Ey sevgili!
Seni sevmekten ve düşlemekten asla vazgeçmedim.
Sen benim Diego Rivera’msın
Yıldızlarsın sen,
Ay ve bulutlar,
Haberlerdeki F16’lar
Kırmızı yatağımdaki o koca bedensin.
Çekmecemdeki son sigara
Beni sarmalayan o koca kadife yeşil ceketsin.
Bir kuş misali uçarak gitmek istediğim adamsın.
İran’sın, Suriye’sin.
Habur’da nöbet tutan askercik,
Mezopotamya’daki en vahşi kıpkırmızı gelincik,
Üzerine yattığım uçsuz bucaksız boz bir vadisin.
Marlon ve Brandom’sun.
“Sevdiklerimle beraber olduktan sonra nerede olsa yaşarım.” diyen bir kadının, baktığı her gazete sayfasında, gördüğü her manzarada ve görmek istemediği her surette, kaçırdığı her durakta, savaşın başka türlüsünü ifa eden hayatlarla çevrili İstanbul’da; gölgesiz insanlara basmamaya çalışarak beklediği sevgilisine, en iyi ihtimalle sevmeye ve mücadeleye, en çok da gitmeye dair bir film; Gitmek: Benim Marlon ve Brandom (2007). Hayallerdeki Marlon Brando’nun izinde, savaşın en sıcak, özlemin en alevli ânında, “Ey sevgili!” diye nida bulan bir sevda şiirinde, bir tarafı İran’a, öte yanı Suriye’ye, yüzü ise Irak’a dönük bir kadının mücadelesi…
Türkiye’de çekilen bir filmin setinde tanışan Ayça ve Hama Ali, biri Türk, diğeri Kürt iki tiyatrocudur. Çekimler bitince vedalaşıp kendi hayatlarına dönerler; ancak kısa sürede kurdukları sevgi bağı, araya giren mesafelere rağmen incelmez ve tutkuya dönüşür. Savaşa iki ay kala ayrılan Hama Ali ve Ayça, telefon konuşmalarını sorunsuz yürütemeyince özlem dayanılmaz bir hâl alır ve Ayça’nın İstanbul’da sevdiği adamı bekleyişi, yerini arayışa bırakır. Ayça Damgacı ile Hama Ali Khan’ın bizzat kendilerini oynadıkları gerçek bir aşk hikâyesini dillendiren film, herkes savaştan kaçarken kaosun göbeğine koşan Ayça’nın, Asi Nehri gibi ters yöne yaptığı bir yolculuktur. İlk kez kendisini bulduğu o “bir başkası”nı kaybetmemek için tekrar bulmaya koyulan bu âşığın inadı, Amerika’yla Irak arasında süren savaşın gölgesine ateş gibi düşer.
Herhangi bir sınıf içerisinde konumlandıramadığımız, şehirde apartman dairesine, seyyar bir tiyatro sahnesine sıkıştığını söyleyebileceğimiz Ayça, önceden belki de çevresinde olan bitene duyarsızken, Kuzey Iraklı bir adama âşık olduktan sonra savaşa ve Doğu’da yaşananlara karşı duyarlı hâle gelir. Amerika Irak’a resmen savaş açınca ise Ayça, İstanbul’da yapılan Amerikan karşıtı eylemlere katılıp deşarj olarak, Irak’taki sevgilisini uzak bir mesafeden destekleyerek kendi iç savaşını vermeye başlar.
Şehir insanlarına hep dışarıdan bakan film, onları ölümden korkan iki yaşlı arkadaş, gürültüden rahatsız olan bir yan komşu, oyununa konsantre, tehlikeden uzak durmaya çalışan bir tiyatro yönetmeni olarak kurgularken; Doğu’yu ve Doğu’dan gelenleri derinlemesine ele alır. Mütemadiyen dinledikleri İbrahim Tatlıses türkülerine kadar Doğu insanının gündelik yaşantısını gösterir ve asıl derdinin Batı olmadığını ilan eder. Hüseyin Karabey’in yüzü Doğu’ya dönük filmi Gitmek: Benim Marlon ve Brandom’da, “Hepimiz Iraklıyız” pankartlarıyla İstanbul’da yürüyen kitleden kopan Ayça, şehirde katlandığı mutsuz hayatına karşın “yurt” aramak, Hama Ali’de törpülendiğini düşündüğü kırgınlıklarını bir daha hatırlamamak üzere unutmak için yola düşmeye karar verir.
