Fransız Şiirsel Gerçekçilik Sineması: Şairane Sislerin İçinde Mutluluğu Yakalamaya Çalışan Filmler
1930’lu yılların Fransa’sındayız. Fransız şiirsel gerçekliği dönemine denk gelen 1930’lu yıllar, Fransa’da ve sinema sektörünün olduğu tüm diğer ülkelerde sesin sinemaya ‘Ben de buradayım!’ dediği bir dönem. Öte yandan sesin sinemaya girişiyle birlikte ses tekniğinin yarattığı kargaşanın bir diğer kanadına da dünya çapında yaşanan Büyük Bunalım’ın insanlar üzerinde etkisinin baş göstermesi ekleniyor. Büyük Buhran’ın ardından büyük film şirketlerinin iflas etmesi sonucu, bağımsız yönetmen ve yapımcılar yaptıkları filmlerde toplumsal ve politik konuları gerçeklikle yoğurarak sunmaya başlıyorlar. İşte tam da bu zamanlarda savaşın yıkmaya çalıştığı hayalleri önemseyerek, günlük hayatın şiirselliğini yakalama derdine düşen yönetmenlerin başlattığı bir akım ortaya çıkıyor: “Şiirsel Gerçekçilik”… Bu akım, özünde politik olarak görülse de aslında işlerin kötüye gitmekte olduğunu gören sanatçıların yaratımıdır. Toplumun tökezlediği, ekonominin çökmeye başladığı karanlık bir dünyada yönetmen koltuğuna oturup sahneye ışık tutturan ve “Start!” diyerek dönemin izlerini görmemizi sağlayacak olan Marcel Carne, Jean Renoir, Jean Vigo gibi isimlerle ve şairane güzellikteki Sisler Rıhtımı (1938), Gün Ağarıyor (1939), Oyunun Kuralı (1939) gibi filmler ile karşılaşırız.
Şiirsel Gerçekçilik, bir belgeselci yaklaşımıyla katı gerçekliği olduğu şekliyle yansıtarak toplumsal eleştiri yapmaz, aksine eleştirisini güçlendirmek için gerçekliği tekrar yaratır. Örneğin; gerçek mekânlar yerine plato kullanır ve böylece ışık ve sesi rahat kontrol edebilir. Bundan da özellikle görüntü alanında yeni biçimler ve teknikler bulmakta yararlanır. Bu sayede filmler daha güçlü olur ve seyirciyi her açıdan etkilemeyi başarır.
Şiirsel gerçekçilik filmlerinde, lirik anlatımın yanıltıcılığına ve diyaloglara aldanmamamız gerektiği yönetmenler tarafından bize daima hatırlatılır. Ancak diğer taraftan da kara komedi eşliğinde diyalogların ön planda tutulduğu, bir fikre hizmet eden filmler izleriz. Tüm bu diyaloglar da Şiirsel Gerçekçilik içerisinde, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nde olduğu kadar belirgin olmasa da, her zaman hayatın içinde barınan sınıf çelişkileri, burjuvazi ve halk arasındaki ayrım, savaş ve yokluk gerçekliğini bizlere sunar. Anlatılan hikâyelerde toplum dışına itilip dünyayla ilişkisi kesilenlerin, insani olmayan yasaların, kader kurbanlarının hayatları vardır. Tıpkı Sisler Rıhtımı’nda Jean’in kulübe de karşılaştığı ressam gibi, hayatlarının akışına yön verecek nihilist karakterler yer alır. Şiirsel Gerçekçiliğe göre, dünyada bu şartlarda mutlu olmanın tek yolu aşktır. Kaçak yaşayan kötü kalpli erkek karakterlerin elinden kayıp giden, bir türlü mutlu olamamış kadınlar filmlerin başrol oyuncularıdır. Bu filmlerde aşk genellikle karşılıksızdır ya da sevenlerin kavuşması imkânsızdır. Bu akım içerisinde çekilmiş olan filmlerde aşk kavramı her ne kadar eleştirilse de, akımın ruhani havasına bağlı olarak yönetmenler aşkı eleştirip bir taraftan da karakterleri mutlu edecek şeyin yine aşk olduğuna inandırmaya çalışır izleyenleri. Ancak bu aşk, tüm karakterler üzerinde yıkıcı bir etki yaratır. Nitekim, karakterler filmin sonunda sağ kalırlarsa mutsuz olurlar. Tıpkı Sisler Rıhtımı filminde kulübedeki ressam gibi… Sanatçı hassasiyetinin dibe vuruşu olarak tanımlayabileceğimiz ve kimliğini Jean’e bırakan ressam ”Michel Krauss” un diyaloglarındaki mutsuzluk ve bunalım tam da 1930’lardaki karamsar Avrupa sanatçısının umutsuzluğudur. O da mutsuz olmamak adına ölümü tercih eder. Ressamın kendi şairaneliği ve gözlerinde sürekli asılı kalan hüznü ve filmin içerisine sindirilmiş öğelerin tümü, sinemasal anlatım açısından bütün bir varoluş-yokoluş şiirinin parçası gibidir.
Dönemin önde gelen yönetmenleri arasında bulunan Marcel Carne dışında akıma dâhil olan birçok yönetmenin filminde varolan gerçeklik karikatürize edilerek, dalga geçilerek onları yerme amacı güder. Toplumsal, ekonomik ve politik bazı noktaların absürtlükleri vurgulanır. Örneğin; döneme damgasını vuran ve toplumsal çarpıklıkları anlatan Jean Renoir’in yönetmenliğini yaptığı film Oyunun Kuralı’nda olduğu gibi… Absürtlükleri içinde barındıran bu film, bir taraftan üst tabakayı yererken, diğer taraftan da aşkı bir oyun gibi izleyicilerin karşısına çıkarır. Dönemin, karakterlerin çirkinliklerini gösteren, karşıt kurgu tekniğiyle sefalet ve ihtişam görüntülerini yan yana getirerek gerçekçi yaklaşımın yanına şiirsel de bir anlatım katan bu filmler, aynı zamanda İtalyan Yeni Gerçekçi sinemasının kapısını açar.
Göksu Ertüren
Fransız Şiirsel Gerçekçiliği akımı etkisinde çekilmiş diğer önemli filmler için: https://filmhafizasi.com/sinemada-akimlar-4-siirsel-gercekci-filmler/