29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali kapsamında Ulusal Uzun Metraj kategorisinde yarışan Kabahat filminin yönetmeni Ümran Safter ve filmin genç oyuncuları Mina Demirtaş ve Ece Demirtürk ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. İyi okumalar…
Öncelikle böyle güzel bir kadın hikâyesini izleyiciyle buluşturduğunuz için teşekkür ederiz. Bu gibi hikâyelerin eril bakış açısı tekelinden çıkıp kadın gözüyle anlatılması bizleri çok mutlu ediyor. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Esasen ben de projeye başlarken tamamıyla kadın hikâyesi olsun istedim. Dikkat etmişsinizdir, bizim filmimizde erkeklerin çok az rolleri var. Neredeyse figüran düzeyindeler. Büyük oranda beş kadının hikâyesini anlatıyoruz. 13 yaşındaki Reyhan ve onun köyden arkadaşı 17 yaşındaki Şükran ana karakterlerimiz. Bir de onların etrafında, Reyhan’ın annesi Hatice, babaannesi Ümmü ve teyzesi Münevver’in hikâyesi birbirinin içine geçiyor. Bu açıdan bakıldığı zaman benim için de heyecan verici bir proje. Daha öncesinde yine bir kadın hikâyesi anlatmıştım, bir belgeseldi bu. Osmanlı’nın geç dönemi ve erken dönem Cumhuriyet’teki feminist kadın hareketiyle ilgili Kadın Olmanın Günahı (2018) isimli bir belgesel yapmıştık. Bunun devamında da hep aklımda bir uzun metraj kurmaca kadın hikâyesi yapmak vardı. Ve biraz da farklı olsun istiyordum. Bizim filmimizin ana teması aslında regl. Bir de onun etrafında yaşanan tabular ve erkek egemen tahakkümü var. Bunu da işlediğimiz için kendi açımdan çok mutluyum. Mina ve Ece de muazzam bir iş çıkarttı.
Kabahat, mesaj kaygısı gütmeyen ve didaktik olmayan, masum bir başkaldırı ve bir büyüme hikâyesi. Film boyunca biz de Reyhan sayesinde köydeki diğer kadınların kabahatmiş gibi kanıksadığı olguları sorguluyoruz. İzleyicinin sorgulama sürecini genç bir kız üzerinden yürütmesi tabii ki bilinçli bir tercihtir. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Başlangıçta ben de yalın ve sade bir hikâye olsun istedim. Büyük mesajlar, büyük temalar olsun istemedim. Didaktik ve klişe olabilecek şeylerden olabildiğince kaçınmak istedim. Hayatın olağan akışında gelişen bir hikâye olsun istedim. Diyalogları öyle yazdım, karakterleri öyle çizdim. Sonuç itibariyle de hayalimdeki hikâyenin büyük oranda filme dönüşmüş olduğunu görüyorum. Bunda kuşkusuz yapımcımız Suraj Sharma’nın da payı çok büyük. Her daim destekleyici ve teşvik edici oldu. Filmde ana karakterimiz Reyhan’ı takip ettik. Reyhan’ın annesiyle, babaannesiyle, kardeşiyle ve köyden arkadaşı olan Şükran’la ilişkisini odağımıza aldık. Ama kameramız hep Reyhan’da kaldı ve onu takip etti. Bunu da gerçekten çok yalın ve sade bir kamera diliyle oluşturmaya çalıştık. Görüntü yönetmenimiz Bertan Özer’in yalın sinematografisi hikâye ile çok uyumlu oldu.
Böyle filmler didaktik olma kaygısına düştüğü zaman, izleyici olarak biz de hikâyeye yabancılaşmaya başlıyoruz. Kabahat o topa hiç girmiyor. Bazen böyle filmlerde ister istemez bir aktivist olma veya mesaj verme kaygısı olunca asıl hikâye kaybolabiliyor. Sizde hiç olmamış bu.
Mesaj verme kaygımız hiç olmadı. Niye mesaj verelim? Kime mesaj verelim? Sonuçta bütün kadınlar aynı sorunları yaşıyor zaten. Aynı sorunları yaşıyoruz, aynı tahakkümün altındayız. Aynı sıkıntılar içindeyiz. Sonuç itibariyle senaryo aşamasında da prodüksiyon aşamasında da hiç o kaygıya girmek istemedik. Klişe ve didaktik anlatımdan mümkün olduğunca sıyrılmaya çalıştık. Bunda tabii hem Mina’nın hem de Ece’nin doğal oyunculuklarının çok büyük payı oldu.
