Sinemayı öğrendiği ustası Zeki Demirkubuz’a teşekkürlerini, ilk uzun metrajlı filmi Kümes’le (2015) sunan Ufuk Bayraktar, başrollerini Hasibe Eren ile paylaştığı filminin senaryosunu, ana, analık, doğurganlık ve bereket kavramları üzerinden kuruyor. Gerek filmin kadrajları, gerekse sinematografisi, benimsenen kapalı ve sembolik anlatımı desteklerken, seyirci olarak yakalayabildiğiniz detaylar üzerinden filmi anlamlandırmanız gerekiyor. Film boyunca ortalıkta dolanan, yumurtlamayan bir kara tavuk, hem köydeki kuraklığı hem de kısır kuma Hanife’yi hatırlatırken, Süleyman’ın (Ufuk Bayraktar) “Beleşe yemek olmaz.” minvalindeki sözleriyle tavuğu kesme düşüncesi, erkek egemen zihniyeti görünür kılıyor. Kadın cephesinden bir argüman üretemeyen Kümes‘in bereketsiz tavuğu, film boyunca kara bir leke gibi ortalıkta dolanmaya devam ediyor.
1950’lerde, esasen zamanın dışındaki bir bozkırda kurulu köyde yaşayan Süleyman ve Saniye’nin (Hasibe Eren) dört çocuklarıyla sürdürdükleri hayatları, Saniye’ye verem teşhisi konmasıyla beklenmedik bir yöne sapar. Kendi ninesinin hikâyesini anlattığını bildiğimiz Ufuk Bayraktar, Kümes’le birlikte oyunculuk kariyeri içerisindeki karakterlerden farklı bir yöne savrulur. Azılı âşık Bekir’den yahut Toprağın Çocukları’ndaki (2012) mektepli Cevher kimliğinden sıyrılıp, bir Yılmaz Güney karakterini anımsatırcasına bozkırda hayat bulur.
Yarattığı karakter itibariyle Yılmaz Güney sinemasından çokça etkilendiğini söyleyebileceğimiz Ufuk Bayraktar’ın Süleyman’ı, Umut’taki (1970) Cabbar’a öykünen bir giyim tarzına ve üsluba sahip. Sert baba ve koca duruşunun altındaki aşikâr şefkatli yönüyle, taş bir evde çocuklarıyla beraber sürdürdüğü yaşamın yalınlığıyla, zaman zaman şehirdeki dükkân vitrinlerine özlem dolu bakışlarıyla Süleyman, Cabbar’ı fazlaca hatırlatır. Bu anlamıyla Ufuk Bayraktar, her ne kadar sinemayla Zeki Demirkubuz sayesinde tanışsa da, karakterleri ve yarattığı dünya itibariyle ondan ayrılır, etkilendiği ustaların sinemasıyla kendi anlatımını çeşnileyip özgün bir çizgi yakalamaya çalışır. Kamera hareketlerini ve netlik kaydırmayı sık kullanması, kapalı anlatımındaki detayları fark etmesi açısından seyirciye bir izleme kolaylığı sağlar. Zeki Demirkubuz gibi uzun monologlara girmez, sinemasının gücünü edebiyattan değil, fotoğraf estetiğinden ve kamera dilinin avantajlarından almaya çabalar. Hayatın içinden çekip aldığı yaşanmış bir olayı, toplumsal bir mesele gibi görüp yorumlamak yerine, karakterlerinin psikolojik değişimlerine ayna tutmaya çalışır. Bunu yaparken yeri gelir gerçek bir ayna kullanır, yeri gelir bir pencerenin ardından dışarıyı göstererek içine kapanık karakterlerinin hâletiruhiyesini resmeder. Filmdeki tüm uzvi detaylar; duvara asılı ahşap elek, kümesin tahta kapısı, ahşap pencere pervazları, çocukların oynadığı tahta kuş kafesi, pekmez küpü, yönetmenin organik anlatımını destekleyerek bozkır insanının bireysel sinemasını güçlendirir.
