10 Aralık İnsan Hakları günü. Biz de Yazı İşleri ekibi olarak bu ay özel dosyamızda eşit haklar için aktif çalışmalar düzenleyen, evrensel beyannameyi destekleyen savunucular; işçiler, avukatlar, ebeveynler, öğretmenler, sanatçılar vb. gibi örnekleri kapsayan filmleri ele aldık. Bu hususta adalet için mücadele veren kahramanların hikâyelerine odaklandık. Evrensel hakların geçerliliğinden ve aktivizmin öneminden, hak ihlaline uğramış bireylerin veya grupların hiyerarşik yapıya karşı hukuki mücadelesinden bahsettik. Filmlerimizi hak savunuculuğu, farkındalık kazanımı ve insan haklarının evrenselliğinin desteklenmesi gibi başlıklar üzerinden değerlendirdik. Özetle; insan haklarının herkes için eşit olması gerektiğini savunan ve bu çerçevede şekillenmiş filmlere, karakterlere, hak mücadelesine değindik. 10 Aralık İnsan Hakları günümüz kutlu olsun!
Maden (Yön. Yavuz Özkan, 1978)
Maden filmi, direne direne kazanmanın ete kemiğe bürünmüş halidir. Zira yalnızca filmin anlattıkları değil, filmin ön hazırlığından itibaren bir başkaldırı hikayesidir yaşanan süreç. Tarık Akan 70’li yıllarda çektiği zengin ve yakışıklı esas oğlan hikayelerine bir son verme niyetindedir. Bu fikrini o güne kadar birlikte çalıştığı Ertem Eğilmez’e açtığında Eğilmez, Akan’ın önce kendi çektiği Canım Kardeşim (1973) filminde, ardından Şerif Gören’in Nehir (1977) filminde oynamasını sağlar. Ancak her iki filmin de gişede hasılat yapmaması üzerine Eğilmez Akan’ı yeniden jön filmlerinde görmek ister. Akan ise artık kendine farklı bir yol çizmiştir. İşte bu andan itibaren onu çok zor günler bekler. Eğilmez, Tarık Akan’ın pes edip ona döneceğini düşünerek tüm büyük film şirketlerinin kapılarının ona kapatmasını sağlar. Bir yıl boyunca hiç para kazanamayan Akan, ekonomik olarak zor günler geçirmektedir. İşte bugünlerde eline Yavuz Özkan’ın Maden filminin senaryosu geçer. Ne olursa olsun bu filmi çekecektir. Ancak hiçbir maddi güçleri yoktur. Filmin beyaz perdede ses getirmesi için filmde sükseli oyuncuların olması şarttır. Ve akıllara Cüneyt Arkın ismi gelir. Cüneyt Arkın çok iddialı bir isimdir ancak acaba bu filmde oynamayı kabul edecek midir? Ben bu hikâyeyi bizzat Tarık Akan’dan, fakültemize söyleşi için geldiği 2003 yılında dinlemiştim. Tarık Akan Cüneyt Arkın’la konuşmak için gittiğinde, onun filmde oynamayı kabul etmesi için gerekirse isminin ikinci sırada yazılmasını bile göze aldığını ancak her ne hikmetse Arkın’ın hiçbir zorluk çıkarmadan filmde oynamayı kabul ettiğini söylemişti. Film iki efsane ismi bir araya getirmişti getirmesine ancak şimdi bir de filmi dağıtım süreci vardır. Tarık Akan yine kolları sıvamış ve filmin kopyalarıyla birlikte Anadolu’daki sinema salonlarını tek tek gezerek filmi satmıştır. Yani yazının başında belirttiğim gibi bu film hem senaryosuyla hem de çekim süreciyle direnmenin, daha doğrusu direne direne kazanmanın simgesidir.
İlyas, Zonguldak’ta bir kömür madeninde çalışmaktadır. Her zaman olduğu gibi işverenler yalnızca kendi çıkarlarını korumakta, işçilerinin güvenliklerini göz ardı etmektedir. Sendikalar ise sanılanın aksine işçinin değil işverenin yanındadır. İlyas işçi lideridir ve yakın gelecekte gerçekleşecek tehlikenin farkındadır. Bu neden ile işçileri elinden geldiğince örgütlemeye ve işverenlere karşı gelmeye çalışır. Çünkü bilir ki işçiler ancak birlik olurlarsa bir güç olabilirler.
Senaryosunu ve yönetmenliğini Yavuz Özkan’ın yaptığı filmde, Cüneyt Arkın ve Tarık Akan’a Halil Ergün, Hale Soygazi ve Meral Orhonsay eşlik etmektedir. Film 15. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film, Hale Soygazi En İyi Kadın Oyuncu, Tarık Akan En İyi Erkek Oyuncu, Meral Orhonsay ise En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini almıştır.
