Yeşilliklerle çevrili, kusursuz bir düzlükle uzanan, güzel huzurlu bir yolda, güneşli bir öğleden sonra lüks arabalarında seyahat eden, üç kişilik mükemmel bir aile… Klasik müzik dinliyor, şakalaşıyorlar. Mutlular. Hayatlarında hiçbir sorun, sıkıntı yok. Yüzleri gülüyor. Akşam olmadan bir göl kenarında, geniş bahçelerin, yüksek parmaklıkların arkasına gizlenmiş, dayalı döşeli, büyük, geniş, huzurlu evlerinde olacaklar, mükemmel ailelerini tamamlayan köpekleri Lucky ile birlikte…
Bizler, sinema perdesinin, TV ekranının ya da bilgisayarın karşısına kurulmuş, Micheal Haneke’nin Funny Games (1997) adlı filmindeki bu mükemmel aileninkine yaklaşamasa bile kendimizce yolunda gitmekte olan, rahat yaşantılarımızdan iki saati ayırmış, bize gösterilmekte olan muhteşem yaşamın başına gelecekleri izlemek üzereyiz. Neler umuyoruz? Öncelikle ailemiz yolda giderken aniden hava kararabilir, fark edemedikleri bir nesneye hızla çarpıp onun ölümüne ya da yaralanmasına sebep olabilirler. Eğer biraz daha şanslıysak, bu “nesne” onların başına türlü dertler açabilir. Ya da sağ salim evlerine vardıklarında evlerini istila etmiş olan bir hayalet ya da canavarın saldırısına uğrayabilir, ağır yaralanabilir, ama yine de insan ırkının gücünü ve cesaretini sergileyip bizi tatminin doruklarına ulaştırdıktan sonra istilacıyı yok edip, mağdur ama mağrur, hayatlarına devam edebilirler. Sinemanın doğası gereği bir şeyle “çatışmak” ve o şeyi yenmek zorundalar. Bizlerse, hayatın doğası gereği, “manipüle edilmek” üzereyiz!
Daha ik sahnede arabada çalan Handel’in huzur verici müziğini bir anda ‘delip geçen’ Naked City’nin “Bonehead, Hellraiser”ı film boyu maruz kalacağımız şiddetin önsözü gibi. Keyfimize diyecek yok. Haberlerde her gün tanık olduğumuz şiddet gözlerimizin önünde cereyan etmesine rağmen nasıl bize gerçek değilmiş gibi görünüyorsa, bu filmde de şiddetin sınırlarını zorlamaya hazırız artık. Dibine kadar yaşayabiliriz, hatta bundan zevk de alabiliriz. Bizim başımıza gelmediği sürece elbette…
Ailemizin fertleri içinde bulundukları mutluluk tablosunu kesinlikle bozmayarak gelip evlerine yerleşmeye koyuluyorlar. Gelirken kapıdan uğradıkları, ertesi gün birlikte golf maçı yapacakları komşularının kendilerine neden tuhaf davrandığını düşünüyorlar bir yandan. Derken komşularının misafirlerinden biri dört adet yumurta istemek üzere rahatsız edici bir şekilde eve giriyor. Gerilmeye sonuna kadar hazır olmamıza rağmen, bir an önce lanet yumurtalarını alıp gitsin istiyoruz. Ama kırılıyor yumurtalar. Bilinçsizce, ev sahibesinin kırılan yumurtalar için “sorun değil” gibi bir şeyler söylemesini istiyoruz. Söylemiyor. Yumurta konusu artık kapansın istiyoruz, ama kapanmıyor. Beyaz eldivenli adam artık iyice sinirimizi bozmaya başlıyor. Gitsin istiyoruz. Gitmiyor. Gitmesini istemeye devam ediyoruz, gitmemekle de kalmıyor, çoğalıyor: iki kişi oluyor! Hiç ama hiç gitmiyor…
Filmin ilerleyişinde, yok yere çıkan tartışmalar, sürekli nezaket sözcükleriyle konuşup karşısındakinin sinirini daha çok bozan, iyi görünümlü ve iyi giyimli iki genç adam tarafından oynanan tuhaf ve altında yatan nedeni ölesiye merak ettiğimiz bir oyuna dönüşüyor. Bu “nezaketli” adamlar fiziksel şiddet de uyguluyorlar. Görmek istiyoruz, ama göstermiyorlar!
