İnsanın insan olması ne kadar olağanüstü, öyle değil mi?
Baudelaire
Jonathan Glazer kariyerine video klip ve reklam filmleri çekerek başlamış bir yönetmen. Özellikle Radiohead, Massive Attack, Jamiroquai gibi sanatçıların/grupların gerçekten önemli şarkıları için çektiği klipler kimi zaman parçaların da önüne geçerek akılda kalmayı başardı. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Glazer, video klip estetiğini, biçimini yansıtmayı çok iyi beceriyor. Şarkıların bize yansıttığı duygulardan öte, klibi de izleme hissiyatını her daim canlı tutuyor. Hatta Kubrick göndermelerini ufak da olsa hiç eksik etmiyor! Ancak gel gelelim sinema için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?
Günümüzde televizyonun ilköğretim dönemlerinde bir ”aptal kutusu” olarak tanımlanmasından öte ve reality şovların bu kadar artmasının dışında sanata armağan ettiği bazı şeyler var. Televizyonun kendisinin alternatif bir sanat dalı olmasının dışında, içerisinde barındırdığı video klip ve video art gibi birçok türü de bir arada tutar. Sinema, televizyon, bilgisayar ve videoya dair her şeyi harmanlayan, görsel ve işitsel tüm kavramları müzikle birleştiren klipler, kısa zamanda bir şeyler anlatmanın veya Glazer’ın da pek üzerinde durmadığı ”anlatmama veya anlatamama”nın farklı biçimi olarak tanımlanabilir. Özellikle estetik dilin ön plana çıktığı kliplerde, yer yer Stan Brakhage-vari avant-garde ve şiirsel bir ruha kaçan atmosferi de ciddi olarak sezinliyoruz.
ABD menşeli televizyon kanalı MTV’nin 1981 yılında kurulmasıyla birlikte video klip çok farklı bir boyut kazandı. Artık yalnızca şarkının yanında çerez niyetine gidecek klipler değil, izleyenlerin klibi izlemek için çok önceden televizyonun başına geçtiği, kliplerin yayınlanacağı saatlerin önceden verilmeye başlandığı bir sistem oluşmaya başladı. Jonathan Glazer ile birlikte David Fincher’ın da başı çektiği yönetmenlerin deyim yerindeyse pişmesine de yol açan bu yapı, beyazperdede ”video klip estetiği”ni benimseyerek yeni Amerikan sinemasının da bir nevi oluşmasını sağladı. Bu yeni dilin Jonathan Glazer’da etkisi ise çok fazla oldu diyebiliriz. Sexy Beast (2000) ile başladığı beyazperde serüvenine, video klibin karakteri gereği getirdiği hızlı kurgu biçiminin kalıcı olmasa da iyi denebilecek bir örneğini sergiledi. Kara komedi ve aksiyon çizgisinde ilerleyen bu film, bütüne doğru yayılamayan bir hikaye anlatımını bizlere gösteriyordu. Filmden kült denebilecek ”havuza çakılan kaya” sahnesinin gerçeğe dönüşüp senaryonun tam ortasına da çakıldığını da söyleyebiliriz.
Sexy Beast’in ardından verdiği 4 senelik aradan sonra bu sefer daha durgun bir atmosfer çizip, hayal gücümüzü harekete geçiren bir yapımla karşımıza çıktı Glazer. Hikaye anlatımı bazlı sıkıntıyı kendisi de anlamış olacak ki Birth (2004) filminde Bunuel’in kadim dostu, ve La voie lactée (1969), Le charme discret de la bourgeoisie (1972) gibi önemli yapımların senaryosunda imzası bulunan Jean-Claude Carrière gücünü yanına aldı. Reenkarnasyon etrafında dolaşıyormuş gibi yapıp, gittikçe gerçeklikte kaybolan; hastalıklı, obsesyon içeren bir sevginin yansımalarını gördüğümüz anda ise bunun dışına çıkan Birth ile Glazer, yine bir olmamışlık alaborası yaşıyor, 9 yıl sonra çekeceği Under the Skin‘in ise ilk sinyallerini veriyordu.
