Politik film yapmak için adeta bir cehennem bu ülke.
Darbeler, müdahaleler, mübadeleler, terör eylemleri, siyasi cinayetler, fail-i meçhuller gibi ardı arkası kesilmeyen vakaların, yaraların, acıların sektörde, bildiğimiz üzere her yıl onlarca filmi, belgeseli, dizisi çekiliyor.
Yaraya merhem olamayacaksa da, tuz basmada yıllar yılı ‘sol sinema’ atak göründü. 12 Eylül 1980 darbesi üzerine çekilen birçok filmden; ‘solcu’ olduğu için hapse atılan, maruz kaldığı işkencelerden ötürü ‘ölmeye yatmak’ ve oğlunun bakımını sağlamak üzere köyüne dönen Sadık’ın hikâyesini anlatan Çağan Irmak’ın 2004 yapımı Babam ve Oğlum filmi büyük ilgiyle karşılanmıştı. 2009 yapımı Özcan Alper filmi Sonbahar, (ismiyle ilginç bir ironiye sahip) ‘Hayata Dönüş Operasyonu’yla biten dönemde, hapishanede tuttuğu ölüm orucu nedeniyle ciğerleri iflas eden ve bu yüzden cezasını doldurmadan tahliye edilen Yusuf’un köyüne dönüşünü anlatarak kitlelerde ‘sessiz ve derinden’ bir etki yaratmıştı. Televizyonda Öyle Bir Geçer Zaman Ki (2006-08), Çemberimde Gül Oya (2010-13), Hatırla Sevgili (2006-08) gibi çok tutulmuş dizilerde de; sol görüşlü ve rejim karşıtı olmalarının bedelini bedenleriyle, aileleriyle, toplumla yahut devletle hesaplaşarak çeken karakterlerin dramları konu edildi yakın dönemde. Ancak ‘sol siyasetin’ hararet kazanacağı karşıtlığı bulamaması ve kendini de yeterince yenileyememesi gibi günümüze taşıdığı sorunlarının sinemasal karşılığının 2011’deki örneklerde cisimleştiği söylenebilir. Aşk ve Devrim gibi ya nostaljik ya da Devrimden Sonra gibi geçmişin güncel replikası/kurgusu şeklinde nitelendirilebilecek eserler çıkmaya başladı bu alandan. Hani ‘sağ-sol ayrımı kalmadı’ denir ya, ‘sağ’ başka formlara evrildi; gerçek anlamdaki ‘solun’ ise ismi, geleneği, bazı çevrelerde tadı kaldı. Tüm bunların dışında; insanları ideolojileriyle değil de, insanlıklarıyla ve yaptıklarıyla ayırma/değerlendirme/gözlemleme tercihi günümüz sinemasına yön veriyor artık. Tartışmayan, sormayan, cevap vermeyen, eleştirmeyen, sinirlenmeyen vb; Guy Debord’u hatırlatırcasına daha çok ‘gösteri’, özelinde gösterileni ve göstericiyi esas alan bir tarz bu. Peki sağ sinema… Ona ne oldu?
Türkiye’nin değişen siyasal iklimiyle doğrudan değişen politik bir sinemanın olması tam da bu noktada devreye giriyor. 2000’li yılların başına kadar siyasette egemen dinamiklerden biri sağ-sol çatışmasıyken, çok sayıda siyasi akım/düşünce bulunmakla birlikte; günümüz Türkiye’sinde hâkim siyasetin (en azından sandıkta) dört temel kutba indirgendiğini görebiliyoruz. Genel anlamda din ve muhafazakarlık söylemi üzerinden merkez sağa da kayabilen bir siyaset, laiklik ve cumhuriyetin değerleri üzerinden kendini tanımlayan bir ‘sol’ iddiası, Kürt hareketinin siyaseten temsilcisi olmaya çalışan bir yapılanma ve Türk milliyetçiliği.