Filmde Reyhan’ın annesine “Buraya gelince sen de buradaki kadınlar gibi oluyorsun” demesinin ardından seyirci olarak ailenin İstanbul’daki yaşamı üzerine düşünmeye başlıyoruz. Aile üyelerinin farklı mekânlarda farklı karakterlere bürünmesi Reyhan üzerinde bir kafa karışıklığı yaratıyor. Bu değişimde kentten köye geçişin, çok kısa bir zaman zarfında bile insanları etkisi altına almasını nasıl yorumluyorsunuz?
Reyhan aslında şehirde büyüyen bir kız çocuğu. Köydeki yaşamla şehirdeki yaşam olabildiğince farklı. Köyde başka gereklilikler, başka tabular, başka tahakkümler var. 13 yaşındaki Reyhan’ın ergenlik sürecindeki o enerjisiyle köydeki tabular bir anlamda çelişiyor. Onun gördüğü anne karakteri şehirde farklı, köyde farklı. Hatice karakteri de sonuç itibariyle çocuklarına çok düşkün ama orta yol da bulmaya çalışıyor. Biraz içine de kapanık bir kadın. Sorunlarını, isyanını sessizce içinde yaşıyor. Reyhan da annesinin bu sessizliğini çok kolay anlayabilecek bir yaşta değil. Bir noktada onu anlamaya da çalışıyor; tamamen itmiyor. Ama 13 yaşındaki şehirli bir kızın tam olarak anlayamayacağı bir noktada tabii anne.
Bu aile İstanbul’da nasıl bir hayat sürüyor, onu merak ediyoruz. Nerde yaşıyorlar? Reyhan’ın gittiği okul, aile içerisindeki ilişkiler nasıl? Hatice karakteri köyde de kentte giyindiği gibi mi giyiniyor? Böyle şeyleri merak ediyoruz izleyici olarak.
Her karakteri yazarken hepsinin arka planını da yazmaya çalıştım. Hatice kim? Aile nasıl bir aile, hangi semtte oturuyorlar, Reyhan hangi okula gidiyor, şehirdeki arkadaşları nasıl, Ümmü karakteri kocasını ne zaman kaybetmiş, köydeki gücü, iktidari nasıl oluşmuş?.. Bütün bu arka planları da senaryodan önce karakter analizleriyle çıkardım. Reyhan, Hatice ve Mehmet İstanbul’un bir kenar mahallesinde yaşıyor. Sonuçta yoksul bir aile. Reyhan mahalledeki devlet okuluna gidiyor. Her yaz biraz da ekonomik koşullar gereği köye gelmek zorundalar. Babaanneye yardım ediyorlar. Baba işçi. Hatice muhafazakâr, dindar bir kadın. Köyde de İstanbul’da da başörtülü. Reyhan’ın başını örtmesi konusunda çok büyük bir tahakkümü yok ama köyde giyim kuşamına dikkat etsin istiyor. Muhtemelen şehirde de dışarı çıkarken şort giymesine laf ediyordur. Ama Reyhan’ın eğitimi, okuması konusunda son derece istekli ve teşvik edici de bir kadın aynı zamanda.
Dinî ögelerin çocuk yaştaki bireyleri tahakküm altına almak için bir enstrüman olarak kullanılması, bunun da en basit şekilde korku salma aracılığıyla yapılması Anadolu’da sık rastladığımız bir durum. Reyhan gibi sorgulayan bir genç kız bile ‘çarpılma korkusuyla’ evden kaçıp hamama gitmek istiyor. Sizce film bu olaya ne yönden bakıyor?
Aslında ben senaryoyu yazarken bu tuzağa düşmek istemedim. Çok aydınlanmacı bir bakış açısıyla dinî enstrümanları, sembolleri eleştireyim istemedim. Ondan da mümkün olduğunca kaçınmaya çalıştım. Çünkü o da bir klişe. Ama Reyhan sonuç itibariyle çok akıllı bir kız. Okuyan, dünyayı merak eden, dışa dönük, enerjisi yüksek biri. Aslında bir yanıyla inanmak istemiyor, bu ‘çarpılma’ çok saçma geliyor ona. Ama bir yanıyla da inanıyor. Çünkü daha 13 yaşında. Şükran da “Bak Semanur’un başına bunlar geldi” diyerek onu manipüle ediyor biraz. Bir çelişki var içinde. Diğer yandan babaanne onu kurnazca kapanmaya teşvik ediyor, Kur’an kursuna gönderiyor. Küçük yerlerde böyledir bu. Küçük yerlerde aileler çocukları mutlaka Kur’an kursuna gönderir. Ümmü karakteri de zaten son derece dindar. Şifacı özelliği de var ve torunları üzerinde böyle bir iktidar kurmaya çalışıyor. Ama senaryoyu yazarken babaanne karakterine de bir öcü gibi yaklaşmaktan mümkün olduğunca kaçındım.