Film, yıllardır bu memlekette iyi yönde hiçbir adımın atılmadığı maden işçilerinin çilesini gündeme getirmektedir. 78 yılında çekilen bir filmde yaşananların birebir aynısı 2014 yılında Soma faciasında yaşanmıştır. İlyaslar ve Nurettinler hala can pazarında çalışıyorlar ve baretlerinde taşıdıkları minicik ışıklarla yolumuzu aydınlatıyorlar.
…And Justice For All (Yön. Norman Jewison, 1979)
Şu soruyu dudaklarından düşürmüştü Arthur Kirkland, Adalet’in amacı nedir?
…And Justice For All (1979); tek arzusu adil bir refah düzeninde yaşamak ve adaletin olduğunu duyumsamak isteyen idealist bir avukatın öyküsüdür. Film, adından da anlaşıldığı gibi herkes için eşit bir adalet sisteminin olası temelleri üzerinde dolanır. Ancak, herkes için adalet kavramının ulaşılabilirliğini ince bir üslupla da eleştirir. İki rakip avukat kendi müvekkillerini aynı özveriyle savunmaktadır. Üstelik bir tarafın haksız olduğu bilinmesine rağmen, suçlu olan birey kendisini adalete teslim eder. Hâl böyle olunca suçlu kimliğini sahiplenen davalının hakları için de mücadele edilir. Peki, bu durumda suçlu için adalet nasıl yürütülür? Suçlu biri nasıl savunulabilir? İşte tam da bu noktada insan haklarını tanıyan, eşitliği ve adaleti benimsemiş saygın bir avukat devreye girer.
Hikâyede, Amerika’nın yozlaşmış adalet sistemini ve orantısız gücün verdiği yetkinin yolsuz bir devinimle hayata geçirilmesine titiz bir sinematografik çalışmayla değinilmektedir. Hak ihlâline karşı büyük bir özveri gösteren, edindiği tüm hayat başarısını ahlâklı ve dürüst bir avukat olmasına ithaf eden Arthur, sürekli çatışma yaşadığı, aldığı kararları ve hükümlerini sık sık eleştirdiği yargıç Henry Fleming’in davasına atanır. Başta davayı kabul etmek istemez; ancak mahkeme heyeti Arthur’da ısrarcıdır. Arthur’un çizmiş olduğu karakter ile özdeşleşen namı, adaleti ihlâl eden komisyon üyelerini bile onurlandırmaktadır. Ne yapıp edip yüce yargıç Henry Fleming’in suçsuz olduğunun kanıtlanması gerekmektedir ve Arthur müvekkilinin suçlu olduğunu bilerek duruşmaya girer. Genç avukat, eleştirdiği yargılama düzenini, komisyon üyelerini, kendisine biçilen tüm sistematik rolleri alt üst ederek inandığı etik değerler doğrultusunda kendi adalet mekaniğini yaratmak için hâkim karşısına çıkar.
…And Justice For All, hikâyeyi besleyen yan karakterle, ritmik bir şekilde öz veriyle ilerlemektedir. Siyahi ve trans birey olan soyguncu, dejenere olmuş yeni yetişkin bir erkek ve tecavüze uğrayıp fiziki şiddet görmüş bir kadının, erkek otoritesi karşısındaki durumunu gündeme getirir. İyi hâl indirimi, davalının sosyal statüsü, erk’in baskın tavrı Arthur’un dava gözlemi karşısında sadece önemsiz birer detay olarak gösterilmektedir. Böylece, Arthur Kirkland, filmin alt anlamında eşitlik kavramını desteklediğinin, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin geçerliliğine inandığının ve feminist bir erkek olduğunun da altını çizmiş olur.
Toplumun düzenini ve akabinde evrensel hakları korurken; bireylerin din, dil, ırk, cinsiyet ve sosyal statülerine bakılmaksızın eşit yargılanmaları gerekmektedir. 1979 yılına ait olan toplumsal sorunların, hâlâ günümüz dünya düzeninde var gücüyle devam etmesi, medeniyet kavramından ne denli uzaklaştığımızın açık bir göstergesidir. Tam da bu yüzden “Herkes İçin Adalet” dillere umutla dolanmış şifahen bir mantra gibidir. Adil olmak, adaleti ardında getirir. İyi ve kötü kozmik sistemin ayrılmaz birer fenomenidir. Ve her zaman, her koşulda iyiler kazanır.