Kendisini din ve muhafazakârlık üzerinden tanımlayan kesimin, tek vücut hareket etmediğine uzun zamandır şahidiz. Bu düşünce biçiminin farklı formlarla da olsa sinemaya yansıması da epey güçlü, yaygın bir durumda. 1970’lerde literatüre giren Milli Sinema kavramının, zaman içerisinde farklılaşarak Beyaz Sinema’ya evrilmesiyle çekilen filmler belli bir gündem oluşturabiliyorlar. Bediüzzaman’ın hayatına ve fikirlerine yoğunlaşan Hür Adam (2011) filmi, özellikle Atatürk’le Bediüzzaman’ı karşılıklı oturtup konuşturduğu sahneyle dikkat çekmeyi başarmıştı. 2005 yapımı The İmam; modern dünyaya ayak uydurabilen bir inançlı imamın bağnazlıkla olan mücadelesini irdelerken çokça övgü ve yergi almıştı. Özgürlük yanlısı bir türbanlı kızın, ailesinden itibaren hayat gailesini anlatan Büşra (2010), geçmişi Mesut Uçakan’ın Yalnız Değilsiniz’e (1990) uzanan ‘türban gerçeğiyle’ empati kurma amacındaki bir ekolün son temsilcisi. Hakeza mahalle kavramı, yer altı yaşamı ve bir cami eksenindeki hikayesiyle önemli bir gişe yapan Eşrefpaşalılar (2010) ve yurt dışına çıkan yerli öğretmenlerin ahlâki bir misyon üstlendikleri Selam(2013) da türün kayda değer örneklerinden.
Milliyetçi kanadın sinemadaki tezahürüne gelecek olursak; başta büyük bir izlenme oranına sahip ve yaklaşık on senedir devam eden Kurtlar Vadisi (2003-…) film serisi/dizisi olmak üzere, ‘dağ başında’ ıssız karakollardaki çaresizliği anlatan Dağ (2012), Nefes: Vatan Sağolsun (2009) ve benzeri militarist filmler de piyasada önemli karşılıklar buluyor. Fetih 1453 (2012) gibi Osmanlı geleneğine vurgu yapan milliyetçi-mukaddesatçı çizgideki filmlerin her iki kesimin dışında, birçok çevre tarafından sahiplendiğini de eklemek gerekir. Bununla birlikte; Kürt hareketini, yaşantısını, acılarını, kimlik, aidiyet ve ifade sorunlarını konu edinen güçlü sinema, bu bağlamla pek ilgili olmadığından ve geniş bir kapsam içerdiğinden yazıya dâhil edilmedi.
Tüm kutupları bir bir elediğimize göre, sağ sinema hakkında nasıl örnekler vereceğiz? Bu türle ilgili verilebilecek örnekler; ya dini referansları olan yönetmenlerin, odağını dine yöneltmediği filmler ya da milliyetçi filmlerin satır aralarını okuma eksenli olacaktır kanımca. Kendi siyasi figürlerine yönelik, sözgelimi Adnan Menderes’le ciddi anlamda hesaplaşması ne zaman olacak günümüz sağ sinemasının? Toplumun tamamını ilgilendiren olaylara karşı tavrını ne zaman göreceğiz? Belki bu konuda yegâne isim olarak gösterilebilecek İsmail Güneş’in Gülün Bittiği Yer (1998) filmi ‘sağ sinemanın askeri darbeyle hesaplaşması’ olarak lanse edilmişti geçmişte ancak filmin kodları, o dönemki ‘sol sinemayla’ neredeyse aynıydı. Elbette ortada temsilden ziyade apaçık kimlik sorunu/silinişi olduğu iddia edilebilir. Bununla birlikte, geçmişten günümüze; Süleyman Demirel’e, Turgut Özal’a, Mesut Yılmaz’a, Tansu Çiller’e ve diğer sağ kökenli siyasetçilere oy veren insanların ideolojik tavırları mı silindi yoksa bu alandaki sinemacılar üretim mi yapmıyorlar? Peki oy verenlerin verdikleri oyla hesaplaşmaları nereye gitti, bu siyasi figürlerin olumlu/olumsuz üzerlerinde hiçbir etkisi yok mu? Burada, hesaplaşmayı unutan yahut bundan kaçan/korkan/önemsemeyen sinemacıları mesul tutsak dahi, sorunun muhatabı yok meydanda. Belki de sadece zemine veya güne göre hareket eden bir sinema sektörümüz, geçmişinden kopuk, belleksiz bir sistemimiz var. Sahi insanlar neden ‘sağ-sol’ diye birbirlerine girmişlerdi? Aklımıza sağcı deyince, neden sol sinemanın genellediği bıyıklı ve şiddete meyyal faşistler geliyor? Üstelik sağ sinema nedir sorularına, sunulabilecek somut kavramların başkaca kulvarlara kaydığını ve ‘sağ siyaset’ ifadesinin bile günümüzde zihinsel bir bulanıklığa/farklılığa dönüştüğünü görmek hiç de zor değil.