Yazarın Notu: Mid90s (2018) filminin bu eleştiri yazısı sanki film hikâyenin geçtiği 1996 yılında vizyona girmiş gibi 1996 yılında yaşayan biri tarafından yazılmıştır.
Milenyumun sonlarına geldiğimiz bu yıllarda izlediğimiz filmler de belki de atlamak üzere olduğumuz çağın gerginliklerini yansıtan hikâyelerle bize ulaşıyor. Hiç şüphesiz ki bir arada kalmışlık yaşıyoruz: bir tarafta arkada bıraktığımız yıllardan kopuşumuzun bu sefer çok daha dramatik olabileceği ihtimalini gözümüze sokan filmler, diğer tarafta ise sanki yakın gelecekte yaşanacak bir değişimi uyarırcasına duyuran yapımlar. Bu ikinci taraftaki filmler belki de dertlerinin doğası gereği yüksekten uçmayı tercih ediyor: Daha geçen sene çıkan ancak 1999 yılında geçen Strange Days (1995) bunlardan sadece bir tanesi. Diğer tip geçmişe bağlı filmler ise genelde daha mütevazi konuları ele alıyorlar. Son zamanlarda VHS klasiği hâline gelen Dazed and Confused’un (1993) neredeyse ilahi bir biçimde 70’lere takılması yine bu sözünü ettiğimiz geçmiş ile bağı koparamayışın bir örneği.
Böyle bir temporal ikilemin arasında olduğumuz dönemde çıkan Mid90s filmi ismini çok iyi yansıtacak şekilde bu ikilemi bize hissettiriyor: Bir tarafta şu an yaşadığımız günümüzü bile sanki kaybedilecek bir zamanmış gibi bir nostalji havası ile veriyor, diğer tarafta ise aslında bize verdiği bir büyüme öyküsü olduğu için geleceğe dair bilinmezlikleri ve gerginlikleri yaşatıyor.
İlk yönetmenliğini bu film ile yapan Jonah Hill yine kendi yazdığı senaryoda bu ikinci bağlamda sözünü ettiğim geleceğe dair kaygıları hikâyenin içine ustalıkla yedirmiş. Kurguda on üç yaşında olan ve abisi tarafından düzenli bir şekilde şiddete maruz kalan Stevie’nin bir nevi kabuğunu kırıp yabancı bir sosyal çevre içerisinde yeni bir karaktere dönüşümünü izliyoruz. Bu süreçte karakterlerin sosyoekonomik durumları, birbirleri arasındaki tribal çekişmeler ve sıkıntılı aile yapılarının getirdiği problemlerle derinlik kazandığı gibi karakterlere daha derin bir boyut veren arka plan ögeleri, hikâyenin gerilimini de artıran elementler hâline geliyor. Arkadaş çevresi içerisinde Ruben’in Stevie’yi kıskanmaya başlaması, Fuckshit ve Ray arasında anlaşmazlıklar, aile içinde Stevie ve abisinin kavgaları, sanki karakterlerin istekleri ve motivasyonlarından öte geçmişleri ve sosyal durumlarının bir sonucu olarak gelişiyor. Bu anlamda baktığımızda karakterlerini derinlikle kurgulayan Hill için filmin yaşattığı gerilimler, zamanın bir izdüşümü olacak şekilde basit keyfi sıkıntılardan ve anlaşmazlıklardan değil, köklü ve değiştirilmesi zor sosyal durumlarımızdan kaynaklanıyor. Hill belki de geleceğimize karşı duyduğumuz bu anksiyetenin de en temel sebebini, şu an sahip olduğumuz dertlerin çözümlerinin de çok daha karmaşık sosyal durumların çözülememelerine bağlı olarak imkânsıza yakın oluşuna bağlıyor.
Bu noktada hikâye söz konusu olduğunda tabii ki filmi birkaç sene önce çıkan Slacker (1990) ile karşılaştırmamak zor oluyor. Ancak Slacker daha bulutsu bir dikkat aralığı ile karakterlerine yaklaşırken Mid90s’in, Stevie’nin hayatına mercek tutması Slacker’ın oluşturduğu rahatlık hissinin aksine hikâyeye bir çeşit dramatik ağırlık katıyor. Bu dramatik ağırlık ise sözünü ettiğimiz genel anksiyete için çok ideal bir anlatı sunuyor.
Bununla birlikte Hill, bu temporal ikilemin diğer yüzünü oluşturan günümüze duyulan nostalji hissi için daha çok biçimi kullanmayı tercih etmiş: Filmde yer alan müzikler radyoda duymaya alıştığımız grunge, punk ve hip-hop şarkılarından oluşuyor. Film boyunca bu çok farklı müzik tercihlerinin hiç de tasarruflu olmayan şekillerde kullanılışı ve sürekli karşımıza çıkışı, doğal olarak filmi, yayınlandığı dönemin koşullarına hapsediyor. Bu farklı türlerden müziklerin filmde kullanılmaları onları bir çeşit “dönem” paydasında birleştiriyor ve yaratılmaya çalışılan “geçmiş hâlini alacak günümüze bağlılık” hissini pekiştiriyor. Her ne kadar bu denklemde Macar bir prog-rock grubu olan Omega’nın 1969’da çıkan Gyöngyhajú lány parçası tuhaf bir çıkıntı olarak kalsa da belki ileride bu parça da bir şekilde dönemin müzik türlerine dâhil olur ve ortak bir paydada yorumlanabilir.
Biçim konusunda çok önemli bir başka nokta ise bir sinema filmi olmasına rağmen, aslında sessiz film dönemine ait olan, ama günümüzde televizyon formatı olarak bildiğimiz 4:3 görüntü oranının kullanılması. Ancak Hill’in bu tercihi filmi sessiz filmlere benzetmek gibi absürd bir amaç uğruna değil, daha kurnaz bir yaklaşım adına yapılmış şüphesiz ki. Film boyunca yaşananları kameraya çeken Fourth Grade, filmin sonunda çektiği görüntüleri birleştirdiği “mid90s” adlı kısa filmi arkadaşları ile paylaşıyor. Bu noktada bizim izlediğimiz film, Fourth Grade’in kamerası 4:3 olduğu için bu formatta bize izletiliyor. Yani aslında Hill tüm biçimi karakterlerden birinin kamerasına hapsetmiş. Bu tercihin ne kadar nostalji uyandıracağını söylemek zor. El kameralarının yaygınlaştığı bu dönemde gelecekteki tüm filmlerin tekrar 4:3 formatında çekileceğini düşünmek uçuk bir fikir sayılmaz. O noktada çok tartışmalı bir tercih hâlini alır Mid90s’in bu biçimsel farklılığı (veya aynılığı) ancak daha önce söylediğim “günümüze duyulan nostalji” paradoksu adına çok başarılı bulduğum bir tarz şimdilik bu, ne de olsa bir video kameradan daha büyük bir icat yok günümüzü geçmişimize hapsedebilecek.
Tüm bunları değerlendirdiğimizde Mid90s çıktığı döneme ve ismine yakışacak bir şekilde günümüzde yaşadığımız geçmiş-gelecek kopuşunu başarıyla ifade edebiliyor. Belki yirmi yıl sonra çıksa sadece bir nostalji filmi olarak kestirilip atılabilecekken günümüzün lenslerinden bakıldığında, her nostalji filminin aslında bir noktada bakılmayı hakettiği gibi, 90’ların ortalarında içinde bulunduğumuz psikolojik ve sosyolojik eşiğin daha anlamlı bir çözümlemesini sunuyor.
Utku Kafalıer