Çark (Yön. Muzaffer Hiçdurmaz, 1987)
Bir sinema filminin mevcudiyeti mahiyetiyle izleyicisine neler vadedebilir? Bu sorunun cevabı Muzaffer Hiçdurmaz’ın yönettiği tek uzun metraj film olan Çark (1987) için gösterime girdikten yaklaşık 20 gün sonra filmde yaşanan Kazlıçeşme deri işçileri ayaklanmasının gerçeğe dönüşmesinde aranabilir. Yapım, 12 Eylül Darbesi sonrası sendikal hakların ve kazanımların sıfıra indiği bir atmosferde bize o dönemin gerçekliğine dair belgesel ve kurmaca arasında bir üslupla çarpıcı bir çıplaklık sunuyor. Tıpkı günümüzde olduğu gibi işsizliğin, sigortasızlığın ve can güvenliği olmadan ağır hak ihlalleriyle dolu çalışma koşullarının hüküm sürdüğü atmosferde başta Tarık Akan’ın canlandırdığı Rauf karakteri olmak üzere diğer işçilerin zorluklara ve olanaksızlıklara karşı verdikleri hak arama mücadeleleri didaktik olmayan bir şekilde anlatılıyor. Zengin oyuncu kadrosunun sürükleyici performansları ve birçok sahnede geniş figüran kullanımının kattığı dinamizm filmi etkileyici kılan başat unsurlardan.
Türkiye Sineması’nda işçi sınıfının yaşam koşullarına, mücadelesine ajitasyon yapmadan kapı aralayan yapımların sayısının azlığını düşündüğümüzde Çark, karakterler ve olaylar arasındaki çatışmaları ve uzlaşıları tarafsızca gösterme cesaretiyle seyirciyi sarsarken duygu sömürüsü yapmamayı başarıyor ve filmdeki gerçekliğin arka planına dair sorgulamalara alan açıyor.
Filmde cam fabrikasında usta olan Rauf karakteri ve etrafında bulunan işçi arkadaşları işten çıkarılmalarının ardından önce Tuzla tersanesine oradan da Kazlıçeşme tabakhanelerine sürükleniyorlar. Patronların alicengiz oyunlarına, maruz kaldıkları insanlık dışı muamelelere binaen bir taraftan süreç içerisinde talihsiz birçok olay yaşıyorlar diğer yandan da birlikte hareket etme meziyeti ediniyorlar. İşçilerin dayanışma göstermesine karşın mücadeleleri patronların değnekçisi niteliğindeki çavuşlar (müdürler) ve yine patronların ve çarkın diğer koruyucu sac ayağı polisler tarafından engellenmeye çalışılıyor. Öte yandan Rauf karakterinin karısı Leman (Müge Akyamaç), başta üniversiteye girmeye çalışıp işsizlikten ve geleceksizlikten yakınmaktayken süreç içerisinde polis olmayı seçiyor. Böylece kocasıyla arasında beliren ideolojik uçurum derinleşiyor ve işçilerin hak arama mücadelelerine tamamen karşıt bir noktada duruyor.
Filmin uzun yıllar boyunca üstü kapalı yasaklamalara maruz bırakılıyor ve gösterilmeye çalışıldığı mecralarda polis baskısıyla karşılaşıyor. Yapımda çalışan kişiler sıkça sorgulanıyor ve belki de bu gizli sansür neticesinde uzun yıllar boyunca geniş kitlelere ulaşma hakkı bir nevi elinden alınıyor. Ateşin karşısında eriyenlerin, kötü kokuları her gün içine çekmek zorunda kalanların, sağlıksız koşullarda ve hak ihlallerine, gasplarına maruz kalanların yaşamına ve mücadele etme virtüellerine dair zengin göstergelerle dolu bir film olarak Çark, “Alın terinin karşılığı yalvararak alınmaz” düsturuyla içimizde hem bir burukluk bırakıyor hem de örgütlü mücadelenin ehemmiyetine, dayanışmanın, diğer bedenlerle kuracağımız ittifakın kudret artırıcı özelliğine dair bir perspektif sunuyor. Günümüzle kurabileceğimiz bağlantıları sayesinde de keşfedilmeyi bekliyor.
In the Name of the Father (1993)
1974 yılında, İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun (IRA) Londra’da yaptığı bir saldırıdan sorumlu tutulan Gerry Conlon’ın (Daniel Day-Lewis) ve onunla içeri atılan babası ve arkadaşlarının hikâyesini anlatan In the Name of the Father (1993), “Guildford Dörtlüsü” denen bu haksız yere hüküm giydirilmiş arkadaşların adalet mücadelesini anlatır. On beş yıl boyunca yapmadıkları bir bombalamadan sorumlu tutulan Conlon ve babası, her ne kadar anlaşamazlarsa da, suçsuzluklarını kanıtlamak için çıktıkları yolda yakınlaşırlar.