Peki tüm bunları biz niye anlattık? Jonathan Glazer, Walt Disney’den itibaren çığ gibi büyüyen klip estetiğini benimseyip sinematografik öğeleri çok iyi kullanıyordu ancak senaryo ve kurgu arasındaki harmoniyi kuramıyordu. Tam 9 yıl üzerinde çalıştığı Under the Skin’de ise bunun ne kadar üstesinden geldi, tartışılır. Sembolizm perspektifinden deneysel ve derinlikli yapıyı film boyunca fazlasıyla hissetsek de; başladığı nokta ile bitişi arasındaki döngünün hep kırıldığı, oturmayan taşların birikerek ayağımızı rahatsız ettiği yadsınamaz bir gerçek.
Under the Skin’in kısaca konusundan bahsedecek olursak; son derece basite indirgenmiş şekilde; dünyaya gelen bir uzaylının, kamyonetiyle sürekli gezip otostopçuları toplaması ve onları yok etmesiyle ilişkili diyebiliriz. Gerçekten de ”öldürmek” eyleminin dışında Laura, onları her anlamda yok ediyor; bedenlerini, kanlarını sömürüyor. Dünyaya geldiği andan itibaren son derece mekanik işleyen yapısı, hedefe kitlenmiş haliyle karşımıza çıkan Laura’nın tek düşündüğü erkekleri kendine çekmek.
Bu noktada ise tarihin arka ve karanlık odasından Elizabeth Bathory ile çok yakın korelasyon içinde olduğunu söyleyebiliriz. Beyazperdede gözlerimizin önünde uzaylı olsa da insan görünümündeki bu ”tehlike”, son zamanların en kötücül karakteri olabilir. Erich Fromm’un, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı adlı kitabının İnsan Kurt Mu, Kuzu Mu?[1] bölümünde, insan olmasa da toplum içerisinde bir insan gibi dolaşan Laura’nın kötücül öğelerinin özetlendiğini söyleyebiliriz. Fromm, insan eğilimlerinin en kötü ve en tehlikeli temelini oluşturan 3 unsuru sıralarken, daha ilk ikisinde Laura’nın portresini çiziyor: ”Ölüm sevgisi ve Hastalıklı Narsisizm”… Ta ki kendiyle tanışıp, tüm bunlar yıkılana kadar tabii ki.
Filmin başlangıcında Laura’nın dünyaya geliş ve şekil alış biçimini izlerken bir başka kadının yerine geçtiğini görüyoruz. Evet, onun gibi giyiniyor, onun şeklini alıyor. Ondan kalan kıyafetleri değiştirmek için çağımızın ”sosyalleşme” durağı olan AVM’ye girerken aslında hiç tanımadığı ve bilmediği -insan olduğunu bile- birilerinin çılgınca ordan oraya koşuşturmasına ve çıkan uğultuya bakakalıyor. Yırtık çorabıyla… Bundan hareketle insanın dünyaya gelişine dönersek, ana rahminden çıkışımızda ciyak ciyak ağladığımız bir gerçektir. İnsan, ilk saniyesinden itibaren yaşamsal varlığını kanıtlamak ve benliğini, burada olduğunu hissettirmek için tepki gösterir. Laura ise film boyunca ikiye böleceğimiz dünyada kalış sürecinin ilk kısmında bu tepkimeyi fiziksel olmasa da şiddetten beslenerek yansıtıyor. Süsleniyor, saçını düzeltiyor, rujunu sürüyor ve erkekleri kışkırtmaya çalışıyor. Yaşamsal fonksiyonlarını zarar vermek üzerine inşa ediyor. Son derece alımlı gözüken Laura’nın ilgisine karşı kendilerini kaptıran erkekler, dış görünüşe aldanıyor ve Pascal’ın söylediği gibi şehre aslında çok uzaktan bakıyorlar. ”Bir şehir, bir kır manzarası uzaktan bir şehirdir, bir kır manzarasıdır; ama yaklaştıkça bunların evler, ağaçlar, kiremitler, yapraklar, otlar, karıncalar, karınca bacakları diye sonsuza kadar uzayıp gittiği görülür.”