Daha başka çok şey istiyoruz film boyunca. Yaptıkları bu saçma sapan şeyi neden yaptıklarını bilmek istiyoruz. Çocukluklarına dair acıklı hikayeleri olsun istiyoruz. Ama yok. Evin annesinin, iskeleye yanaşan teknedeki arkadaşlarından kaş-göz işaretleriyle, bir şekilde yardım istemeyi başarabilmesini umuyoruz. Ama olmuyor. Çırılçıplak soyunmaya zorlanan kadına kocasının gözü önünde tecavüz edilsin istiyoruz. Ama kadına yeniden giyinebileceği söyleniyor. Filmin başında yazlık eve telefonla davet edilen arkadaşların gelmesini, olaya müdahale etmesini istiyoruz. Ama gelmiyorlar. Çocuğun o lanet çitten atlayabilmesini istiyoruz! Komşu evde bulduğu silahın çalışmasını istiyoruz. Çocuğa bir şey olmamasını istiyoruz. Hiçbiri olmuyor. Aile yapısının en önemli ferdi, diğer fertlerin çabalamasına, müdahale etmeye çalışmasına rağmen katlediliyor. ‘Her şey olsun ama çocuğa bir şey olmasın’ isteği bir anda yerle bir oluyor. Bizse bu sırada mutfakta kendisine yiyecek bir şeyler hazırlamakta olan diğer gencin şu sorusuyla cebelleşiyoruz: “Sizce yeterli mi? Demek istediğim, gerçek bir son istiyorsunuz, değil mi? Daha inandırıcı ve akla yatkın bir gelişme istiyorsunuz.”.
“Biz gerçekten ne istiyoruz?” diye düşündüğümüz tam bu anda gerçek şiddet ve kurgu olan şiddetin sorgulanışının gözümüze sokulduğu üç katmanlı bir plana maruz kalıyoruz. Üzerine kanlar sıçramış bir televizyon ekranındaki araba yarışlarını görüyoruz. Hangisine odaklanıyoruz? Yarışa mı, yoksa yarıştan daha gerçek olan kana mı? Yoksa bir katman daha beriye, kendimize mi odaklanıyoruz?
– Why are you doing this? -Why not?
Elleri ve ayakları bağlanmış, yarıçıplak bir halde odanın ortasında duran kadının gidip oğlunun başında ağlamasını bekliyor bilinçaltımız. Oysa kadın gidip televizyonu kapatıyor. Filmi izlemeye başlamadan önce görmeyi umduğumuz tüm şiddet içeren sahneleri görememiş, bu yüzden de hikaye açısından hayal kırıklığına uğramış bir haldeyiz şimdi. Katiller az önce evi terk ettiler. Her şey bitti. Ama film bitmiş değil henüz. O zaman hala umut var! Devam edelim…
Sahnenin ilerlemesiyle birlikte adamın da hayatta olduğunu görüyoruz. Bu kez beklentimiz çiftimizin kurtuluşundan yana. Örneğin daha önce mutfak lavabosuna düştüğü için ıslanmış olan cep telefonunun kurumasını, çalışmasını, 911 tuşlandığında karşından “what’s your emergency?” sorusunun duyulmasını bekliyoruz. Yok, bu da olmuyor. Bir an oluyor gibi oluyor, ama bu kez de şarj bitiyor. Kadının iç çamaşırlarıyla kendini sokağa atıp yardım aramasını dileyenlerimiz bile oluyor içimizde, ancak ne yazık ki kadın giyiniyor. Önüne atılmaktan korktuğu araba zararsız çıkıyor da, cesaretini toplayıp durdurmaya çalıştığı arabada şansı yaver gitmiyor.