Film, bu kişisel görünen savaş üzerinden daha büyük bir meseleyi anlatır; İngiltere’nin emperyalist kontrol mekanizmalarının, polisinin, kanıtsız suçlamalarının ve adaletsizliklerinin işçi sınıfına ait İrlandalılar üzerinde nasıl bir baskı oluşturduğunu gösterir. Gerry Conlon’ın Proved Innocent adlı kitabından uyarlanan film, küçük hırsızlıklar yapan Conlon’ın sırf bir bombalamaya yakın bulunduğu için İngiliz polisi tarafından nasıl bir gece içinde alıkonulduğunu ve sonra tüm ailesinin de ona yardım etmekle suçlandığını ve sonra on beş yıllık bir hak arayışı ve aktivizm sonrası nasıl hapisten çıktığını- her ne kadar bu süre içinde babası hayatını kaybetse ve her şey için çok geç olsa da- anlatıyor. Ona yardım eden Avukat Gareth Pierce (Emma Thompson) ile birlikle Conlon’ın dönüşümünü izliyoruz. Hapiste yıllar geçtikçe başıboş ve bıkkın bir genç adamdan hakkını arayan, adaletsizliğe karşı savaşan, radikal birisine dönüştüğünü görüyoruz. Sadece kendisi için değil babası için ve de tüm mahkumlar için bu sistematik baskıya karşı gelmeye, kabul etmemeye başlıyor.
Filmin uzun bir kısmı parmaklıkların ardında geçiyor ve bu yüzden seyirci bu adalet savaşının her dakikasını iliklerine kadar hissediyor. Day-Lewis’in performansı her zamanki gibi son derece etkileyici ve haksız yere suçlanmanın getirdiği o nefreti ve kızgınlığı yansıtırcasına gerçekçi. Film IRA’nın siyasetine çok girmese bile İngiltere’nin o zamanlardaki tutumunu sadist bir Ingiliz polis üzerinden yansıtıyor. Bu polis karakteri kurgusal bir müdahale olsa da çok da gerçekten uzak olmadığı fikri aşikâr. Avukat Pierce’ın yılmaz adalet arayışı da seyirciyi pür dikkat ekrana kilitliyor ve sanki Guildford Dörtlüsü on beş seneden önce hapisten çıkabilecekmiş gibi umut vadediyor. Thompson, Day-Lewis ve Postlethwaite’in performansları filmi olduğundan daha da ileri götürüyor.
Hunger (Yön. Steve McQueen, 2008)
IRA’lı (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) Bobby Sands’in hapishanede gerçekleştirilen açlık grevinde hayatını kaybetmeden önce günlüğüne yazdığı son cümle “Bizim de günümüz gelecek.” olur. Sands, kendisinin bunu göremeyeceğini bilse de bu yolda mücadelesini inançla sürdüren ve direnişinin 66. gününde hayata veda eden bir gençtir. Dünya direniş tarihinin en genç ve sembol isimlerinden biri olan Sands’in ve IRA’lı siyasi tutsakların 1981 yılında yaptığı açlık grevi o zamanlar bir çocuk olan Steve McQueen’i derinden etkiler. Ve McQueen, kariyerine bu direnişe odaklanan Hunger (2008) ile başlar.
McQueen, Hunger’ı üç bölüm halinde tasarlar. İlk bölüm açlık grevinden önceki süreci ele alır. Margaret Thatcher’ın iktidarda olduğu ve ülkenin adeta demir yumrukla yönetildiği yıllarda özgür bir İrlanda için mücadele veren IRA direnişçilerinin, “Hapishanelerde siyasi tutsak olarak tanınmak” gibi oldukça makul istekleri vardır. Fakat talepleri kabul edilmeyen tutsaklar tek tip elbiseyi giymemek için battaniyelerle yaşarlar, yıkanmaz ve tıraş olmazlar. En önemlisi ise tüm kişisel bakım ihtiyaçlarını reddettikleri gibi yerlerini terk etmemek için tuvalet ihtiyaçlarını da koğuşta giderirler. Uzun yıllar süren bu eylem sürecini hapishaneye yeni giren bir tutsak üzerinden aktarmayı tercih eder McQueen. İzlemesi oldukça zorlu sahnelerden oluşan bu bölümde gardiyanlar tarafından tutsaklara yapılan işkenceler de cabasıdır. Hunger, bu ilk bölümde hapishanedeki koşulları, tutsaklara yapılan muameleyi, oldukça net ve seyirciye konforlu bir alan yaratmadan gösterir. Her bir anı fazlasıyla rahatsız edicidir. McQueen, seyirciyi duygusal olarak ele geçirme niyetinden özellikle uzak durur. Amaç seyirciyi duygusal açıdan manipüle edip gelip geçici bir duygu geçişi yaratmak değil, yaşanan sürecin dayanılmaz koşullarını gözler önüne sermektir zira.