Ayça’nın oturduğu apartmanda yaşayan iki yaşlı Rum kadın da tıpkı Ayça gibi yurtsuzdur; ancak eylemsiz kaldıkları için “ölme” korkusu içindedirler. Oysa Ayça, harekete geçtiği ve ölümü göze alarak aşkının peşinden gittiği için cesurdur, hayata ve kendisine karşı çıkanlara direnme gücü vardır. Apartmanı, birbirlerine temas etmedikleri sürece mutlu mesut yaşayan, karşısındaki ses çıkarmayınca onun farkına bile varmayan insanlarla örülü duyarsız bir Türkiye olarak çizer Karabey. Irak’a gidiş yolculuğunda kendisine yardım etmesi için Hama Ali gibi Süleymaniyeli bir mülteci olan Soran ile tanışan Ayça, onun vasıtasıyla içinde yaşadığı Türkiye’den kurtulup mültecilerin, kaçakçıların hayatına da tanıklık eder. Aşk, gerçek Türkiye ile tanışmasının bileti olur. Irak sınırına ulaştığında ise diğer acı çeken ve özlem duyanlarla karşılaşacak, İran’a yapacağı yolculuk öncesi Van’a gitmeye çalışırken bir Kürt halayının parçası olarak ayrım çarkının bir dişini daha sistem dışı bırakacaktır.
Hüseyin Karabey’in ilk uzun metrajlı filmi olan Gitmek: Benim Marlon ve Brandom, politik temas noktalarıyla ve otoriter baskıya, devlet kontrolüne karşı takındığı dikte etmeyen tavrıyla yönetmenin sonraki filmi Sesime Gel’i (2014) önceleyen, Karabey’in sinemasının ana hatlarını kalın çizgilerle belirginleştiren bir ilk film olarak yorumlanabilir.
İletişimsizliği iki farklı açıdan ele alan film, hem farklı dilleri konuşan insanlar ile Ayça’yı bir araya getirir, hem de Hama Ali ile ortak dil olarak belirledikleri İngilizcenin dar sınırlarında Ayça’nın kendisini en iyi şekilde ifade etmesini ister. Filmde İngilizce, bir orta yol olarak Kürtçe bilmeyen Ayça ve Türkçe konuşamayan Hama Ali için kurtuluş alanı şeklinde kurgulanır. Ancak Ayça yola çıktıktan sonra bilmediği diller çoğalır ve güvenli alanda hayatta kalmak zorlaşmaya başlar. Kuzey Irak’a gitmeye karar verdikten sonra bir sözlük alarak kendi imkânlarıyla Kürtçe öğrenmeye çalışan Ayça’nın azmi ise tüm sınırları ve sınıfları yok sayan eylemin ilk kıvılcımı olur. “Gitmek” henüz bir tasarıyken İstanbul’da her yer streslidir ve gün soluk doğmaktadır. “Gitmek” bir eyleme dönüştüğü anda ise hareket bir şiire ilham olur, yollara güneş çarpar. İstanbul’un telaşına karşın Doğu’da Ayça’yı sıcaklık, yardımlaşma ve her şeye rağmen umut karşılar. Filmin açılışında, kırsalın sağaltıcı etkisinden çıkıp şehre varmak, Ayça için boğucu bir yanılsama yaratır. Henüz adımlanmamış Doğu’nun yollarında ise ölçülü bir şiirsel anlatı ve yalın bir özgürlük inancı saklıdır.
Bir babaannenin dilinden 90’lardaki Doğu’yu tasvir eden ancak bunu yaparken masal estetiğine sığınan Sesime Gel ise, askerler tarafından alıkonulan oğlunu kurtarmak için silah aramak üzere yollara düşen Berfe nine ve torunu Jiyan’ın dağlarda süren hikâyesini aktarır. Ancak silahı, yok eden bir meşinden uzaklaştırıp bir kurtuluş ümidi olarak kurgulayan film, tıpkı Gitmek: Benim Marlon ve Brandom’da olduğu gibi özgürlüğü mesken eyleyerek bir yurt arama mücadelesi oluverir. Öncesinde şiire aralanan kapılar bu defa estetiğini masal üzerinden tarif eder. Hama Ali’nin Ayça’ya gönderdiği video-mektuplar, Süleymaniye’de sürdürdüğü hayatının aktarıcılığını üstlenirken, aynı zamanda modern zamanların dengbêji misali bir belgeye de dönüşür.
Asırlardır Kürt halkının hikâye anlatıcılığını, tarihçiliğini çözümleyen dengbêjler, Gitmek: Benim Marlon ve Brandom’da farklı şehirlerdeki şoförler olarak Ayça’nın karşısında durur. Bindiği her aracın şoföründen, durakladığı sınırlardaki insanlardan acıya, özleme ve sevmeye, zorlu yaşama, Doğu’nun açmazlarına, yasaklarına ve kurallarına dair doneler toplayan Ayça, adeta yolculuk yaparak bu halk hakkında bilgi sahibi olur ve Kürt sevgilisine, hayallerindeki Diego Rivera’sına, Gabriel Garcia Maquez’in son mektubuna varmadan evvel onu daha iyi tanımaya başlar.
