1970-1980 Arası Amerikan Sineması -Karakter Dramalarının ve Sinemada Toplumsal Temaların Yaygınlaşması
1960’lı yılların taşıdığı isyankâr ruhun ardından sokaklardan hippiliği ortadan kaldırmak, graffitileri temizlemek ve yerine ideal bir toplum rejiminin getirilmek istendiği bir dönemle karşı karşıyayız. İsyan ve başkaldırıların bastırılmaya çalışıldığı, yaramaz çocukların gece geç vakitlerde sokaklarda dolaşmaması gerektiğini ve ‘’Uslu bir çocuk olmazsan senin de sonun böyle olacak.’’ cümlesinin karşılığının 70’li yıllar Amerikan sinemasında görüldüğüne şahit oluyoruz. 60’lı yılların değişen toplumsal düzeninin yansıdığı yıllarda, özgür ruhlu hippilerin Amerikan değerlerini sarstığının düşünüldüğü bu dönemde yönetmenler akılda kalıcı kült filmlere imza atıyor. Kimilerimizin erkek egemen, babaerkil yapının yalnızca gelişmemiş ülkelerde olduğu tezinin çürütüldüğü 70’ler Hollywood sineması, parıltılı ışıklarını ‘şimdilik’ kısarak yerine mumların yakılarak dua edildiği, toplumsal temaların işlendiği hikâyeler sunuyor. Erkek hakimiyetindeki Hollywood sineması, kadın haklarına, feminizme tepki gösterip içten içe ataerkil yapıyı normalleştiriyor.
1970 ve 1980 arası Amerikan sineması, Hollywood stüdyoları için değişimin ve yeniliklerin on yılıydı. Büyük stüdyoların dışında yer alan bağımsız filmlerin yer aldığı bu döneme damgasını vuran Francis Ford Coppola, Woody Allen, Brian De Palma, Stanley Kubrick, Martin Scorsese gibi yönetmenler yaptıkları filmlerle büyük yankılar uyandırmayı başardı.
Karakter dramalarının yaygınlaştığı bu dönemde Woody Allen gibi yönetmenlerin kahramanları aracılığıyla çeşitli ideolojileri yansıttığını görüyoruz. Tarihsel süreç içerisinde kahramanını dönüştürebilen Hollywood sineması içinde Woody Allen’ın filmlerinde gördüğümüz gibi aynı kahraman serinin bir filminde farklı fiziksel, psikolojik, kültürel ve ilişkisel özelliklere sahipken; serinin öbür filmlerinde bu açılardan tamamen dönüşmüş olarak seyirci karşısına çıkabiliyor.
70’li yıllarla birlikte komedi türünü yeniden tanımlayan; sanat, din ve aşk konularını can alıcı noktalarından anlatan Woody Allen’ın dönem filmi olarak 1977 yılında çekilen Annie Hall ve Manhattan (1979)’ı örnek gösterebiliriz. Bu öykülerin kaynağı olan mitoslardaki genel kahraman çizgisini oluşturan erkek kahramanlar, Hollywood sinemasında egemen konumda görünmektedirler. Nitekim, iki filmde de farklı karakter yapılarına sahip Alvy ve Isaac toplumsal olarak değerlendirildiğinde aynı ataerkil yapıyı yansıtan karakterlere dönüşüyor. Woody Allen’ın kendisinin canlandırdığı bu karakterler kişisel olarak değerlendirildiğinde ise yönetmenin biyografi niteliğinde olan özel hayatından bahsettiğini düşünebiliriz. Allen’ın oynadığı ve yönettiği bu iki filmde de kadın karakterler hayatlarında bir erkek olmadan tek başlarına kalamıyor, yürüyüşe çıkmak için bile bir erkeğe ihtiyaç duyuyorlardır. Filmde sıkça kadınların daima aldatılabilen ve erkek egemenliği altında olan canlılar olduğunun altının çizilmesi 70’li yıllar Hollywood’unun seyirciye vermek istediği mesajla mı yoksa Allen’ın kişisel fikri mi olduğu konusu tartışılabilir.
Mitolojideki yarı tanrı yarı insan, yarı insan yarı hayvan, tanrı vs. kahramanlar, bu dönem Hollywood sinemasında yerini daha çok insan karakterli kahramanlara bırakıyor. Artık kahramanlar giderek daha az hayal ürünü olmaya ve içinden çıktıkları toplumun bir imgesine dönüşmeye başlıyor. Nitekim dönemin önde gelen yönetmenlerinden bir tanesi olan Brian De Palma’nın çekmiş olduğu Carrie (1976) filmi buna örnek olarak gösterilebilir. Bu dönem yaratılan karakterler tıpkı Carrie gibi normal insandan çok daha güçlü, cesur, güzel, akıllı ve yeri geldiğinde ise insanın asla ulaşamayacağı tanrısal güce sahip oldular. Carrie karakteri, annesinin deyimiyle içinde şeytanı barındırır. Her şeyi düşünce gücüyle oynatabilme yeteneği olan Carrie, şeytan vasıtasıyla filmin sonunda dönüştürülerek, kral, erkek, güç, karşı gelinemeyen ve cezalandırıcı bir otorite olarak izleyiciye empoze edilmektedir. Çünkü Carrie annesini dinlememiş ve erkek partneriyle birlikte baloya katılmıştır. Carrie, annesinin baskısı sonucunda çeşitli işkence ve cezalardan sonra artık sindirilmiş annenin masum kızı Carrie olacaktır. Zekice hazırlanmış bu ince ve kreatif detaylarla izleyiciyi yavaş yavaş etkisi altına alan bu sanatsal ikna ve sindirme yöntemi, ürkütücü ve insanlık dışı sahnelerle pekiştirilmekte, katlanan korku unsurları giderek büyümekte, korku büyüdükçe sindirme operasyonu da daha etkili olmaya başlamaktadır. Filmin senaryosu özellikle kadın izleyicisine; “Sen de annene karşı gelirsen, otorite gelip seni de bulur ve cezalandırır.” şeklinde mesaj vermektedir.
Son olarak döneme damgasını vuran yönetmenlerden bir tanesi olan Kubrick’i es geçmek tabii ki de olmaz. Dönemin baskıcı rejimini eleştiren bir film olan 1971 yapımı A Clockwork Orange, belki de 70’lerin Amerikan sinemasını en iyi anlatan filmlerdendir. Devletin sözde güvenli yaşamı vadettiği zamanlarda suçun tepkiselliğini yok etme haklarının olup olmadığını sorgulayan bu yapım, devletin insanlık dışı yöntemlerini Alex üzerinden uyguluyor. Bu dönemde üretilen filmler ve devlet politikası için ise akıllarda kalan tek soru şu oluyor;
‘’Devletin vadettiği ideal toplum düzeni için insanlar neleri feda etmek zorundadırlar? Ya da öyle bir zorunluluk var mıdır?’’