Bu süreçte bir sahnede işkenceye karşı gösterdiği net tavrıyla dikkat çeken Bobby Sands (Michael Fassbender) filmin diğer iki bölümünün kahramanı olacaktır. Öncelikle ilk ve son bölüm arasında köprü görevinde yer alan 22.5 dakikalık bir sahne (17.5 dakikası tek çekimden oluşmaktadır.) gelir perdeye. Sands, İrlandalı bir papazla açlık grevi kararını paylaşır. Ve iki karakter arasında açlık grevinin doğru bir eylem şekli olup olmadığı gibi aslında yıllardır çokça tartışılan mesele detaylıca ele alınır. Genel olarak oldukça ketum olan filmin bu sahnede bolca gevezelik ettiği söylenebilir bu nedenle. Lakin diyaloglar o kadar itinayla yazılmıştır ki Sands’ın bedenini ortaya koyarak yaptığı direniş, çok daha anlaşılır olur bu sahne sayesinde.
Final bölümde ise tutsakların son bir çare olarak ellerinde kalan tek şey olan bedenlerini açlığa yatırmaları Sands gibi kararlı bir direnişçinin son günleriyle gelir perdeye. Sands’ın dünya direniş tarihine ışık tutan kararlılığını tek bir kelam edilmeyen sahnelerde küçük nüanslarla verir McQueen. Örneğin artık ayakta duracak gücü kalmamış olan Sands’in parmaklarında *UDA* dövmesi olan gardiyandan yardım almamak için gösterdiği gayreti izlediğimiz kısacık bir sahne binlerce sözden daha çarpıcıdır.
Ülkemiz tarihinde de birçok kez hapishanelere uğramış olan **açlık grevleri ve ölüm oruçlarını** perdeye yansıtan McQueen, bir nevi sadece IRA tarihine değil dünyanın birçok yerindeki direniş tarihine de ışık tutmuştur bu ilk gözbebeği ile.
*UDA (Kuzey İrlandalı Protestanlar) İngiltere’ye bağlılık yemini etmiş bir gruptur.
**1984, 1996, 2000 yıllarında yapılan ve yüzlerce tutsağın hayatını kaybetmesine neden olan eylemler yine siyasal tutsak statüsü talebinin tanınması, tek tip elbise reddi ve F tipi hapishanelerin reddi gibi sebeplerle yapılmıştır. Ülkemizde çok defa açlık grevi yapılmıştır. Fakat 1984, 1996 ve 2000 açlık grevleri ölüm orucuna dönüştürülmüştür. Ayrıca birçok kez içerideki siyasi tutsakların serbest bırakılması için dışarıda da tutsak yakınları (TAYAD) tarafından ölüm oruçları yapılmış ve çokça kişi hayatını kaybetmiştir.
The Post (Yön. Steven Spielberg, 2017)
Geçmişe müdahale etmek mümkün değil; fakat geçmiş haksızlıklar üzerine inşa edilmiş yetkileri bugün yargılamak, sorgulamak, sarsmak pekâlâ mümkün. Ne ki bu, gerçeklerin er geç ortaya çıkacağı umuduyla salt bekleyenlerin değil, doğruyu ortaya çıkarmak üzere elini taşın altına koyma cesaretini gösterebilenlerin hakkı. Ve belki en çok da habercilerin, basının, gazete ve medya mercilerinin. Yapımcılığını ve yönetmenliğini Steven Spielberg’in üstlendiği, Amerika basın tarihindeki gerçek olaylara dayanan The Post (2017), geç kalınmış gerçeklerin hakkını arayan kadronun tüm mekanizmalarına ayna tutan bir yapım. Ancak bu aynada yansıyanlar sadece basın binasının kapıları ardında yaşananlar değil, tüm hayatları buna dâhil olan aileleri ve özel yaşantıları aynı zamanda.
1966 Vietnam Savaşı sırasında Amerikan ordusu adına savaş raporundan sorumlu Daniel Ellsberg (Matthew Rhys), Savunma Bakanı’yla özel görüşmelerinde savaşın kendi aleyhlerine doğru ilerlediğini öğrenir. Ancak Bakan, halka yaptığı basın açıklamasında bunun tam aksini iddia edince Ellsberg, gerçekleri rapor eden belgelerin kopyalarını alarak yıllar sonra New York Times’a sızdırır. Başkan’ın ordudan ve halktan sakladığı, bu yüzden onlarca kişinin ölümüne sebep olduğu bu skandal, Times manşetlerini sarsmadan önce mahkeme kararı ile haberin basımı durdurulur. Ancak Ellsberg pes etmez ve bu kez haberi The Post aracılığıyla duyurmaya çalışır. O zamanlar gazetenin başında Katharine Graham (Meryl Streep) vardır. Basın ve yayıncılık konusunda tecrübeye sahip olmayan kadın, kocasının intiharı üzerine bir anda işlerin başında bulmuştur kendini. Ve Ellsberg’den gelen belgeleri öğrendikten sonra hapse atılma pahasına gerçekleri tüm dünyaya duyurma mücadelesini de cesurca üstlenir.
