Cennetin ormanları, kendi elleriyle bir tohumu toprağın rahmine koyar bir vakit. Toprak, kendi mayasını bir insan bedeninde canlandırır. Toprağın rahminden bir ana rahmine düşen insan, sonsuz bir yoğrulma ve karışma hâlinde bulur kendini. Dünyaya geldiği gün anasını toprağa bırakır. Onun yerine kadınlığı üstlenir, insanlığı üstlenir. Ve doğanın uzattığı eli tutup analığı üstlenir.
Hemen her kültürün bir parçasında “doğa ana” kavramı, doğurgan kadınla özdeşleşmiş bir hâlde efsanelerin bir girizgâhını oluşturur. Biyolojik temelde canlılığın ilk adımı olan doğum, doğanın içinde kendiliğinden gelişen bir olgu, sonrasında ölüm ve yenilenme ile devam edecek bir döngünün ilk adımıdır. Bu özellik, yine doğanın bir üretimi olan canlılardaki dişi bedende tekrarlanır. Söz konusu insan ve beşerî bağlam olduğunda da doğaya atfedilen her özellik, “kadın”ın tanım aralığına işlenir. Bu yakıştırma -yahut özdeşleştirme- yalnız doğum ve annelik gibi “masumiyet,” “kutsallık/yücelik” kavramlarıyla içselleştirilmeye çalışılmıştır. Dahası, analık bayrağını doğadan alıp sırtlanmak, kadının kendi varlığından ileri gelen bir sorumluluk, hatta görev bile sayılmıştır. Ancak 21. yüzyılla beraber gelişen birtakım feminist/ekoeleştiri teorileri, bu durumun o kadar da “masum” veya “yüce” olmadığına işaret eder: Kadın bedeni üzerinde tahakküm kurmak isteyen eril dilin kurguladığı bir ilişkilendirme midir bu? İnsan, kadın olmak; doğa, ana olmak zorunda mıdır?
Türkiye’de ilk olarak 41. İstanbul Film Festivali çerçevesinde beyazperdeye yansıyan İspanyol yapımı Clara Sola (2021), feminist eko-eleştirinin temel sorununu somut bir şekilde görsel dünyaya aktarmayı başarır. Yönetmen Nathalie Álvarez Mesén, İspanya’nın bir köyünde tek başına yaşayan Clara üzerinden anlatır. Annesini doğumda kaybettiğinden Clara’yı anneannesi büyütmüştür. Fakat onu asıl önemli kılan; başta kendi anneannesi olmak üzere köylü halk tarafından Kutsal Meryem’in bir kızı olarak görülmesi, bir tür azize ilan edilmesidir.
Başta yalnız halkın ona yaklaşımından öğrendiğimiz bu bilgi, daha sonra Clara, insan dışı canlılarla (hayvanlar ve bitkiler) doğrudan fiziksel bir iletişim kurduğunda gerçekçi temellere oturmaya başlar. Clara’nın dokunduğu çiçekler açmakta, böcekler canlanmaktadır. Çok sevdiği atı, onun kelimeleriyle âdeta konuşmaktadır. Köy halkının Hristiyanlıkla bütünleştirdiği inançları, Clara’nın durumunu salt bir din temeline konuşlandırır. Öte yandan kimseler görmeden doğal bağlamda yaşadığı bu tür “mucizevi” nitelikli olaylar duruma gizemli bir gerçeklik katar. Clara’nın gerçek bir mucize olup olmadığı, izleyicinin tercihine kaladursun, biz bu sıra dışı gerçekliğin doğa ana kavramı ile ilişkisine daha yakından bakalım.
Filmin ortalarına değin Mesén, Clara’yı bizlere tanıtmaya çalışır. Bu tanıtım iki yönlüdür: İlki Clara’yı azize ilan eden köy halkı ve ailesinin onu tanımlamaları üzerinden oluşur. Dolayısıyla dıştan bir bakışın normatif ifadeleriyle kolayca kurulan bir Clara kimliği karşımıza çıkar. Bir azize olarak yapması ve yapmaması gerekenler, kırmızı çizgilerle belirlenmiştir çoktan. Kimliğine biçilen kuralların dışına çıkamaz. Öte yandan oluşan diğer tanım Clara Sola’yı bizlere anlatır. Sola soyadını Clara kendisi bahşetmiştir adının yanına. Bu, başkalarının tanımlamalarının dışında kendine ilişkin ilan ettiği ilk özerkliktir. Çok geçmeden de en mahrem yönünü, gönlünü izleyiciye açmaya başlar Clara.
