Yeni bir işe imza attığı dönemlerde dikkatleri bir şekilde üzerine çekmeyi başaran, hatta yer yer izleyicileri ayrıştıran Berkun Oya, yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği yeni filmi Cici’yle (2022) Netflix’te sinemaseverlerle buluştu. 27 Ekim’de yayına giren film, bir önceki akşam Soho House’ta film ekibinin de katılımıyla bir ön gösterim gerçekleştirdi. Ben de filmi ilk kez orada, büyük ekrandan izleme fırsatına eriştim. Yapımcılığını Berkun Oya’yla Ali Farkhonde’nin paylaştığı Cici, 1980’li yıllarda bir Anadolu kasabasında sıradan bir hayat süren aileyi, bu ailenin geçmişini ve bugününü odağına alarak anlatıyor. Özellikle oyuncu kadrosuyla adından söz ettiren film; Nur Sürer, Yılmaz Erdoğan, Okan Yalabık, Ayça Bingöl, Fatih Artman, Olgun Şimşek, Funda Eryiğit, İncinur Daşdemir ve Şevval Balkan gibi başarılı isimleri barındırıyor.
Cici, TRT’nin tek kanal olduğu, televizyon yayınlarının İstiklal Marşı’yla kapandığı, Betamax kasetlerin, arabesk müziğin ve Kemal Sunal filmlerinin popülerleştiği, 1980’lerin sessizliğe bürünmüş atmosferinde geçiyor. Özellikle bu bağlamda anılar ve objelerle ilişkisini sürekli sağlam tutan film, taşrada yaşayan Bekir, Havva ve çocukları Saliha, Kadir ve Yusuf’un hayatlarını kırk yıla yakın bir süre içerisinde ele alıyor. Otoriter bir baba olan Bekir, uzun yıllar Almanya’da işçi olarak çalıştıktan sonra memlekete dönmüş, karısı Havva’yla ilişkileri pek çok Anadolu ailesinde görülebileceği gibi sorunlu olan, çocuklarını sevdiğini anladığımız fakat kendi fikri dışındaki fikirlere oldukça kapalı bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Havva, doğrudan dile getirilmese de hayallerini gerçekleştirememiş, hemşirelik mesleğine karşı zaafı olan, çocuklarının yüksek tahsil görmesini dileyen bir anne portresi çiziyor. Babalarının gözetiminde tarlada çalışan çocuklara, anne-babasını kaybetmiş Cemil’in de katılmasıyla hikâyenin kahramanları genişliyor. Bu noktada, evin büyük kızı Saliha ve Cemil arasında adı konmayan bir ilişki başlıyor. Saliha, biraz da bu nedenle, annesinin isteğine rağmen büyükşehir Ankara’ya gidip okumak istemediğinin altını çiziyor. Ailenin ortanca çocuğu Kadir, diğerleri tarafından “yaramaz” sıfatının yakıştırıldığı, babasının Almanya’dan getirdiği kameralarla çekimler yapmaktan hoşlanan (hikâye günümüze taşındığında yönetmen olduğunu gördüğümüz) bir karakter konumundayken en küçük çocuk Yusuf ise, diğerlerinin aksine çoğu şeyden habersiz, büyüyünce arabacı olacağının hayalini kuruyor.
Film, Bekir’in ölümünü takiben Ankara’ya göç eden ailenin; Kadir’in çekeceği film için yıllar sonra memlekete dönmesiyle devam ediyor. Anılar ve hatırlamak üzerine kurulu bu bölüm, hikâyenin başladığı 80’li yıllar ekseninde de yer yer saniyelik flashforward’larla izleyiciye gösteriliyor. Teatralliğin yoğun olarak hissedildiği anlatıma uzun ve hareketsiz planları da eklediğimizde bir Berkun Oya filminin içinde olduğumuzu kolaylıkla anlayabiliyoruz. Bu noktada, Oya’nın Türk sinemasının son zamanlarının auteur yönetmenlerinden biri olduğunu söylemek sanıyorum yanlış olmaz. Zira anlatı odağını küçültmüş gibi görünse de film, üslup ve estetik bakımından yoğun şekilde yönetmenin imzasını taşıyor. Ayrıca, oyunculuklar o kadar başarılı ki filme yönelik övgülerin en başında bu geliyor. Tabii bu başarının temelinde Oya’nın oyuncu yönetiminin yattığının da göz ardı edilmemesi gerek.