The Post gazetesinin olaya dahliyle beraber güçlü bir kadın karakter olarak karşımıza çıkan Graham, filmin öyküsünü de basın özgürlüğünü konu alan kurgular arasında farklı bir yere taşır. Çünkü verilen mücadele yalnızca pek çok insanın hayatına mâl olmuş bir skandalı ortaya çıkarmak için değil, kadınların da bu noktada güçlü bir karar mercii olabileceğini göstermeyi amaçlayan niteliktedir. Bunun için Meryl Streep gibi bir oyuncunun seçilmesi de nitekim filmin sivri dilini pekiştirmiştir. Bunun yanı sıra Graham’a verdiği mücadelede yardımcı gazeteci arkadaşı Ben Bardlee (Tom Hanks), bizzat kendi evinin kapılarını bu mücadeleye açarak işin arka mutfağında ailesinin, özellikle de karısının nasıl bir özveriyle ona destek olduklarını ortaya serer.
Sonunda doğruyu savunmak ve üstü yıllarca örtülen haksızlıkların sızlayan yaralarına el uzatmak adına verilen mücadele, her şeye rağmen beklediği karşılığı alır. Burada kazanan, hem manşetleri kodamanların elindeki keyfiyet makasıyla sürekli kesilip biçilen basın yayın kuruluşları hem de bu kurumlarda sıklıkla söz ve karar hakkı değersiz görülen kadınlardır.
On the Basis of Sex (Yön. Mimi Leder, 2018)
İnsanlığın ortaya çıktığı ilk çağlarda kadın ve erkek cinsiyet ayrımı olmaksızın eşit role sahipken, MÖ yaklaşık 4000’li yıllarda anaerkil toplumun yerini ataerkil topluma bırakmasıyla kadın yavaş yavaş geri plana atılır ve günümüze kadar uzanan bir eşitsizlik hakimiyet kurar. Kadının tekrar eşit şartlar altında değerlendirilmesi için mücadele verilip bu konuda ilerleme kaydedilmesine rağmen ne yazık ki hala toplumda ve iş hayatında bu eşitsizliğin sürdüğünü söylemek mümkündür.
Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi yargıcı Ruth Bader Ginsberg de bu uğurda çaba harcayanlardan biridir ki gerek okul yılları gerekse iş hayatında ne yazık ki birçok defa psikolojik zorbalığa maruz kalır. Henüz Harvard Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisiyken okulun dekanı tarafından kadın olduğu için kendisinin hangi hakla orada bulunduğu sorgulanır, yarı dönemde kaydını Columbia’ya aldırıp orayı birincilikle bitirmesine rağmen sırf kadın olduğu için işe alınmak istenmez, 1963 yılında Rutgers Hukuk Fakültesi’nde hukuk profesörü olarak çalışmaya başladığında eşi iyi para kazanıyor diye kendisine daha az maaş ödenir. Sınıftaki öğrenciler tarafından bile hoşnutsuz şakalara maruz kalır. Buna rağmen toplumda ve iş hayatında uğradığı haksızlıklara karşın evinde bambaşka bir dinamik söz konusudur. Kocası Marty Ginsburg, son derece yardımsever ve destekleyicidir karısına karşı. Hatta Ruth’un çığır açan vergi dava dosyası da ilk olarak kendisine aittir.
İşte On the Basis of Sex (2018), yargıç Ginsburg’un Harvard Hukuk fakültesinde ayrımcılığa uğrayan bir avukat adayıyken kimsenin sorgulamaya cesaret edemediği Yüksek Mahkeme görevine uzanan değişime ön ayak olduğu yılları konu alır. Bu bağlamda Ruth’un Federal mahkemede sunduğu ilk dava dosyası olan cinsiyet ayrımcılığını vurgulayan bir davayı savunduğu 1970’li yıllara odaklanır. Film, AFI film okulundan mezun ilk kadın Mimi Leder tarafından yönetilmiştir. Kadrosunda Felicity Jones, Armie Hammer, Justin Theroux ve Kathy Bates gibi güçlü isimler bulunduran film, genel olarak eleştirmenler tarafından beğenilmiş, özellikle Ginsburg’u canlandıran Felicity Jones’a övgüler yağdırılmıştır.