Kabahat ilk uzun kurmaca filminiz. Bundan önce çok sayıda belgesele imza attınız. Senaryo yazım sürecinden, filmin ortaya çıkış motivasyonundan ve profesyonel olmayan oyuncularla çalışma sürecinizden biraz bahseder misiniz? Kabahat’in bilhassa oyunculuklar konusunda çok başarılı bir film olduğunu düşünüyoruz. Bu başarıyı neye borçlusunuz?
Uzun yıllar hem televizyon muhabirliği hem de editörlük yaptım. Daha sonra, 2013’te aktif olarak gazetecilik yapmayı bıraktım. 2015 yılında da belgesel çekmeye başladık. İlk belgesel filmimiz Ara Güler ile ilgiliydi: İstanbul’un Gözü (2016). Daha sonra Sevan Bıçakcı ile ilgili bir belgesel çektik, sonra Kadın Olmanın Günahı (2018) ve en son Kapıyı Açık Bırak’ı (2021) çektik. Hem Türkiye’de hem de uluslararası düzeyde ödüller aldık. Bu beni de teşvik etti. Daha sonra ilk kurmaca senaryomu yazdım. İsmi Son Celse’ydi. Antalya Altın Portakal’da, Ankara Film Festivali’nde, Boğaziçi Film Festivali’nde pitching alanında finalist oldu. Bir kadın hikâyesiydi yine. Adliye sarayında geçen 8 saatlik bir hikâyeydi. Kadın cinayetleriyle ilgiliydi. Çok iştahla yazdığım bir projeydi ama maalesef onu çekmedim; bir kenara bıraktım. Daha sonra Kabahat’i yazmaya başladım. Biraz kendi hayatımdan, kendi çocukluğumdan da esinlenmeler var. Filmi de büyük oranda kendi büyüdüğüm köy evinde çektik. Kendi akrabalarım da filmin içine girdi. Benim oyunculuğa bakışımda asıl önemli olan şey uygunluk. Ünlü olması, profesyonel olması beni çok fazla ilgilendirmiyor. Role uygun olması benim için yeterli. Mina’yı görünce, “Tamam, Reyhan’ı buldum!” dedim. Daha sonra Ece’yi evinde ziyaret ettik. Davranışlarından ve konuşmasından inanılmaz bir enerji aldım. Bana o kadar çok o karakteri yansıttı ki… Sonra onlara senaryoyu gönderdim. İstedim ki onlar da okusunlar, benimsesinler. Daha sonra sohbet de ettik karakterler üzerine. Eray Yasin Işık oyuncu koçumuzdu. Sağolsun filmin hem senaryo hem de prodüksiyon aşamasında benimle birlikte oldu. Mina’ya ve Ece’ye müthiş katkısı oldu. Özetle, benim için uygunluk önemliydi. Şöhretli olmasına veya olmamasına takılmadım. Hatta bazen de o doğallığı yakalamak için şöhretten kaçmak lazım.
Çok doğaldı gerçekten, bilhassa Şükran ve Reyhan arasındaki o uyum. Şükran köyde çok sıkışmış; Reyhan onun için şehre açılan pencere gibi. Reyhan için de Şükran köydeki tek dayanak. İkisi de bir oksijen deliği bulmuş gibi sarılıyorlar birbirlerine.
Ece Demirtürk: Onu geçirebildiysek ne mutlu. ☺
Paylaşmak ister misiniz siz de tecrübelerinizi? Neler söylemek istersiniz?
Ece Demirtürk: Benim için şöyleydi, Eray Abi’nin bize karakteri anlatmasıyla hayal etmeye başladım. Biz okuyoruz yine ama tabii biraz düz bir okuma oluyor bu. Ümran Hoca ve Eray Abi’nin anlatmasıyla, etrafımdan gördüklerimle, akraba çevreme de bakarak yorumladım Şükran’ı. Şükran biraz atik bir karakter, gözü açık… İsmail yeni askere gitmiş, dönünce hemen evleneceklerini düşünüyor. Köydeki işleyişe hâkim. Biliyor ki bir şey olsa öbür taraftan hemen duyulur. O yüzden köyde yaşamayan Reyhan’la paylaşabiliyor sadece. Onu yakın buluyor kendine. Kimseye söylemeyeceğine inanıyor. Bunları düşünerek oynadım hep. Çok eğlendiğimiz anlar da oldu. Bowling sahnesi mesela… Orada doğaçlama yaptık.
