Şeytan temalı filmlerin korku sinemasında geniş bir külliyatı bulunur. Bu filmler, şeytanı doğaüstü bir fenomen olarak ele alırken fiziksel yansımasını ise genellikle kadın-şeytan, çocuk-şeytan anolojisiyle kurmayı tercih eder. Erkekler ise klasik anlatıda soylu vampirler ya da hipnotik etkisi bulunan çekici karakterler olarak görünürlük sağlar. Yönetmenliğini Cairnes kardeşlerin yaptığı Late Night with the Devil (2023), retrospektif tarzda işlenen şeytan temalı filmlerden olması bakımından türe yeni bir soluk getirir. Filmde yer verilen şeytan, kadın ya da erkek oluşun ötesinden şeytanlaştırılmış medya sektörü olarak tasarlanır. 1970’li yılların Amerika’sını ve new age tarikatları da dahil ederek hikâyeyi çeşitlendiren yapım, sistem eleştirisini reyting canavarı üzerinden temsil eder.
Jack Delroy, televizyonun en popüler kitle iletişim araçlarından biri olduğu dönemde talk show sunuculuğu yapmaktadır. Bir türlü istediği reyting seviyesine çıkamadığı için yapımcılarla ve sponsorlarla başı derttedir. Çalkantılı hayatı ve üyesi olduğu tarikat Jack’i magazinsel bir karaktere dönüştürmüştür. Daha çok seyirci getirmesi umuduyla kanser hastası eşini canlı yayına çıkarır. Yayından kısa bir süre sonra eşini kaybeden Jack, yas sürecini reyting malzemesi hâline getirir.
Yozlaşmış medya sektörünün iniş çıkışları, etik ihlâli ve reyting kaygısı defalarca kez gündeme getirilmiş ve eleştirilmiştir. Durumun en çarpıcı örneklerinden biri olan Christine Chubbuck’ın gerçek hayat hikâyesinden bahsedebiliriz. Chubbuck sabah programı sunduğu bir kanalda patronlarının mobbingine uğrayarak yayın sırasında intihar eder. Ancak Chubbuck’ı bu eşiğe sürükleyen en önemli faktör programın reyting ihtiyacıdır. Sürekli kandan, vahşetten ve kaostan beslenen iktidar, halkı manipüle etmek için korku içerikli gündem üretir.
Özellikle 70’lerin popüler slasher, intihar ve korku filmleri söz konusu dönemin en başat anlatı türleridir ve ilhamını sıradan insanların psikolojik gerginliği ve kaygılarından alır. Nasıl ki Viktoryen dönemin Dracula’sı ikonik bir korku figürüyse, 1970’lerin korku mercisi de yeni medya ve iktidardır. Televizyonun oturma odalarına girmesiyle birlikte halk, en önemli ideolojik aygıtlardan birine ev sahipliği yapmaya başlar. Yine aynı dönem Vietnam savaşının patlak vermesiyle kitleler, iletişim araçlarıyla manipüle edilmeye başlanmıştır. Ayaklanmaları önlemek amacıyla iktidarın tek sığınağı olası felaketlere karşı halkı koruyacak olan güçlü Amerika’dır. Keza Avrupa ve Asya toplulukları İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından kitlesel çapta Amerikanlaştırılma politikası içerisinde kültürel asimilasyona maruz kalmışlardır. Üçüncü dünya kavramının ve sinemasının ortaya çıkma sebepleri de Amerikalı ve Batılı güçlerin emperyalizmi ve kültürel yozlaşmasına kendi değerlerini koruma ve bağımsızlığı ateşleme umuduyla direniş göstermeleridir. Medyanın ve iletişim araçlarının bu denli yükselişi küresel bir tartışma konusu olmuş, özellikle Marshall McLuhan’ın global köy kavramı dünyanın medya aygıtlarıyla küresel bir köye evrilmesini doğrulamıştır.