Meryem Ana’nın kızı kabul edildiği için Clara’nın bekâreti, elbette diğerlerinin nezdinde koruması gereken en değerli şeydir. Fakat Clara her şeyden önce bir insan olduğunu anlatmaya çalışır her defasında. Doğanın dilini anlaması, doğayla içsel ve kelimelerden ari bir bağ kurması, onu insan dışı bir varlık kılmaz sonuçta. Dahası, köyde ona çiftlik işlerinde yardıma gelen delikanlı, Clara’yi duygusal olduğu kadar biyolojik yönden de hareketlendirir. O zamana değin bastırmak zorunda tutulduğu cinsel dürtülerini bu defa isyankâr bir azimle özgürce yaşamak ister. Delikanlıya günbegün yaklaşır; “doğa ana”nın eliyle değil, bir kadın eliyle dokunmak ister ona. Nitekim delikanlı dahi başta Clara’yı kadın olarak kabul etmek istemez. Fiziksel olarak, üstelik sert bir şekilde onu reddeder. Bunun üzerine Clara bir sinir krizi geçirirken film de zirve sahnesine erişmiş olur.
Bu noktadan sonra Clara, hiçbir zaman azize kimliğinin buyruklarına uymaz. Biricik ve bütünüyle Clara Sola’dır artık. İnsandır, kadındır, arzuları olan bir bireydir. Filmin belki psikanaliz yönünden üzerinde durulması gereken en önemli sahnelerden biri bu olsa da sonlara doğru Clara’nın, orman içindeki gölde bir başına çırılçıplak kaldığı uzun sekans, başlangıçtaki “kadın efsanesi”ni tersine çeviren, “doğa ana” kavramını da eleştiri masasına yatıran esas sahnedir.
Hemen her su-yıkanmak-arınmak unsurlarının temsil ettiği gibi burada da Clara bir çeşit yeniden doğuş yaşar. Suya girip üzerindeki bütün kıyafetleri çıkarmasıyla birlikte toplumun tüm sıfatlarından da sıyrılmıştır artık. Doğuştan gelen omurga eğriliği yüzünden tuhaf bir duruşu varken kendi kendini iyileştirir önce. Kadınlığını kazanmasının ardından insanlığını da kazanmıştır burada, çünkü bu rahatsızlığın bir azizelik belirtisi olduğu dikte edilmiştir ona daima. Ardından, doğanın döngüsel bir parçası olmakla beraber “Meryem Ana”nın günümüze uzantısı olmayı reddeder. Kendine dokunur. Bu seferki dokunuş, Clara Sola’ya hayat verirken ataerkil bağlamın, dinin ve sosyal normların tüm başlıklarını öldürür.
Eleştirel teorinin yeni yeni dillendirilen bir alanı olarak feminist eko-eleştiri de nitekim bu savı desteklemektedir. Kadın, her şeyden önce bir insandır. Biyolojik temel dışındaki her türlü kadınlık sıfatından ari değerlendirilmeli ve muamele edilmelidir. Tıpkı Clara gibi başkalarının gözünde ve dilinde değil, kendi dokunuşuyla kendini doğurmalıdır. İkinci olarak doğa, sırf benzer doğurganlık özelliğini taşıdığı için analık ve kadınlıkla özdeşleştirilemez. Böylesi bir atıf, doğa kavramını yine ataerkil bir dimağın çerçevesine sıkıştırmak olacaktır ancak. Oysa doğa insandan önce var olmuş, onu var etmiş ve ondan sonra da var olacaktır. Dolayısıyla sonradan bünyesinde oluşan bir varlığın biçtiği sosyal kimlikler, cinsiyet yakıştırmaları, doğaya yapılan haksızlıkların en temelinde yer alır.
Her ne kadar feminist eko-eleştirinin savlarından izler bulsak da filmin, doğa-kadın ilişkisini pekiştiren bir bakış açısı da taşıdığı da bir gerçektir. Kadın figürünün mistik bir karakterle gösterilmesi nedeniyle ortaya çıkan bu ilişki, ne yazık ki kadın/doğa ayrımını net bir şekilde dillendirmemiz için henüz yolumuz olduğunu gösterir. Yine de Clara’nın arınma sahnesini bir çağrı olarak değerlendiriyor ve tüm kadınları bu gölde yeniden doğmaya davet ediyorum.
Ve kadın, cennet adıyla bahşedileni reddeder. Ve kadın kendi cennetini rahminde büyütür. Ve kadın, kendi rahminden dünyaya gelir. Ne kadın, ne doğa ne de bir ana olarak.