Otogarlar ve sınırlar, bekleyen ve özleyen, kimi zaman kararsız, kimi zamansa çok kararlı davranan insanların toplanma alanı, yaşamak için bir “yurt” arayan insanların umut kapısıdır. Tüzel varlığın kontrolünde açılıp kapanan, kimini kavuşturan, çoğunluğu ise ayıran sınır kapıları, devletin Doğu’da kendi vatandaşı olmasına rağmen kimlik kontrolü yaparak denetim altında tuttuğu Kürt halkının, “yersizliğe” dair bir başka gerçeğidir.
Önce Diyarbakır Habur’a, ardından Van’a, oradan İran Urmiye’ye giden Ayça, Hama Ali’ye ancak telefon kulübesiyle ulaşabilir. Şehirde yerleşik bir yurtsuzken İran’da telefonu çekmediği için aidiyet problemi çoğalan ve yurtsuzluğun yanında yersiz birisi de olan Ayça, tüm otoriteyi ve ulusları, aşkın gücüyle yenmek adına son bir yolculuğa çıkar. İki âşık, daha güvenli olduklarını düşündükleri için İran’da bir sınır kasabasında buluşmaya karar verir ancak savaşın başlamasıyla kapanan kapılar, bir daha geçit vermeyecek, Marlon Brando sınırın öteki tarafında, bir hayal perdesinin ardında kalacaktır.
İlk uzun metrajından önce belgeselci kimliğiyle ön plana çıkan Hüseyin Karabey, Ayça’nın yolculuğu sırasında uğradığı Diyarbakır, Van gibi şehirlerdeki yaşamdan ve savaşın harap edici koşullarıyla boğuşan insanlardan da gerçek bir hayat kesiti sunar. İstanbul’daki komşularının, yüksek sesle telefonla konuşmasına bile karışmalarına, arkadaşlarının onu mantıksız ve hayatını tehlikeye atar bulmalarına kulak asmayan, İran’da ‘gece yarısı sokakta tek başına bir kadın’ olarak yolları arşınlayan, yemek yediği lokantada başından kayan örtüsünü kendinden emin düzelten Ayça, Şirin’in aşkından dağları delen Ferhat’ın yerine geçer ve destanlardaki cesaret cinsiyet değiştirir.
Aşkın, kent ile bozkır arasındaki yurtsuz tasarısı, Hüseyin Karabey’in, “Sen hiç aşk filmi çekmez misin?” diyenlere verdiği en iyi cevap olur. Filmin içine serpiştirilen şiir, müzik ve video mektup gibi unsurlar, bu rafine aşkı ve gitmek fiilini çarpıcı kılar. Herkesi kucaklamayı başaramayan ve kendi içerisinde yeni ‘ötekiler’ üreten, üstelik onları bir de damgalayan ve hor gören bir coğrafyada geçen bu aşk hikâyesi, mutlu aşk filmlerindeki gibi son bulmaz. Hüseyin Karabey’in hikâyesinde aşk, ya dikenli tellerle bölünür ya da bir ucu Irak’ta diğeri İstanbul’da kalmak üzere ikiye ayrılır. Bu coğrafyanın iki ayrı uçta yaşayan insanları, Ayça’nın tiyatro sahnesindeki repliğinde söylediği gibi, yıllardır bir arada yaşayan penguenler ve çöl fareleri misali petrole bulanmışlar, bu havasız ve yapışkan kehanetten bir türlü kurtulamamışlardır. Filmin finalinin de haykırdığı üzere, sınırları ve sınıfları aşkın kuvvetiyle anlamsız kılmaya çalışan Hüseyin Karabey’in gücü de kurtuluşa yetmemiştir.
Sesime Gel’in son periyodunda eve dönüş yolculuğuna başlayan Berfe ve torunu, görme engelli üç dengbêj ile karşılaşır. Bir geleneği sürdürmeye ve geçmişte yaşanan acıları masallar yoluyla zihinlerde diri tutmaya çalışan, asla inkâra sığınmayan Hüseyin Karabey, Gitmek: Benim Marlon ve Brandom’da Ayça’nın yazdığı şiirin son dizeleriyle bu defa insanlığı kurtarmaya yettiremediği, ancak acılara deva eylediği aşkın yurtsuzluğunu ayakta tutar:
Kim uçurdu acaba kafamı?
Ben kafam olmadan da yaşarım.
Çünkü elim, kolum, bacaklarım var sana ulaşmak için.
Ve bir de bir el bombası gibi fırlatıp, tüm kahrolası sınırları havaya uçuracak bir kalbim…