında bir kaçakçıyla da görüşmek zorunda kalıyor Berfe. Eli boş dönüyor oradan da. Masaldaki tilkinin, kuyruğu için önce terziye, oradan da terzinin istediği boncukları bulmaya gitmesi ve hâlâ kuyruğunu diktirememesinde olduğu gibi bir öğrenilmiş çaresizlik içinde arıyor silahı. Attıkları her adım ile bir suça zemin hazırlayacakmış gibi davranılan bir hiyeraşinin içinde, bakışlarına bile dikkat ederek yaşamak zorunda bırakılmış insanların olduğu bir coğrafyada yaşıyorlar çünkü. O doğanın uçsuz bucaksız yeşili ve mavisine tezat bir karanlığın içinde aramaya çalışıyorlar, her ne arıyorlarsa. Bir silahın gölgesine gizlenmiş özgürlük, aile, yuva, ülke…
Berfe, son durağı olan yeğeninin evinden, Jiyan’ın o evdeki bir silahı gizlice yanına alması sayesinde masalının sonunu getirmeye çalışırken, bu insanların nasıl bir karanlığın içinde ilerlemek zorunda bırakıldıklarına da şahit oluyoruz. Tam da hikâyenin bu noktasında, görme engelli üç dengbej yollarına çıkıyor, bu babaanne ve torunun. Hem onlara eve dönüş yolunda yoldaş oluyorlar hem de ikisinin asıl ihtiyacı olan, yol gösteren elleri, gözleri ve sesleri veriyorlar. Görmeyi isteyip istememeyi ve bunun ne kadar göreceli olduğunu kanıtlarcasına eve dönüş yolculuklarına başlamış oluyorlar böylelikle. Olmayan silahları görmeyi istemekle, var olduğunu hissettiği silahın neden yaşlı bir kadının yanında olduğuna anlam vermeye çalışmak arasındaki farkı gösteriyor bu yolculuk bize. Sekiz yaşındaki bir çocuğun ve altmışlarındaki bir kadının neden bir silahın peşinde gizli saklı evlerine gitmeye çalıştıklarını anlamaya çalışan dengbejler, bizim görüp duyabilmemiz için ses ve göz oluyorlar filme. Bu yüzden de masal onların sözleriyle başlayıp yine onların son deyişleriyle bitiyor. Silahın hiçbir zaman iyilik getirmeyeceğine tekrar tekrar atıfta bulunarak…
Hüseyin Karabey, kendimizi uzak tuttuğumuz ve anlamaya çabalarken her seferinde göz ardı ettiğimiz bir konunun üzerinden, Were Dengê Min’in temelini oluşturan masal gibi anlatımıyla ve dolaylı ama üstü kapalı bir anlatımdan kaçınarak gelmiş. Bunu yaparken de basit ve klişe olmanın ötesinde, o coğrafyanın belirgin özelliklerini doğayla birleştirerek ilerleyen bir yol izlemiş. Süre bakımından izleyiciyi yoran sıkıntıları olmasına ve giriş kısmının olması gerekenden fazla uzun tutlmasına rağmen, filmin ikinci yarısında masala paralel şekilde biçimlenmesiyle, vermek istediği mesajı da gözümüze sokmadan, dengbejlerin hissettiği gibi hissetmemizi sağlamış. Bunların nihayetinde bu masaldan bizim payımıza, Berfe ve Jiyan’la birlikte, bir gerçeği aramanın uzun ve karanlık çabası düşüyor.