“…şiir öyle bir bahçedir ki siz orda geçirdiğiniz süre boyunca mutlaka sizden bir şey düşürürsünüz.
Sonra o şeyinizi ararsınız, ha, orda düşürdüm deyip o bahçeye tekrar gidersiniz,
orda kaldığınız sürede başka bir şey düşürürsünüz ve devamlı olarak
o bahçeye girer çıkarsınız. Şiir böyle bir şeydir.”
İsmet Özel
The Message (1976), The Ten Commandments (1956), Ben Hur (1959), Jesus de Montreal (1989), Kundun (1997), Little Buddha (1993), Dune (1984), Raiders of the Lost Ark (1981), Gizli Yüz (1991), Solyaris (1972)… hepsi çok keyif aldığım ve defalarca izlediğim filmler. Dini değil belki ama metafizik ve mistik konulara özel bir ilgim var. Mecid Mecidi’nin filmine de merak ve heyecanla gittim, fakat görünen o ki Muhammad: The Messenger of God (2015), tekrar tekrar dönüş yapacağım, kaybettiğim bir şeyi içinde yeniden arayacağım bir film olmayacak. Benim ‘eleştirim’, gerçekte burada bitiyor. Yani, gerisi kanıtlar ve ifadeler. Niçin bu film bir şiir bahçesine benzemiyor?
Türkiye’den birçok sinema yazarının düşünceleri, filmin gösterime girmesinden kısa bir süre sonra belirginleşti. Film birçok açıdan (müzik, görüntü yönetimi, mizansen, dramaturji) epik filmlerin Hollywood yorumlarına benziyor. Kabaca tasnif edecek olursak, bir grup, “Mecidi filmde kendi sineması ve ruhuyla yok ama Hz. Muhammed filmi yine de kabul edilebilir ölçüde iyi.” diyor; diğer bir grup ise filmin Hollywood estetiğine fazla yaklaştığı fikrine katılıyor ama buna daha az hoşgörü gösteriyor ve ekliyor: “Yine de insanın kalbine seslenen birkaç sahne ve diyalog var.” Sanırım ben ikinci grubun biraz daha kötümser bir üyesiyim.
Bana kalırsa Mecid Mecidi, bir üçlemenin ilk filmi olarak tasarlanan Muhammad: The Messenger of God filminde, hem büyük prodüksiyon hem de tüm İslam dünyasının baskısı ve sorumluluğu altında ezilmiş. Filmi onun çektiğini, Hz. Muhammed’in ışığa uzanan eliyle ya da annesi ve sütannesi ile olan ilişkisindeki yoğunluk ve duyarlılıkla yer yer hissediyoruz elbette. Fakat film, bana göre büyük ölçüde, hakem değerlendirmesinden geçmek üzere yazılmış bir makaleye benziyor. Giriş. Yöntem. Kuramsal çerçeve. Bulgular. Tartışma. Sonuç. Kaynakça… Öyle ki son jeneriği bekleyenler Kaynakça’yı gerçekten görebilirler.
Gerçek hayatta olsa, tek bir mucize bile dilimizin tutulmasına neden olabilirdi ama konu sinema olunca bambaşka bir evrendeyiz. Sayıca çok olmalarından ve tahmin edilebilir anlarda gelmelerinden dolayı, filmde – Mecidi’nin isteyeceği son şeylerden biri bu olmalı – mucizeler dahi sıkıcılaşabiliyor. Bence sinemada, hikâye edilen mucizelerin büyüklüğü değil, yönetmenin, onları seyircinin algısına nasıl taşıdığı önemli, hatta daha önemlisi, mucizenin bizzat film diliyle yaratılıp yaratılamadığı. Yine Mecid Mecidi tarafından yönetilen The Color of Paradise (1999) filmi – orijinal adı Rang-e Khoda’dır ve ‘Tanrı’nın Rengi’ ya da ‘Allah’ın Rengi’ anlamına gelir – bu açıdan iyi bir örnekti mesela.
The Color of Paradise, (yine) Muhammed isimli kör bir çocuğun Allah’ın yüceliği ve şefkatini hissedişini anlatıyordu. Filmde, sevilmediği için kör yaratıldığını ve bu yüzden Allah’ı göremeyeceğini düşünen Muhammed’e, öğretmeni şöyle diyordu: “Allah görünmezdir. O her yerdedir. O’nu hissedebilirsin. O’nu parmağının uçlarını kullanarak görebilirsin.” Buna karşılık Muhammed, Allah’ı bulana kadar, elleriyle her yere dokunacağını söylemişti. Böylece başak, tahta, kum… dünyadaki her şey, alfabe gibi okunan, bir metne dönüşüyordu onun için. Bu filmde, Muhammed’in dünyaya dokunarak Allah’a ulaştığını kim inkâr edebilirdi? Sinemanın gerçekleştirebileceği daha büyük bir mucize yoktur herhâlde: ‘İnandırmak.’ Muhammad: The Messenger of God filminin yapamadığı asıl bu bence.
Oğuzhan Ersümer