Yaşanan tüm bu gelişmelerin gölgesinde 1977 yılının Cadılar Bayramı özel gösterimini merkeze alan film, baştan sona duygusal istismar olarak ele alınabilir.
31 Ekim 1977 Jack Delroy uzun bir aradan sonra yeniden ekranlara döner. O gece planlanan özel gösterim cadılar bayramı hakkındadır ve tarihin en dikkat çeken canlı yayını olacaktır. Konuklar arasında ruhlarla bağ kuran bir spiritüalist, sihirbaz, parapsikolog ve psişik istila altında olan Lily vardır. Lily, Abraksas Kilisesi’nin toplu intihar ritüelinden kurtulmuş hayatta kalan son kişidir. Ancak tarikattaki şeytani varlık genç kıza belirli aralıklarla musallat olmaktadır. Okültizm köken olarak çok eski tarihlere dayanan sözde bir bilimdir. Karanlık doğa olaylarını yorumlamayı belli bir grubun çalışmaları ve ritüelleri üzerine dayandırır. Bu inanç, sosyal bilimlerin üstünü kapamayı ve gizemciliği düstur edinir. Hikâye boyunca Jack Delroy’un Koru Tarikatı’na üyeliği gizlenmeye çalışılır. Hakkında çıkan söylentiler merak yaratır ve programının popüler hâle gelmesi ve izlenilirliği bu tarikata üye olmasıyla bağdaştırılır. Tam da 70’ler ruhuna ait tarikatların ve kült hareketlerin, paranormal olayların popüler olduğu bir dönemin ürünü olarak resmedilen film, analog yayın formatıyla ve found footage (buluntu film) tekniğiyle sunulur. Reklam arasından canlı yayına bir televizyon programında olması gereken bütün nostaljik nüanslar filmde titizlikle sergilenmektedir. Tabii ki genel ahlakı ve etik kuralları zorlayan bol şiddet içeren ‘gösteri pornosu’ da buna dahildir. Özellikle Satanizmin kurucusu Anton Szandor LaVey’e, Jim Jones’un Halkların Tapınağı tarikatına ve Epstein olaylarına ithafen ruhu şeytana satma teması ve istismar oldukça yoğun bir şekilde eleştirel anlatımla işlenmektedir. Şeytan tarafından ele geçirilmiş masum bir genç kız (ki muhtemelen şeytan için konak görevi görmesi ve cinselliği simgelememek adına reşit bile değildir) şiddete ve saldırıya yayın etiği aşılarak maruz kalır. Televizyon her şeyi göstermeli midir? Tabii ki hayır. Ancak gösteri dünyasında en mahrem, en hassas ve en travmatik görüntüler altın değeri taşımaktadır. Filmin retrospektif etkisi bu noktada devreye girer. 2020’li yılların medya etiği aradan geçen elli yılda öldüren eğlencede hiçbir şey değişmemiştir. Yalan haberler, izlenirlik kaygısı medyayı iktidara daha da çok bağlamış, medya iktidarın bir yansıması olmuştur. Dönemler arası bu geçirgenlik, gösteri dünyasının sahteliğine ve yapmacıklığına her yayın formatında şahitlik etmektedir. Jack Delroy’un tarikat bağlantısı ve zenginlerin dostu olma çabası, kameralar kapandığında sektörde yaşananların birer yansımasıdır.