Ruth üzerinden cinsiyet ayrımcılığının farklı seviyelerine ışık tutan filmin zamanın gerçeklerini gözler önüne serdiği bir gerçek. 1950’lerden günümüze toplumun geldiği noktayı kaçırmamak imkânsızken aynı zamanda bazı normların da hala kalıcı olduğunu görmek ise kaçınılmaz. Sorun çıkaran ve önyargılarına boğulmuş antagonist karakterleri bir grup beyaz adam klişesinden kurtulamasa da film, vermek istediği mesajı açık bir şekilde dile getirir. Son derece heyecan verici mahkeme sahneleri, arka fon müzikleri, başrol oyuncuların mükemmel performanslarıyla On the Basis of Sex, toplumsal cinsiyet ayrımcılığına gerçeklerden yola çıkarak sağlam bir şekilde vurgu yapar. Ginsburg’un ilham verici hayatına biraz daha yakından bakmak isteyenler RBG isimli belgeseline göz atabilirler.
Sorry We Missed You (Yön. Ken Loach, 2019)
İşçi sınıfının yönetmeni olarak nam salmış usta yönetmen Ken Loach’un son harikası Sorry We Missed You (2019), 2008 ekonomik krizi sonrası geçinmekte zorlanan bir ailenin yaşadıklarını konu ediniyor. Süreçten oldukça yıpranan ailesini bataklıktan çıkarmaya çalışan Ricky’nin (Kris Hitchen) karşısına önemli bir fırsat çıkar: Serbest çalışma zamanı uygulamasıyla çalışan bir kargo firması. Firmaya kabul edilmek için van alması gereken Ricky, bunun için eşi Abbie’nin (Debbie Honeywood) hasta bakım işlerine gitmek için kullandığı arabayı satar. Başta her şeyin yolunda gittiği aile hayatları, ilerleyen süreçte dibe batar. Ricky uzun çalışma saatleri ve zorba patronu nedeniyle kendine ve sevdiklerine vakit ayırmakta zorlanan birine dönüşmüştür; karısı ise işlerini zar zor halledebilecek durumdadır. Lise çağındaki çocuklarının okulla ilgili sıkıntıları baş göstermesine rağmen onunla bile ilgilenemez duruma gelmişlerdir. Sorunlarının üstesinden gelemeyip yıkıma uğrayan aile, birbirine kenetlenmekte eskisi kadar başarılı olamayacaktır. I, Daniel Blake’in formülleriyle yazılıp yönetilmiş gibi lanse edilen ancak büyük oranda farklılık taşıyan yapım Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmıştı.
Newcastle’ın mesken tutulduğu bir Loach filmi daha izliyoruz. Mekân itibariyle sanayi devriminin başladığı yerlerden olan ve günümüzde de önemli bir işçi nüfusuna sahip şehrin rastgele seçilmediğini ve anlatıya derinlik kazandırdığını söyleyebiliriz. Yapım, vurguladıklarını ve vermeye çalıştığı güçlü mesajları ön plana almayarak oldukça yalın bir dille apaçık ortada olan sıkıntıları dile getiriyor; bunları yaparken bir manifesto yayınlıyormuşçasına davranmıyor, aksine nüktedan tavrıyla seyirciye keyifli anlar yaşatıyor. Odağına modern kölelik kavramını alırken katmanlaşan hikayesini başka sorular sorarak zenginleştirmekten geri durmuyor. Sorunlu bir çocuğa nasıl yaklaşılmalı, aile hayatında dengeler nasıl kurulmalı gibi hayatın içinden ve milyonlarca kişinin çözüm aradığı sorulara yanıt bulmaktan ziyade seyirciye düşünme fırsatı veriliyor. Bu meselelere daha çok kafa yormaya başlayan seyirci, en sonunda kendisini o ailenin bir ferdiymiş gibi hissediyor ve yaşanılan olaylar karşısında kendisi de ezilip büzülüyor. Film, bu açıdan baktığımız zaman izleyiciye tokat atmaktan ziyade onun empati gücünün sınırlarını zorluyor.
Robotlaşmakta olan dünyamız, mekanikleşen hayatlarımız ve karmaşıklaşmakta olan sosyal adalet sistemi yüzünden içinde derin yarıklar oluşan aile kurumunun tutunduğu dalları ve onların ne kadar kaygan olduğunu resmeden bir tuval gibi Sorry We Missed You. İzleyen herkes, kendi sorunlarından bir şeyler katarak resmi süslüyor ve temel hakları hakkında konuşma imkânı kazanıyor.
A Hidden Life (Yön. Terrence Malick, 2019)
Days of Heaven (1978), The Thin Red Line (1998) ve The Tree of Life (2011) filmlerinin usta yönetmeni Terrence Malick, Cannes başta olmak üzere pek çok festivalden ödülle ayrılan son filmi A Hidden Life’ta İkinci Dünya Savaşı esnasında orduya katılarak Naziler adına savaşmayı reddeden vicdani retçi Franz Jagerstatter’in gerçek yaşam öyküsünü beyaz perdeye taşır. Savaşın acımasızlığı, yakıp yıkma hırsının gözleri kör eden nefreti tüm dünyayı etkisi altına almışken, tek isteği eşi ve çocuklarıyla beraber kötülüğün uğramadığı topraklarda mutlu bir hayat sürmek olan Franz (August Diehl), ne yazık ki bu karanlık atmosferin girdabı içerisine sürüklenmekten kurtulamaz.
