Sidney Poitier, Amerikan sinema endüstrisinin yetiştirdiği en önemli figürlerden biridir. Yalnızca başarılı oyunculuğuyla değil, aynı zamanda aktivizmi ve kültür elçiliğiyle de Afroamerikalıların mücadelesini sokakta ve ekranda kararlılıkla yansıtmıştır. Lilies of the Field (1963) ile Akademi Ödülü kazanan ilk siyahi aktör olmuştur. The Defiant Ones (1958), To Sir, with Love (1967) ve Guess Who’s Coming to Dinner (1967) gibi başarılı filmlerinin hemen hemen hepsi ortak bir ayrımcılık temasını takip eder. Ancak bunu yaparken politik bir zeminden ve argümantasyondan kaçınan bir ton vardır. Poitier perfomanslarının en büyük dostu sadeliktir. Afroamerikalılara uygulanan şiddet ve sosyal ayrımcılık toplum nezdinde, bazen sokakta bazen evde; bazen okulda bazen bir tren garında tıpkı herkes gibi olabildiğine normal bir şekilde karakterize edilir. En azından ilk bakışta öyle gözükmektedir.
Norman Jewison’ın yönetmenliğini yaptığı ve Stirling Silliphant’ın senaryosunu kaleme aldığı In the Heat of the Night, Ray Charles’ın çığlıklar atarak çıkardığı notaların tren raylarının demirini titrettiği, sanki kimseye ait değil ve sanki kimsenin kendini oraya ait hissetmediği gibi duran bir Mississippi kasabasında açılır. Elinde ufak bir bavul taşıyan Sidney Poitier trenden iner. Bu iyi giyimli adamın gecenin bu saatinde ağzına bir lokma koyabileceği tek yer bütün bakışların onun üzerinde olduğu pis bir büfedir. Film, bu grotesk kasabanın tehlikeli ve ırksal çatışmanın etkin yerlerinden biri olduğu hissini sokak araba farı ile aydınlandıkça ortaya çıkan toz bulutları arasından verir. Dönemin popürleşmiş duyarlı Hollywood mesajını daha ilk yarım saat içerisinde verir ve onu aradan çıkarır: Bir cinayet işlenmiştir ve kasaba dışında olan bir siyahi (suçlu ya da masum) bunun sorumlusudur. Bu noktada Poitier’den beklentimiz, her zaman yaptığı gibi, bu adamın ismini -başaramayacak dahi olsa- temizlemesi ve Tanrı’nın adaletini dağıtmasıdır. Ancak filmin odak noktası başka yöndedir.
Merkezde olan fikir, bir cinayet vasıtasıyla işlenen suç değil, Poitier’nin canlandırdığı karakter olan Virgil Tibbs’in bir polis olmasıdır. Amerikan hukuk ve bürokrasisinin koşulsuz şartsız karşısına aldığı bir adam, bırakın suçlu ya da maktul olmayı, yasanın ve sistemin ta kendisidir. Kamuoyunun ve sistemin onun kim olduğu tahayyülü ile onun aslında kim olduğu arasındaki tansiyon, onun ve Amerika’nın ırk kavramını kavrayışının temsili olan diğer aktörler ile arasındaki ilişki bağlamında sunulur. Ancak bu durumun toplumsal bir karşılığı olup olmadığı meçhuldür.
Amerikalı siyahi yazar James Baldwin’in -her ne kadar yaptığı işin gücünü ve değerliliğini sayısız defa belirtse de- Poitier’e dair bir eleştirisi vardır [1]. O bir Afroamerikalı değil, Beyaz Amerikalı bir siyahidir. Film boyunca profesyonel görevini ondan daha iyi yapan biri yoktur. Giyinişi son derece düzgün, diksiyonu mükemmel ve doğru zamanda ve her daim doğru kararı verecek bir iş ahlakına sahiptir. Ancak onun bu mükemmelliği ve -kendini kanıtlamaya çalıştığı- seyirci olarak ona karşı takındıkları tavırdan utanmaları gerektiğini düşündüğümüz beyazlar arasında bir çatışma yoktur. Aksine, Poitier onlar gibidir. Hatta onların liginde onlardan daha iyidir. O, kendi insanının kimliğini ve eleştiri yağmuruna tutulan toplumsal kültürünü sergile(ye)mez. Bu kimliği yok sayıp, nasıl onun da onlar gibi olduğunu kanıtlamaya uğraşır. Ne yapılırsa yapılsın ve ne söylenirse söylensin, saygılı tavrından bir an olsun vazgeçmez. Gerçek insanlığı temsil edebilecek herhangi bir duygu ve davranıştan yoksundur. Bir Siyah Amerikalı’nın toplumda yer kazanması için evrilmesi gereken form gerçekten bu mudur?
Polis memurunun geldiği yerde ona ne diye seslendiklerini alaycı ve aşağılayıcı bir tonda sorduğunda sinirle “Bana Bay Tibbs derler!” demesi işte bu çürük bağın çığlığıdır. Onun saygı görebilmek için bir “Bay” olması gerektiğine tüm kalbiyle inanmış olması, sokağa sırtını çevirdiği anlamına gelir. Ona ne olarak seslenildiği polis memurunu hiç ama hiç alakadar etmez. Tenezzül edip cevap vermesi bile onun bu baskıyı tolere ettiğini gösterir. Bilmez ki ona toleransı olmayan kişi hiçbir zaman tolere edilmez.
Baldwin eleştirisinde yanılmıyor. Ancak Poitier’in performansı, önceden belirlenmiş anlama karşı fırça atmak yerine onu ve kendisini bambaşka bir nesneye dönüştürüyor. Bir kişinin kariyeri uğruna liberal temsile bağımlı olmasının ve karmaşık bir izleyici kitlesini tatmin etmeye çalışmasının çaresizliği ortadadır. Her ne kadar iyi yazılmış olsa da, filmin politikası siyah bir öfke doğurmayı vaat ederken kendini rolünden bihaber bir meta-metin olarak buluyor.
Filmin ortalarına doğru polis memuru Gillespie ile Poitier bir pamuk tarlasına giderler. Pamuk tarlasında çalışan bir avuç siyahi insan vardır. Gillespie Poitier’ye sorar: “Sen bu değilsin, ha, Virgil?”. Evet doğru, bu o değildir. Ancak bu soru sadece filmdeki dedektif Virgil’e değil, gerçek hayattaki aktör Poitier’ye ve hatta o siyahi işçileri canlandıran aktörlere doğru da yöneltilmiş bir sorudur. Evet doğrudur, hiçbiri onlar değildir.
[1] Geduld, H. M. (1972). Authors on film, Indiana University Press.