Amerikalı yönetmen Joseph Losey’in başyapıtlarından birisi sayılabilecek filmi The Servant (1963), İngiltere’de babasından kalan mirası devralan genç bir burjuvayla (Tony), yeni işe aldığı bir uşağın (Barrett) arasındaki gerilimli ilişkiye odaklanıyor. Film, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’a aday gösterildi ve BAFTA ödüllerinde “en iyi aktör”, “en iyi siyah-beyaz sinematografi” ile “umut veren en iyi aktör” kategorilerini kazandı; ayrıca çeşitli festivallerden “en iyi senaryo”, “en iyi yönetmenlik” gibi apoletlerine sahip oldu. The Servant’ın British Film Institute’nün 20. yüzyıldaki en iyi yüz İngiliz filmi listesine girdiğini de belirtmekte yarar var.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve senatör Joseph Mccarthy’ye mal edilen komünist avı silsilesiyle Losey, Amerika Birleşik Devletleri’nden aforoz edildi. Böylece, Kıta Avrupası sınıf farklılıklarını zemine alan, ağırlı olarak bireyler arası iktidar ilişkilerine odaklanmış filmler yapan bir yönetmenle tanışmış oldu.
Losey’in Nobel Ödüllü yazar Harold Pinter ile çalıştığı üç filmden belki de en dikkat çekeni (Pinter ile diğer ortak çalışmalarında olduğu gibi bir roman uyarlaması) The Servant, bireyler arasındaki iktidar ilişkilerini irdelerken sınıfa dair de bir alegori niteliğindedir. Filmin temsiller üzerinden ilerleyişine dair çeşitli imgelerden söz etmek mümkündür. Bunlardan başlıcası Tony’nin babasından kalan mirasın varisi olması ki sınıfın devamının tesisi insanlık tarihinde özel mülkiyetin ortaya çıkışından bu yana yaygın olarak veraset sistemiyle aktarılmaktadır. Bir diğer temsil ise uşak olarak işe başlayan Barrett ile yine işveren konumundaki Tony’nin sınıfsal pozisyonları; bu da yalnızca iki kişi arasındaki ilişkiye indirgenerek yorumlanamayacak bir olgudur.
Dolayısıyla iktidar, çeşitli açılardan ele alınabilecek bir kavramdır. Makro ölçekte tarihsel süreçlerde veya çeşitli kaplamsal (devlet kurumları, ekonomik sistemler, dinler vb) yapılarda aranabileceği gibi mikro alanlardaki öznel deneyimlerde de yoklanabilir. “The Servant”, iktidarın ilişkiselliğine dair ezen ezilen sınıflar arasındaki çelişkiyi, temsil ve kişiler arasındaki çatışmalardan ilerleyen öznel deneyimlerle birden fazla yönüyle gösteriyor. Tony ve Barrett’ın arasındaki gerilimde terazinin bir yanı başlangıçta verili durumlardan ötürü bariz bir şekilde “efendi” lehine ağır görünüyorken zaman içerisinde durum değişiyor. Losey ve Harold’un kurdukları yapıda böylece ortodoks Marksizm’deki kavrayışla ekonomizme indirgenmiş bir iktidar kavramının donukluğu yerine sosyal, ve iktisadi sermayenin belli oranlarda dönüştüğü bir biçim ortaya çıkıyor. Toplumsal alandaki verili kimlikler ve davranış kalıpları kapalı bir mekanda “evde” aşınıyor. Örneğin Barrett’ın başta uzak durduğu zamanla sinsice sızarak kullandığı evin kutsal alanları en sonunda onun hakim olduğu hatta yönlendirdiği bir dönüşüm geçiriyor.
Uşağın “hizmet ederek” çalışmak durumunda olduğu hem deneyimlediğimiz gerçeklikte hem de filmsel uzamda mevcuttur. Barrett’ın zamanla denklemdeki ezilen konumundan burjuvazinin imkânlarına erişebilmesi ve onun arındırılmış görünen hijyenik etiğini, cinselliğe bakışın ve yaşayışını etkileyebilmesi, bir iktidar alanı olarak ev içerisinde onun gibi davranıp hareket etmesi tarihsel olanın aynı zamanda olumsal olduğunu, öznel deneyimlerle yıkılabileceğini yahut dönüştürülebileceğini göstermez mi? Öte yandan öznel deneyimlerin de Barrett ve Tony ilişkisi özelinden çıkıp makro ölçekte toplumsal, iktisadi, kültürel iktidar formlarına da tesir edeceği önerilebilir.
Joseph Losey, burjuvaziyi eleştirirken Luis Bunuel filmlerindeki şatafat ve şaşaadan farklı bir yol izliyor. Siyah beyaz filmde, karanlık hatta yer yer gotiğe kayan ve yabancılaşma dolu bir tekinsizlik atmosferi mevcuttur. Kamera uzun kesintisiz planlarla evin içerisinde akıyor ve incelikle hesaplanmış mizansenin etkisi, kadrajların oluşturulmasından, baştan sona yoğunluğu eksilmeyen oyunculuklara kadar hissediliyor. Filmde gölgeler, aynalar ve sessizlik birer oyuncu gibi kullanılıyor.
The Servant, 2010’da yeniden yapımı olan Hanyo ve çokça adını duyuran Parasite gibi filmlere benzer bir meseleyi alışılageldik yöntemlerin dışında bir şekilde ele alıyor. İzleyicinin taraf tutma ve özdeşleşme şansını elinden alıyor ve onu bir acabalar deryasının içerisine fırlatıyor. Filmin kapanışı da bir cevap vermekten ziyade oyun alanına dönmüş bir evin içerisinde kimliklerin, iktidarın ters yüz olduğu ve hatta neredeyse iç içe girdiği (belki de silikleşmiş) bir ambiyansla oluyor. Filme dair belki de en önemli unsur, Orson Welles’in Franz Kafka’nın “Dava” isimli romanından uyarladığı “The Trial” filmindeki gibi nerede olduğu kestirilemez devletsel – sistemsel makro iktidar biçimi yerine, iktidarın ilişkiselliğinin, kayganlığının ve hatta direnişin veya teslimiyetin imgelerinin gösterilmesi olabilir.
Doğaç Fidel İlbay