Fransa Sineması
2. Dünya Savaşı’yla birlikte darmaduman olmuş Avrupa’nın sinemaya bakışı değişmeye başlamıştı. Savaş öncesi dönemde ekspresyonizm ve dadaizm akımlarının etkisi altındaki “deneysel anlatım” anlayışının ve Hollywood şirketlerinin yarattığı monopolün etkisindeki beyazperdenin farklı bir sese ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaca ilk cevap İtalyan Yeni Gerçekçiliği oldu. Materyalist tavır kenara atıldı, ana konu insan ve duygular oldu. Kamera, bireysel deneyimi aktaran bir araç olmaktan çıktı ve odağına hümanizmi koydu. Bu akıma paralel olarak, 20. yüzyılın başında Fransa’nın kırsalında doğmuş olan bir aydın, farklı işler ortaya koymaya zaten başlamıştı. Bahsettiğim isim Robert Bresson’dan başkası değil. Aynı zamanda fotoğrafçı ve ressam olan Bresson, ilk uzun metrajını 1943 yılında çekmiş olmasına rağmen, kendisine özgün üslubunu oturttuğu Journal d’Un Curé de Campagne’a (1951) kadar Fransız Şiirsel Gerçekçiliği akımına fazlasıyla öykünmüştü. “Bir Taşra Papazının Güncesi” olarak Türkçeleştirilmiş film, Bressonian sinemanın temelini attı. Amatör veya daha önce hiçbir filmde görülmemiş oyuncuları tercih eden Bresson, hikâyelerindeki realistik ve satiristik dozu arttırdı, kadrajının merkezine minimalizmi koydu. Kamerayı ve anlatıyı kırsala taşıdı. Bu dönüşümde İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin etkisini görmek mümkün; ancak Bresson’u sinema çevrelerinde yücelten özelliği sadece hikâye anlatıcılığı ve görseldeki inanılmaz dehası değil, ki sonrasında ona “Beyazperdenin Ressamı” denecektir, kümülatif biçimde değer kazanan sinema teorisine sunduğu eşsiz katkılarıdır. Özellikle sanatçının orta dönem filmlerine bakarak teorisyen özelliğinin ne kadar ağır bastığını görmemiz mümkündür. Konvensiyonel sinemaya alternatif olarak sunduğu perspektif, ardından gelecek kuşağa önemli bir kılavuz olacaktı.
50’li yılların başında yayınlanmaya başlayan Cahiers du Cinéma dergisi, sinema çevrelerinin yedinci sanata bakışlarının değişmesine sebep oldu. Bu dergide yazan gençler; sinemayı ticari bir yaratı olmaktan ayırarak kuramsal olarak değerlendiriyor, bugünlerde kemikleştiğini varsaydığımız auteur teorisini ortaya atıyorlardı. Fakat, sadece yazınsal düzlemede kalmayan bu kişiler, kafalarındaki sinemayı kâğıttan beyazperdeye aktardılar. François Truffaut, Jean Luc Godard, Eric Rohmer, Jacques Rivette gibi isimleri, dergi dışı kimlikleri olan Agnes Varda, Chris Marker, Alan Resnais ve dahasının izlemesiyle birlikte Fransız Yeni Dalgası ortaya çıktı. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden ve Hollywoodyen auteurlerden – özellikle Alfred Hitchcock ve Howard Hawks’tan- fazlasıyla etkilenen bu grup; klasik sinema paradigmalarını pek çok yönden çatlatmaya başladı. Kurgu daha özgür, hikâye anlatımındaki mühendislik daha esnek, sinematografik üslup daha bağımsız oldu. Tüm dünyada etkisini göstermeye başlayan 60 kuşağının üflediği özgürleşme rüzgârının sinema sanatındaki yansımasıydı adeta. Truffaut’nun Les Quatre Cent Coups (1959) eseriyle ortaya çıktığı varsayılan akımı sürükleyen isimlerden en ilginci Jean Luc Godard olsa gerek.
Aristo’nun Poetika’sıyla birlikte binyıllardır etkili olan üslup, sinemada hâlen daha etkisini sürdürmekteydi. Ritim ve katharsis gibi kavramlar hikâye anlatımındaki vazgeçilmez ögeler olarak görülmekteydi. (Deneysel sinemayı dışarıda bırakıyoruz. ) Godard, ana akım sayılabilecek birkaç filminin dışında, bu tabuyu yıkmak istiyordu. Bunu Brecht, epik tiyatroyla başarmıştı. Godard, Brechtyen düşünceden fazlasıyla etkilendi ve adeta bir katharsis düşmanına dönüştü. Seyirciyle yapıt arasındaki dördüncü duvarı yıkmaya uğraşan Godard, izlenenin sadece bir film olduğunu izleyenlerin gözüne sokarcasına gösterdi. Bu anlayışı Godard’ın politik sinemaya geçiş döneminde daha çok görüyoruz. Hepsi 1967’de vizyona giren La Chinoise, Week End, 2 ou 3 Choses Que Je Sais d’Elle, Godard’ın sosyalist düşüncenin yapıtlarına maksimal düzeyde etki ettiği dönemde Brechtyen sinemaya sadık kaldığı filmlerine güzel üç örnektir.
Akımın her yönetmeni Godard’ın izlediği yolu izlemedi, klasik anlatıya sadık kalanlar da oldu. Bu isimlerin en ikoniklerinden biri kuşkusuz Agnes Varda’dır. İlk filmi La Point Courte’tan son noktası Varda Par Agnes’e kadar kurmaca ve belgesel, kısa ve uzun neredeyse yapılabilecek tüm işlere altmış yıllık kariyeri boyunca imza atmış bir yönetmen olarak karşımıza çıkar. Şiirsel üslubunu bambaşka insanları merkezine alarak ortaya koyar. Bazen kavurucu yaz sıcağı altında anlatılan trajik bir aşk hikâyesi oluverir konu- Le Bonheur (1965)- bazen donarak hayatını kaybeden otostopçu bir gencin trajik hikâyesi- Sans Toi Ni Loi (1985)- bazense belgesel-kurmaca arasında bir yerlerde gezinen otoportre niteliğinde bir serüven- Les Plages d’Agnes (2008). Günlük hayattaki trajedilere rengarenk dünya görüşüyle savaş açar, insana yaşamın içindeki kötülüklerin karşısında nasıl durması gerektiğini gösterir. Bunları yaparken insanlığın bozulmuş yönlerini iğnelemeyi ihmal etmez.
Daha bahsetmemiz gereken tonla isim var Fransız Sineması ve Yeni Dalga üzerine. Ancak, bu insanları değerlendirirken şunu da gözden kaçırmamak gerekir: Biricik yedinci sanatımızın tarihine geçmiş akımları bireylerden ziyade, kollektif sinematografik şuur üzerinden değerlendirmemiz gerekir.