Ayna evresindeki Laura
Fromm’un belirttiği ölüm sevgisi ve hastalıklı narsisizm, Laura üzerinde başlarda etkisini yoğun şekilde gösterirken, yine avını aramaya çıktığı bir gece kullandığı araca binen, fil adam hastalığına sahip bir adamla karşılaşması onun tüm hayatını ve yaşam döngüsünü kırmaya; önceden tanık olmadığı bu durum onda ”güzellik” kavramıyla ilgili soru işaretleri yaratmaya başlar. Onun için bu kadar mücerret olan bir kavram dokunarak yani duyularla anlaşılabilir miydi? ”İnsan” olarak düşünemediğim Laura için bu soru ve kavramlar biraz çizginin dışında kalabilir. Özellikle karşısındaki kişinin, Laura’nın gösterdiği sadakati kendi çirkinliğini bildiğinden anlayamaması bunun ilk işaretlerinden. Ancak bu kırılma, Laura’nın ilk defa öldürmekten vazgeçip azad edişiyle onun doğumuna yol açıyor diyebiliriz.
Ürettiği fikirlerle tartışmalara yol açan Jacques Lacan, film içerisindeki yeniden doğuşun temellendirmesini yaparken uğramadan geçemeyeceğimiz isimlerden. Laura’nın kendi yüzüne aynada uzun süre baktığı, belki de güzellik-çirkinlik kavramlarını kafasında oturtmaya çalıştığı -bir nevi insan olmaya başladığı- süreci bir ”ayna evresi” olarak açıklayabiliriz. Lacan, 6-8 aylık bir çocuğun kendini aynada ilk defa görüşüyle kendinin farkına varma, kavrama ve anlama gücünü ilk defa kazandığını; bu kazanımla birlikte ilk defa kendi benliğini kabul etme ve ”ben” imgesini kendine kazandırmanın temellerini attığını savunur.[2] Laura’nın son avından sonra bu kazanımı yaptığını ve gerçek hislerine kavuşup insan olma ya da insanmış gibi hissetmenin gücünü kazandığını söyleyebiliriz. Onun için artık gerçek duygular hakimdir ve bu süreç bir erkeğin ilk defa peşinden kendisinin gitmesiyle daha da kuvvetlenir. Laura belki de aşkı hissetmiştir. Ait olmak, güven duygularını içinde yaşamıştır ve doğada karşılığı bulunmayan aşkın ”tanımını” yakalamıştır.
Hikayenin doyurucu görselliğiyle harmanladığı sonuç bölümüne kadar her şey tam kafada oturmaya başlamışken, son derece yavanlaşan ve basitleşen bir yola kayması yine Glazer’ın yaşadığı bir alaboranın diğer örneği. Sembolik olarak verdiği mesajın ötesine geçerek bunu sosyal gerçekçi bir kıvama kaydıran Glazer, başarılı giden bir yapıma en büyük engeli koymuş gibi gözüküyor. Yönetmenin kendisinin de deyimiyle ”Bu filmin duyular, sesler, renkler ve imajlar üzerinden anlatılması gerekiyordu.”[3]
Son olarak, Scarlett Johansson’un başarılı performansı, yarattığı zengin görsellik, bunu destekleyen müzikler ve deneysel üslup, Under the Skin’i Glazer’ın diğer yapımları gibi zihnimizde saman alevi etkisi yapmayacaktır ama Glazer’ın potansiyelini tamamen yansıtan bir film mi, tartışılır. Ancak sinema için son derece stilize bir film armağan ettiği aşikar. Bundan yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda Under the Skin’i kült film mertebesine yerleştirecek miyiz, işte bunu zaman gösterecek…
[1] Erich Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, Payel Yayınevi, 1979, s. 19. [2] Erdoğan Özmen, ”Lacan, Ayna Evresi ve Marx”, Birikim Dergisi, Sayı 156. [3] Nando Salvá, Jonathan Glazer ile Röportaj http://bonemagazine.com/tr/entry/jonathan-glazer, (13 Şubat 2014)