Kapı ve pencerelere atfettiği önemle ve filmin içerisine yerleştirdiği, olay akışını değiştiren ani sürprizlerle bir Demirkubuz öğrencisi olduğunu belli etse de, Kümes’in, Bayraktar’ın bir sonraki filmini merak ettiren bir ilk film olduğunu söyleyebiliriz. Çözüm üretebilen karakterlere sığınan Ufuk Bayraktar, verem olduğunu öğrendikten sonra çocuklarına bakması için kısır bir kadın olan Hayriye ile evlenmesi yönünde kocasını ikna etmeye çalışan Saniye aracılığıyla, “ana” kavramını farklı bir perspektiften kurar. “Sever de döver de!” duruşuyla hareket eden erkek figürüyle kuma meselesine tek yönlü yaklaşsa da, ikinci yarısında erkeği ortadan kaldırarak senaryoyu bir kadın hikâyesine çevirir. Ancak erkek egemen zihniyete bir eleştiri getirmemesi ve yapıcı olmamasıyla, çocuk karakterlerinin derinleşememesiyle eleştirilen yönetmenin, Demirkubuz’la benzer şekilde, sinemayı “halkı uyandırmak” gibi bir işlevle kullanmadığını da belirtmek gerek.
Ölümü beklenen Saniye, umulmadık şekilde iyileşip taburcu olunca, iki kadının arkadaşlığı kumalığa dönüşür ve paylaşılamayan bir erkek etrafında küçük sürtüşmeler baş gösterir. Filmin içerisindeki ince mizah da tam olarak bu kadın-erkek ve kadın ile kadın arasındaki inişli çıkışlı ilişkide belirginleşir. İkinci dramatik dönüm noktası itibariyle bir dönüşüm geçirerek beklenmedik noktalara sürüklenen hikâyede, her şeye rağmen iki kadın kader ortağı olarak hayatlarını sürdüreceklerdir.
Komşudan pekmez almaya gittikleri sahnede, eve dönüş yolunda kavgaya tutuşan Saniye ve Hayriye, birbirlerine ne kadar tahammül edemeseler de ellerindeki pekmez küpünü bırakamadıkları için yan yana yürürler. Bir kader bağı misali ikisini birleştiren pekmez küpü, aslında filmin devamında gelişecek olayların da ilk sinyalini verir.
Veremi, “içimizdeki düşman” olarak tanımlayan doktor yahut artık yumurtlamadığı için kesilmesi gereken bir sömürgen olarak kabul gören kara tavuk, temelde hep Hayriye’yi, doğurgan olmayan bir kadını, bereketsiz bir toprağı, kurak bir yaşam alanını işaret eder. Zira köyde uzun süre yağmayan yağmurun bir akşamüzeri aniden boşalması da iki kadının artık birbirine kenetlenmesi gereken bir durum esnasında gerçekleşir. Hayriye eve ilk geldiğinde boşaltılan ve bir odaya dönüştürülen, kümesle aynı hizadaki ardiyenin, finale doğru iki kadın eliyle tekrar ardiye yapılması ve kapısına kilit vurulması da birliği, kadın dayanışmasını açığa çıkarır. Öte yandan, önceleri Süleyman’la baş başa kalabilmek için iki kadının sırayla çocukları da alıp bir sığınak olarak kullandıkları ardiye, adeta bir kümes gibi annenin ve yavrularının geceleri barındığı ufacık bir odayken, tekrar esas işlevine kavuşmuş olur. Artık tüm tavuklar serbesttir.
Ufuk Bayraktar, bugüne kadar unutulmaz karakterlere imza attığı, özellikle Uğur’a vurgun Bekir olarak hepimizin gönlünü fethettiği sinema kariyerinde, artık yönetmen koltuğunda da oturuyor. Kümes ile var etmeye çalıştığı sinemasında kendi iç sesini gerçekten bulup bulamadığını, ikinci filminde göreceğiz.