Vicdanının sesini dinlemeye ant içmiş bu genç adam için hayatının kalan günleri daha önce hiç görmediği kadar büyük işkencelere sahne olur. Öldürmeyi ve sırf kendi ırkından olmadığı için başka insanlara karşı sebepsizce nefret beslemeyi şiddetle reddeden Franz bazen vatan hainliği bazense korkaklıkla suçlanır. Durumlar öyle bir raddeye gelir ki, savaşı reddeden çaresiz aile yaşadıkları köyden kovulmaya ve halk tarafından öfkeyle dışlanmaya maruz kalır. Yaşadığı tüm bu vahşete rağmen her zaman insanlık onurundan, erdemli bir hayat sürmekten ve barıştan yana tavır almaktan vazgeçmeyen Franz adım adım idama yürür ancak başı hiçbir zaman öne eğilmez.
A Hidden Life’ta Terrence Malick insanlık dışı olanın karşısına yüreğinin sesini dinleyen insanı yerleştirir ve kalabalık toplulukların bir hiç uğruna sürüklendikleri hezeyanın trajedisini anlatır. Büyüleyici görüntü yönetimi ve kurgusuyla dikkat çeken A Hidden Life, insanlığın yok etme arzusuna karşın vicdanın derinlerinden yükselen incelikli bir ağıt niteliği taşıyor.
The Trial of the Chicago 7 (Yön. Aaron Sorkin, 2020)
Film, 1969 Şikago davasındaki yedi sanığın ve Bobby Seale’ın gerçek yargılanma sürecini konu alır. 1968 yazında on binlerce kişi Vietnam Savaşı’na karşı düzenlenen prostestolara katılmak için Hyde Park’ta bir araya gelir. Dönemin hükümeti, kalabalığın kışkırtılmasından üç grubu sorumlu tutar ve onları hükûmeti yıkmaya çalışmaktan yargılar. Sol direnişçiler ile çiçek çocuklardan oluşan yedi kişi ve olaylarla hiçbir ilgisi olmayan ama siyahi grup kara panterlerin lideri Bobby Seale’i sanık sandalyesine oturtur.
Filmde, Amerika’da muhalif kesimin ne kamusal alanda ne de mahkeme salonunda ifade özgürlüklerinin olmadığına şahit oluruz. Hukukun, medeni ve ceza davalarından ibaret olmadığını; bağımsız olması gereken mahkemelerin, politik yaklaşımlarını film boyunca izleriz. Amerikan mahkemesi, farklı muhalif grupları aynı davada yargılar ve burada sanık sandalyesinde oturanların kişiler değil fikirler olduğunu görürüz.
Tüm bunların dışında film, düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve yargıya taşınma sürecini anlatsa da diğer yandan Amerika’daki siyahlara yönelik ırkçılığı da yansıtır. Günümüzde ABD’deki polis şiddetini, coplu ve biber gazlı müdahaleleri düşündüğümüzde filmin, yalnızca elli yıl öncesine değil; bugüne de ışık tuttuğunu söylemek yanlış olmaz. Şikago davası, ABD’nin bir zamanlar yaşadığı ve artık unutmak istediği insan hakları ihlallerini değil, günümüzde hala etkisini hissettiren sistematik ayrımcılığı tastamam yansıttığına ilişkin yorumlanabilir. Öyle ki filmin çok büyük yankı bulmasında, Black Lives Matter eylemlerinin peşi sıra yayıma girmesinin etkisi yadsınamaz. Bu bağlamda yönetmen Aaron Sorkin, film hakkında günümüzle tercihen bir paralellik kurmadığını ama yaşananların bu duruma yol açtığını açıklamıştır.
Bir mahkeme filmi olan The Trial of the Chicago 7, çoğunlukla tek mekânda, duruşma salonunda geçer. Bol diyaloglu filmde, sanıklar ve tanıkların ifadeleriyle geçmişe dönüşler yaşanır. Aksiyon sahnelerinin yanı sıra gerçek görüntülere de yer verilmiştir. 60’ların müzikleri kullanılmamış, bunun yerine Daniel Pemberton’ın dönemin ruhunu yansıtan besteleri filme eşlik etmiştir. Düşünce ve savunma hakkının nasıl gasp edildiğinin bir örneği olan Şikago davasının, Chicago 10 (2007) isminde bir belgesel- animasyon filmi bulunduğunu da ek bilgi olarak vermek isterim.