Ümran Safter: Reyhan’ın Şükran’a bowling öğretirken yaptıkları şakalaşmalar senaryoda yoktu. Ama o kadar doğal ve tatlılardı ki… Mina’nın top seçerken “Karpuz mu seçiyorsun?” demesi, Şükran’ın bowling ayakkabısına “Hımm güzelmiş!” demesi… Ben de doğaçlama yapmalarına müsaade ettim. Benim nazarımda müthiş bir uyum yakaladılar. Mesela gelinlikçinin önündeki o şarkıyı da Ece ile Mina buldu. O açıdan kendimi şanslı hissettim. Doğaçlama kolay bir şey değil çünkü. Senaryoda yazanı bire bir uygulamak aslında çok daha kolay ama doğaçlama biraz daha zor. Çiğ durabilirdi, uymayabilirdi. Ama o konuda çok başarılılardı.
Mina sen neler söylemek istersin Reyhan’la ilgili?
Mina Demirtaş: Reyhan kendi içinde yaşadığı endişeyi kardeşine yansıtmıyor. Hayatına normalmiş gibi devam ediyor. Ama bir yandan da çözüm yolu arıyor. İçten içe bayağı endişeli.
Sen de gerçekte böyle bir karakter misin? Mesela Reyhan sorguluyor, birçok şeyi kolay kolay kabul etmiyor. Ama çok vurucu kırıcı bir isyankârlığı da yok. Karşısındakini gayet akılcı bir şekilde sorguluyor, mantıklı gerekçeler sunuyor.
Mina Demirtaş: Ben belki bir tık daha isyankâr olabilirim (gülüyor). Reyhan aslında o kadar baskıya yine iyi dayanıyor bence.
En çok eğlendiğin sahne hangisiydi?
Mina Demirtaş: Köydeki sahneler mükemmeldi. Özellikle otların içine yattığımız sahneler ve yağmur sahnesi çok eğlenceliydi.
En çok tekrar aldığınız sahne?
Ümran Safter: Çok açık yüreklilikle söylüyorum ki Mina ve Ece’nin sahnelerinde hiç zorlanmadım. Son derece disiplinlilerdi, sete hep vaktinde hazırlanarak geldiler. Kendi kıyafetlerinin devamlılıklarını tuttular. Neredeyse hiç tekrara gerek kalmadı, aktı gitti sahneler. Diğer oyuncularımız Işıl Acaray ve Berivan Edebali ile de çalışmak son derece rahattı.
Reyhan’ın babaannesine nihayet içindekileri dökmesinin ardından yağmur yağması seyirciye bir nevi rahatlama hissi yaşatıyor. Bunu bir katarsis olarak düşünebilir miyiz? Bu noktadan sonra Reyhan, sizce aile bireylerine kendini kabul ettirebilmiş midir?
En azından içini döktü. Çünkü film boyunca çok dolmuştu. Ama şunu da gözardı etmemek lazım. Reyhan çok tutarlı ve son derece saygılı bir karakter. Babaannesiyle çatışırken bile üslubunu bozmuyor. Ben de öyle olsun istedim. Tutarlı olsun, savrulmasın istedim. Yağmur sahnesinde de çok şanslıydık. Sahnenin bir bölümündeki yağmur hakikaten doğal yağmurdu. Ve evet metaforik bir anlamı var. Benim açımdan biraz arınmayla alakalı bir metafordu.
Bir sonraki projeniz hakkında neler söyleyebilirsiniz? Planlarınız arasında yeni kurmaca film çekmek var mı?
Üzerinde çalıştığım senaryolar var. Tekrar Mina ve Ece’yi de katabileceğim bir şey olsun istiyorum. Çoğu zaman düşünüyorum, yazıyorum. Yüzde yüz içime sinmiş değil henüz ama üzerinde çalışıyorum. Yine böyle doğal, yaşamın içinden, yalın bir hikâye yazmaya çalışıyorum. Bunun maddi koşullarını oluşturabilmek de önemli tabii. Gerçi biz bu yapımda hikâyeyi de desteklemesi açısından minimal bir yapımı tercih ettik, öyle çektik. Ama bu bir tercihti. Öyle olsun istedik. İkinci filmimi de böyle yapmak isterim.
Öyleyse biz de “Kabahat’in yönetmeni yeni bir film çekmiş” diyerek heyecanla izlemek isteriz. ☺
Çok teşekkür ederiz.
Biz teşekkür ederiz.
Hilal Önal
Nazlı Esen Albayrak