Hayat, son nefese dek verilen amansız bir mücadele. Üstelik hayatta kalma içgüdüsüyle kendiliğinden beslenen bir güç. Ancak bu doğal savaşın içinde gelişen onlarca başka savaş, cephe hacmini genişletiyor ve insanı, kendi iradesinin dışındaki sayısız etmenin piyonu hâline getiriyor. Bütününe baktığımızda böylesi acımasız bir mücadele, yalnız hayatta kalmak için mi veriliyor peki? Sam Mendes yönetmenliğindeki 1917 (2019), I. Dünya Savaşı’nın tam ortasındaki binlerce mücadeleden çarpıcı bir örnekle hayatta kalma nedenlerine farklı pencerelerden yaklaşır. Tek plan çekim tekniğiyle iki parçadan oluşan film, bu ikiliği bir metafor olarak kullanır: aynı savaşın koynunda iki arkadaş, iki sıcak cephe, savaş yolunda iki ayrı ülkü.
Kurgudan kısaca bahsedecek olursak film, I. Dünya Savaşı’nda İngiliz ordusuna mensup iki kıdemsiz onbaşı Schofield ve Blake’in yolculuğu üzerine kuruludur. İki asker, düşman bölgesinden geçen tehlikeli bir yolu aşarak bir başka İngiliz cephesine, savaşın kaderini değiştirebilecek bir iletiyi ulaştırmakla görevlendirilir. Yolculuk sırasında insaniyet ve vatandaşlık bilinçleri, birbiriyle çatışan durumlar içinde karşılarına çıkar. Askerlerin esas imtihanı da bu noktada başlar; zira mücadele etmeleri gereken fiziksel zorluklar, beraberinde daha büyük psikolojik etkileri olan kararları getirir. Savaş koşullarının zorluğu, hayatta kalma çabasını içgüdüsel bir zemine yerleştirirken etik anlamda sorgulanması gereken başlıklar, Schofield ve Blake’i her şeyden çok öldüren birer kurşuna dönecektir. Ancak yanıtlanması gereken bir soru, tüm yolculuk boyunca her ikisinin aklını kurcalar: Ne için savaşmaktadırlar? Ve sonucunda elde edecekleri şey, bireysel düzeyde bir etkiye mi sahiptir yoksa millete mâl olabilecek büyüklükte midir?
Önümüzdeki Engel Adlar
Öncelikle meselenin iki farklı boyutuna eğilmek gerekir: Biyolojik temelde insanın hayvanî yönünü gözeteceksek en başta sorduğumuz sorunun yanıtı evet olmalı; bireyin nefes alması, beslenmesi, güven ortamını ve iyi ruh hâlini sağlaması, hayatta kalmaya çalışmanın yatağını oluşturan birincil unsurlar. Fakat sosyal gelişmişliğiyle diğer canlılardan ayrılan insan için, yine sosyal alana hitap eden ikincil unsurlar, zamanla hayvanî temellerin önüne geçer ve böylece insanı toplum içinde tanımlayan birer sıfat hâline gelir. Bir başka deyişle, birer önad.
Bahsini ettiğimiz bu önadlar, özde yer alan ve esas kimliği, mizacı oluşturan adları kendine öylesine bağlar ki adlar, artık başlarındaki nitelendiriciler olmadan bir anlam ifade etmez. Ve zamanla adlarla sıfatlar arasında benlik uğruna bir savaş başlar. Şayet bu savaşı adlar kazanırsa benlik, özerk varlığını ilan edebilir. Kimse tarafından kabul görmeden, takdir edilmeden, kutlanmadan da var olabilir. Her şey birey etrafında, birey için ve bireye göre anlam kazanır bu kez. Bir bakıma kişi, bu satranç mücadelesinin şahı konumuna gelir. Fakat buna karşılık sıfatların galebe çaldığı vakit; ne kadar diri olursa olsun, nefes alırsa alsın, yaşarsa yaşasın, bireyin ölümü gerçekleşmiştir. Zira birey, ancak sıfatları sayesinde var olur. Dolayısıyla Kant’ın deyimiyle var olmak, bir başka otorite tarafından algılanmayı ve kabul görmeyi gerektirir.
Beni Görmesen de Varım
Schofield ve Blake’in yolculuk sırasındaki konuşmaları da nitekim bu iki farklı benliği örneklendiren niteliktedir. Blake, Schofield’a kazandığı rütbe nişanını niçin takmadığını sorar. Schofield da onu bir şişe şarap karşılığında takas ettiğini söyler. Blake bu duruma şaşırır, zira savaş yıllarında kazanması zor bir nişandır söz konusu olan. Fakat Schofield için bir önemi yoktur. Sonuçta omuzlarına takacakları nişan, süngünün ucundaki yaşam savaşında ne onları korumaya yetecektir ne de düşman askerinin gözünde bir anlam ifade edecektir. Bu görüş, Schofield’ın askerlik hiyerarşisinde herhangi bir önada bağımlı kılmadan tek başına var olabildiğini, yani önadın ötesine geçebildiğini, özerk bir benlik kurmayı başardığını gösterir. Blake ise arkadaşının bu görüşünden çok etkilenir ve zafer kavramını yeniden sorgulamaya başlar.