Oyunculuklara, sinematografiye ve diyaloglara dair övgülerin, konu senaryoya geldiğinde biraz zayıfladığını görüyoruz. Cici, psikososyal yönden oldukça emek verilmiş bir film olmasına rağmen, izleyicinin aklında karakter motivasyonlarıyla ilgili yer yer bazı sorular doğuruyor. Bu bağlamda Anadolu kültürünü ve travma gerçeğini hafife almak elbette çok sorunlu (ve kötü niyetli) olur, fakat karakter yaralarının inandırıcılığını yitirdiği bazı yerlerin mevcut olduğunu söylemek mümkün. Filmin kendini çok da ciddiye almayışı -ki bu asla olumsuz bir eleştiri değil- travmanın sıradanlığında yatıyor. Zira 80’li yılların Anadolu’sunda Bekir ve Havva’nın ebeveynliği alışılmışın çok da dışında olmasa gerek. Kadir’in hayatını şekillendiren, onu kendi çocukluğu üzerine film çekmeye yönlendiren, filmin kırılma noktalarından olan “su hortumu” sahnesi; çok daha ağır bir olayla değiştirilseydi, film şu hâlindeki naifliğini kaybeder ve eleştiriye çok daha açık bir hâle gelirdi. Kısacası, filmdeki çocukluk travmalarının 80’li yıllarda taşrada yaşayan sıradan bir aile için gereğinden fazla büyütüldüğüne kısmen hak versem de meseleyi daha büyük boyutlara çekmenin de filmin ortaya çıkış fikrine zarar vereceği kanaatindeyim. Küçük tesadüflerin büyük sonuçlara yol açabilmesi, filmin ruhuna çok daha uygun görünüyor.
Filmin süresiyle ilgili eleştirilere yer yer katılmakla birlikte -herhalde büyük ekrandan izleyebilmenin konforundan olacak- ben hiç sıkılmadım. Fakat “151 dakikadan oluşan film, daha kısa sürede anlatılamaz mıydı?” sorusu bâki kaldı. Ayrıca, hikâyenin bir noktadan sonra temposunu yitirdiğini, yer yer tekrara düştüğünü de belirtmek gerekiyor. Hikâyeye özellikle yabancılaştığım yerlerin başında, Ayça Bingöl’ün hayat verdiği Saliha’yla tanışmamız geliyor. Diğer çocukların dönüştükleri kişilerle ilgili hiçbir sıkıntı yaşamadığım hâlde, diğerlerinin aksine çok daha uzun süre kasabada yaşayan, taşradan uzaklaşmak hatta okumak dahi istemeyen genç Saliha’nın yıllar sonra bu kadar modern bir kadına dönüşebilmesi bende bir soru işareti yarattı. O kültürel değişimi, arada kalmışlığı göremediğim için Olgun Şimşek’in canlandırdığı Cemil karakteriyle kapı önünde yaptıkları sigara konulu muhabbetin gerçekliğine de tam olarak inanamadım. Fakat biraz önce de söylediğim gibi, oyunculuklar o kadar iyi ki bu durum izleyicinin bazen hikâyeyi unutmasına ve diyaloglara tutunmasına müsaade ediyor. Naz rolündeki Şevval Balkan’a ayrıca hayran kalmamak elde değil. Kurgu evrenine objektif bir şekilde yaklaşamadığımız her anda mizahi yükümlülüğüyle hikâyeye dahil oluyor ve hem karakterleri hem izleyiciyi bir çıkmazdan kurtarıyor.
Film sona doğru yaklaşırken daha da aleni hâle gelen, seyirciyi beklentiye sokan bir çözüm sahnesinin varlığı, temelde filmin bellek temasına hizmet ediyor. Fakat finale giden yolda, Nur Sürer’in oyunculuğunun tavan yaptığı ayna sahnesinin, hikâyenin geneline baktığımızda sönük kaldığı bile söylenebilir. Zira Cici, seyirciye vadettiği çözülmeye bu kadar bel bağlamasına gerek olmayacak bir hikâye akışıyla izleyiciyi kendi içine alabilmeyi zaten başarmıştı. Yine de filmin ön gösteriminin ardından yaşanan sessizliği seyircilerin şaşkınlığına yormak da mümkün. Benim için ise final sahnesinden ziyade süreç daha heyecan vericiydi.
Cici, merkezine koyduğu travma ve bellek temalarıyla bir taşra filminden çok daha fazlası. Bahsi geçen evin başarılı bir sanat yönetimiyle kırk yıla yakın sürede geçirdiği değişime, karakterlerin sonunu düşünmeden gerçekleştirdikleri eylemlerle değiştirdikleri hayatlara ve travmaların zamanla ortaya çıkan silik izlerine tanıklık etmek, birer karakter olarak var olan anılar ve objeler üzerinden nostaljik bir yolculuğa çıkmak isterseniz, filmi Netflix’ten izleyebilirsiniz. Çünkü Barış Bıçakçı’nın da söylediği gibi, “Bu dünyada hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil. Her şey hatırlandığı gibi.” *
* Bıçakçı, Barış. Aramızdaki En Kısa Mesafe. İletişim Yayınları, 2003.