Siegfried Kracauer, 1927 yılında yazdığı makalesinde kitle süsü kavramından bahseder. Kavrama göre, modern toplum kitlesel bir şekilde estetik ve kültürel olarak incelenir. Çalışma sonucunda toplum içinde yaşayan bireyin kitlesel bağlamda sistemin çarkı oluşu; tekdüze yaşantısı, özgünlüklerin yitirilmesi, standartlaştırılmış bir tarzda hayata sahip olmak büyük grupların bir parçası olarak ele alınır. Bireysellikten kopan özne, kitlenin merkezine konuşlanmayan kıyıda köşede birer süs görevi görmektedir. Varlıklarının büyük bir önemi yoktur, sadece nicel değerleri vardır. Kracauer, eleştirisini geliştirirken ele aldığı kavramsal çerçeve Hitler öncesi Almanya ve Weimar cumhuriyetinin pasifize bir şekilde destekleyen halkı eleştirmektedir. Bu eylemsizlik, iktidara tepki göstermeme önlenemez biçimde Hitler’in sahneye çıkmasını sağlamıştır. Kracuer’in eleştirisini Late Night with the Devil filminde büyük grupların parçası olma çabasındaki bir televizyon programı olarak görüyoruz. Jack yürütücü olarak görülse de aslında sadece medyanın kullanmış olduğu bir süsten ötesi değildir. Programa katılan bütün konuklar Jack Delroy için birer reyting malzemesi ve kitle süsüdür. Vahşet ve korku yaratan her bir gösteri mekanizasyona tabiidir ve izlenme oranını arttırmaktadır.
Araç Mesajdır
Televizyonda söylem büyük oranda imajlarla yansıtılır, konuşmayı sözcüklerle değil görüntülerle gerçekleştirir. [1] Jack Delroy üzerindeki kara bulutlardan kurtulduktan sonra sükseli bir işe imza atar. Anlaşmanın basın toplantısında, “Bu gece buraya gelmek için neleri feda etmek zorunda kaldın?” sorusu aslında filmin tartıştığı tüm konunun özetidir. Medya sektörü her dönem kendisi için bir kahraman yaratır ve izler kitlenin ona tapınması için çoğunluğu örgütler. Bu örgüt; gösteri toplumunun, imgenin, mesajın ve görselliğin kendisidir. Medya patronu ya da televizyon kahramanı olma yolundaki mücadele ağır manipülasyon, tekdüze insan tasviri, kitle kültürü gibi çıkmazlar sunar. Seçkin kültürü kitle kültüründen ayıran en önemli özellik çoğunluktan ve aynılıktan sıyrılmaktır. Televizyon ve eğlence programları düşünsel boyutu derin olmayan yüzeysel içeriklerdir, bu sebeple akademik sanatı takip eden seçkin kültüre hitap etmezler.
Filmde Jack’in hayran kitlesi de genelde ev hanımı olarak lanse edilen klasik Amerikan ailelerden oluşur. Özellikle eşinin ölümünden sonra izler kitle Jack’i daha çok benimseyip desteklemeye başlamıştır. Ancak yine de Jack en büyük rakibini reytinglerde geçememektedir. Film bize bu noktada, “Başarmak için neleri göze alırsın?” sorusunu yöneltir. Jack’in zirveyi görmek için yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Lily, parapsikolog gözetiminde yayına katıldığında kendisinden şeytanı bedenine davet etmesi istenir. Jack, henüz on sekiz yaşını doldurmamış olan Lily’nin bedeninin ve ruhunun istismar edilmesine göz yumar. Çünkü stüdyodaki ve ekran başındaki izleyicinin istediği kaosu görmektir. Öte yandan programa katılan parapsikolog yeni kitabını tanıtmak için yayına çıkmıştır. Lily adeta program boyunca kullanılan mesajdır. Duyguları, özlük hakları önemsizdir. Canlı yayında ruhunu ele geçirmesi için şeytan davet edilir. Neil Postman Televizyon Öldüren Eğlence (1994) kitabında, “Televizyondaki saçma sapan programlar en masum, hatta en iyi şeylerdir,” der. Çünkü insanları tehdit etmezler. Oysa Jack, çoktan yayın etiği sınırlarını aşmış, şeytanla iş birliği yapmaya başlamıştır. Lily’nin etki altında şiddete maruz kalan bedeni hem seyircileri hem de stüdyoyu yayın ahlakını hiçe sayarak tehdit etmektedir. Televizyon, öldüren eğlence teriminin kavramsal olarak değinmek istediği nokta da tamamen Jack ve Jack gibi programcıların sektördeki tutum ve davranışlarıdır.