Filmin yegane “şiddeti gösteren” sahnesi o kadar beklenmedik bir anda cereyan ediyor ki, gözlerimize inanamıyoruz. Bu mümkün olamaz, diye geçiriyoruz içimizden. Kendimizden şüphe duyuyoruz. Ve bu sahneyi başa sarıp yeniden ve yeniden izleme isteği kaplıyor bir anda içimizi. Derken hiç olmayacak bir şey oluyor, filmin başından beri hevesimizi kursağımızda bırakagelen olay örgüsü bizden yana dönüyor. Sahne başa alınıyor! Tatminin doruklarındayız artık. Neredeyse orgazmik bir durum bu! Yoksa değil mi? Yönetmen bize yaşattığı anlık tatmini öyle bir “söke söke” geri alıyor ki, içimizden ağlamak geliyor. Bitti, her şey bitti artık.
Filmle ilgili sönmekte olan umutlarımızın yeniden yeşerdiği son bir sahne çıkıyor bu kez karşımıza: filmin başında annenin “bu bıçağı yeniden görmek istiyorum” diyerek aslında bize küçük bir ipucu verdiği, teknede unutulan bıçak bir hayat kurtaracakmış gibi duruyor son sahnede. Ama yine beklenen olmuyor, o “anlamlı” bıçak da kimseyi kurtaramıyor.
Katillerimizin karnı aç. Biz de açız. Sabah oluyor. Şimdi yeni bir eve gidip karınlarını doyuracak, ardından o çok sevdikleri katliama bu yeni evde yeniden başlayacaklar. Ama biz bunların hiçbirini göremeyeceğiz yine. Madem göremeyeceğiz, o zaman gidip bir şeyler yiyelim. Yanında soğuk bir su da içelim mutlaka…
Bu duygular içinde değildim elbette film bittiğinde. Filmi izlememin sebebi şiddete olan açlığım, gerilme ihtiyacım, katliam meraklılığım da değildi. Filmi izledim, çünkü gözüm kapalı güveniyorum yönetmenine. Bir sinemacıya “gözü kapalı” güvenmek ne kadar mümkün olursa işte. O, bu duygular içinde kalmaya müsait insanları, tam da bu duygular içinde bırakmak için bu filmi çekmişti. Birle de yetinmemiş, iki kez çekmişti. Onlarca farklı şekilde okunmaya müsait bu film ile gözüm kapalı güvendiğim yönetmen, görmek istediğimiz şiddeti, manipülasyonu bize uyguladı bu kez. Çok da iyi yaptı. Gerilim sinemasının belli başlı kalıplarını, bilinen hikayelerini, klişelerini sorgularmış gibi yaptı. Aslında bizi bize sorgulattı. Yeniden kendisine hayran bıraktı.
Kim mi? Neden söyleyeyim ki?..
Bilenler de bilmeyenlere kesinlikle söylemesin! O’nun ruhu bunu gerektiriyor…
merhaba bu yorum dolls (2002) filmine de yapılmıs. Sanıyorum bir yanlışlık oldu.
üstünkörü bir yazı olmuş. bir de yazarın anna’nın tecavüze uğramasını istemesine şaşırdım doğrusu 🙂
Çok güzel bir yazı olmuş tebrikler. Filmin etkisini hâlâ üzerimden atamamışken sebebini okumak çok iyi geldi.
Üstünkörü yazılmak için yazılmış. Filmi izlemiş kişilerin hiçbirinin bunları istemediği sadece meraklarının giderilmesi ve karakterlerin iyi olmasını isterdi diye düşünüyorum. Ayrıca Paul karakterinin 4. duvarı yıkması, detaylar ve de olay örgüsünün işlenişindeki başarı da konuşulmamış. Ayrıca Paul karakterinin gerçekciliği de oldukça dikkate değerken sadece şiddet görmek mesele değildi