Tarih içerikli bir yapım olan 1917, bu sorgu sürecine en uygun bağlam olarak savaş dünyasına kurulmayı tercih eder. Böylelikle hayatta kalma mücadelesini hem toplumsal hem de bireysel cepheden inceleme olanağı sunar. Buradan hareketle cephe, iki türlü işlev gören bir bağlamdır; çünkü her cephenin iki “taraf”ı vardır en nihayetinde. 1917, dünya savaşı çerçevesinde karşı tarafa Alman askerlerini yerleştirirken esas kutuplaşma, bireysel düzeydeki cephe algısındadır. Bu algıya göre birey, bir başka otorite olan “öteki” tarafından algılandığı takdirde var olduğu toplumsal bir cephede yaşar. Bununla beraber tamamen özerk yargı ve değerlerinden oluşan benliğinin bireysel cephesi, toplumsal cephenin karşısında çoğunlukla geride tutulan taraftır. Schofield, kendine bunun tam aksi bir benlik kurmayı başarabilmişken Blake, hâlâ “öteki”nin cephesini gözetmektedir. Onun yolculuğu, kendisi için bir adım atmaktansa ötekinin gözünde bir değer oluşturabilmek için verilen bir çabadır bir bakıma. Büyük çaplı kitleleri harekete geçiren de bizzat bu ideolojidir. Kahramanlık duygusuyla beslenir ve bireyden talep ettiği mücadelenin karşılığında ona toplum içinde bir rütbe, saygınlık, takdir vaat eder.
“Öteki” Türlü bir Varlık
Toplumda kabul görmeyi kendine amaç edinen birey, bunun nişanesi için her türlü savaşı göze alabilecek hâle gelir. “Öteki”nin değer yargılarını ve algısını diğer her şeyin önüne koyan bu görüş, bireyi önceleyen fenomenolojinin verdiği savaşta karşı cepheyi teşkil eder. Savaş kavramının kişisel sorgulama silsilesinden geçmesine izin vermez. Kendi ilkelerini kanun kabul eder ve savaştaki tüm doğrultuları bunun üzerine inşa eder. Bu doğrultuda gittiği takdirde toplumsal cephede kendi zaferini kazanacağını düşünen bireyse egosuna hitap eden sonuç için her şeyi yapmaya hazırdır. Ancak filmin akışı içinde Blake’in, fiziksel boyutta bu görüşe yenik düştüğü görülür.
Fenomenoloji temelindeki kavramsal boyutta ise mücadeleyi sonuna kadar sürdürerek savaş yolculuğunun sonuna ulaşmayı başaran Schofield, burada uğradığı muameleyle “öteki”nin gözündeki değerlerin nasıl yerle bir edilebileceğini gösterir. Savaş hattı içerisinde sonsuzluk kadar uzayan kısacık yolda, pek çok insanın ömrüne sığmayacak mücadeleler verir. Bu yolda kimi zaman insanlığından vazgeçmek zorunda kalır, kimi zamansa etik değerlerinden. Ancak sona ulaştığında komutanına savaş planındaki büyük değişikliği anlatan notu teslim eder. Yalnızca birkaç saniye içinde namlularının ucundaki kurşun gibi fırlamaya hazır onlarca asker de kendilerini bambaşka bir kadere teslim etmiş olur. Böylesi büyük bir adımın karşılığında Schofield’ın komutanından aldığı karşılıksa savaş ülküsünün vaat ettiği tüm zafer ve kahramanlık kurgularını bir nefeste yıkar: “Notu ilettin, hâlâ ne dikiliyorsun asker? Yıkıl git karşımdan!”
Bu Savaş ne İçin?
İki saat boyunca izleyiciyi diken üstünde tutan tüm bu mücadele, ölümle kol kola giden bir savaş yolu, bu uğurda feda edilmek üzere bırakılmış bir hayat, bu sözler üzerine yıkılır gider komutanın karşısında(n). Savaş bağlamında Almanlara karşı verilen mücadele ile bireyin hem kendi psikolojik iç dinamiği hem de toplumsal görüşler içinde verdiği mücadele, iki ayrı cepheye konuşlandırılmıştır burada. Esas çatışma, asıl savaş, en sıcak hâliyle burada tütmektedir. “Anlam” ve “değer”, “ben” ve “öteki”nin dimağında iki bambaşka kavramdır artık. Nitekim bireyin kendi algı dünyasında kazandığı zafer, kitleleri içine alan bir ülküyle boy ölçüşemeyecek kadar küçük ve önemsizdir.
Savaş bağlamlı filmler, bireyi mikro ve makro düzeydeki farklı konumlarıyla görüp toplumla ilgili değerlendirmeler yapabilmemiz için etkili birer portre. Dolayısıyla dev kitleleri bünyesine katıp kendi ülküleri için gözünü kırpmadan kullanabilen ideolojilerin incelenmesinde bu iki düzeyi de ayrı perspektiflerden yorumlamak, bizi esas iletiye daha kolay ulaştıracaktır.
Sonuçta yanılmamıştır Schofield; canı pahasına elde ettiği, kanı üzerinde henüz kurumamış rütbe, bir şişe şaraptan ibaret değil midir zaten?