Yine 1970’lerde öne çıkan bir diğer eleştirmen Marie Winn’dir. Winn, The Plug in Drug (1977) kitabında ‘televizyonla ilgili sorunun televizyonun ne gösterdiği değil nasıl gösterdiği’ olduğunu öne sürer. Cainers kardeşler ise filmleri Late Night with the Devil’de tüm kuramsal çerçeveye hâkim bir atmosfer tasarlamışlardır. Jack, televizyonun zararlı olmaya başladığını imgeleyen en ikonik karakterlerden biridir. Artık yayınlarda bir ideoloji yoktur; görsellik, kozmetik, güzel-yakışıklı figürler ve dramatik, korku dolu olayları eğlenceli bir şekilde anlatmak, kitleleri ne pahasına olursa olsun eğlendirmek vardır. Jack’in kanser hastası eşi yayına oksijen tüpüyle katıldığında bile tek amaç eğlendirmektir.
Mander’in Dört Argümanı
Aktivist ve yazar olan Jerry Mander, televizyon ve içinde bulunduğu çağ hakkında birçok görüş belirtmiştir. Özellikle halk ile bütünleşen program sunucularına, çocuklardan ebeveynlere kadar aile içindeki her birey güven duymaktadır. 1970’li yıllar geleneksel aile prototipi evinde mutlu bir şekilde televizyon izleyen Amerikalılardır. Ancak yine aynı dönem televizyon seyretmeye bağlı olarak artan şiddet olayları eleştirmenleri ve yazarları alarma geçirmiştir. Televizyonun önlenemez yükselişi hakkında dört argüman sunan Mander, deneyimin aracılığı, deneyimin sömürgeleştirilmesi, televizyonun insan üzerindeki etkileri ve televizyonun içsel eğilimlerine odaklanır. [2] Jack program hakimiyetini kaybetmeye başladığında sponsor ve menajer sahneye atılır. Stüdyo içerisindeki kaos seyircinin ilgisini çekmiştir. Görülen şeylerin gerçek olmasına rağmen kimse gördüklerinin gerçek olduğuna inanmaz.
Tipik bir eleştiri filmi olarak dikkat çeken Late Night with the Devil, klasik anlamda alışılmış korku filmlerinden ayrılan bir anlatıya sahiptir. Eski bir televizyon programını bant kaydından izliyormuşçasına bütün sinematografi, TV yayını formatıyla sunulur. Sahte belgesel olarak hikâyenin özetini film kendi içerisinde verir. Özellikle Jack’i tanıtmak amacıyla hazırlanan mini belgeseller birer arşiv görüntüsü sunmaktadır. Görsel verilerin bolca kullanıldığı film parapsikolog ve sihirbazın doğaüstü olayları özümseyiş biçimleriyle desteklenir. Görüntülerin birer kanıt niteliği taşıması gerekirken gösteri toplumu, hiçbir şeye inanmayan sadece eğlence isteyen ilkel bir kabileye dönüşmüştür. Görsel kitle iletişim araçlarını sosyolojik ve kültürel olarak inceleyen Neil Postman, “Sorun televizyonun bize eğlendirici temalar sunması değil, bütün temaların eğlence olarak sunulmasıdır.” söylemiyle seyircinin doyumsuzluğunu dile getirir. Ne de olsa her koşulda şovun devam etmesi gerekir.
Sonuç olarak günümüz kapital toplumlarının yozlaşmış insani duyguları televizyondaki vahşete tepkisiz ve sessiz kalışı medyanın kültürel hegemonyası olarak kendini yıllardır var etmektedir.
[1] Postman, Neil. Televizyon Öldüren Eğlence: Gösteri Çağında Kamusal Söylem. Ayrıntı Yayınları.
[2] Monaco, James. Bir Film Nasıl Okunur? Oğlak Yayınları.