Christopher Nolan’ın son filmi, tarihte önemli bir figür olan J. Robert Oppenheimer’ın hayatına odaklanıyor. Film, Oppenheimer’ın iç dünyasını ve etik çatışmaları yansıtmayı amaçlayan biyografik bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Filmin açılış sahnesinde, Oppenheimer’ın hocasını zehirleme girişiminde bulunması ve sonrasında içsel çatışma yaşaması, filmin ana temasını önceden vurgulayan etkileyici bir örnek olarak sunuluyor. Ancak filmdeki anlatım tercihleri ve bazı eksiklikler, bu güçlü temanın tam olarak keşfedilmesini engelliyor.
Oppenheimer (2023), teknik açıdan oldukça iddialı ve büyük bir prodüksiyona sahip bir film. Yakın planlar ve siyah-beyaz sahneler dahil olmak üzere tamamı IMAX kamerasıyla çekilmiştir. Trinity testi sahnesi dâhil hiçbir sahnede CGI efektine başvurulmamıştır. Bu özellikler, filmin sunumunda en çok öne çıkan noktalar arasında bulunuyor. Filmin anlatımında zaman sıçramaları ve sürpriz sonlar gibi Nolan’ın tipik anlatım tarzına rastlıyoruz, bu da filmi Nolan hayranları için çekici kılabilir. Ancak bu yaklaşım, karakterin iç dünyasına daha fazla odaklanma fırsatını kısıtlıyor. Özellikle filmin ikinci yarısındaki sorgulama sahneleri film içinde birden fazla film çıkabilecek kadar zengin bir içeriğe sahip. Christopher Nolan’ın “daha küçük bir şekilde yapılamazdı” dediği son filmi, Pulitzer ödüllü American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer (2005) isimli kitabın bir uyarlanmasıdır.
Filmin dikkat çeken özelliklerinden biri, Hiroşima ve Nagasaki’nin doğrudan gösterilmemesi ve onun yerine metaforların tercih edilmesidir. Özellikle, Oppenheimer’ın zafer konuşması yaptığı sırada gördüğü halüsinasyonlar, sebep olduğu trajediye dair duygu durumunu başarılı bir şekilde aktarıyor.
Filmde, iktidar ilişkilerine odaklanan sahneler önemli bir yer tutuyor. Oppenheimer’ın Truman ile yaptığı görüşme ve bu görüşmedeki ifadeler, iktidarın insanları nasıl kullanabileceği ve ihtiyacı kalmadığında nasıl terk edebileceği konusunda düşündürücü bir örnek olarak sunuluyor. Bu tür sahneler, hükümetlerin veya büyük güçlerin insanlara nasıl yaklaştığına dair izleyicinin derinlemesine düşünmesini sağlayabilir. Strauss’un sorgulama sırasında Oppenheimer için söylediği “O dönem savaş kahramanıydı, zamanla bu değişebilir.” ifadesine de parantez açmak isterim. “Savaş kahramanı” olarak nitelendirilen Oppenheimer, o dönemde iktidarın değer verdiği ve önemsediği nitelikleri yansıtıyor. Ancak, “zamanla bu değişebilir” ifadesi, iktidar ilişkilerinin sübjektif ve değişken olduğunu işaret ediyor.
Oppenheimer, her açıdan beyazperde için ilgi çekici bir karakter. Yahudi bir fizikçi olarak II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin tehdidi altında geliştirilen atom bombasının lideri olarak ön plana çıkıyor. “Bilimsel başarısıyla” yüzbinlerce insanın ölümüne sebep oluyor. Savaş kahramanı ilan edilmesinin ardından komünist sempatizan olmakla suçlanarak soruşturmaya tabi tutuluyor. Ancak filmdeki anlatım tarzı hızlı ve karmaşık bir tempoda ilerleyerek filmin vaat ettiği etik çatışmaları tam olarak ele alamıyor. Dahası, Hitler’in ölümünün ardından Amerika’nın Japonya’ya atom bombasını atmasının ardındaki motivasyonunu göstermekte de eksik kalıyor. Bu noktada, tarihsel bağlamı tam olarak yansıtamıyor.
Atom bombası konusu insani yönden tartışmalı olduğundan filmi izlerken Japonya için tetikleyici olabileceği ve nasıl karşılanabileceğini sorguladım. Hatırlamak gerekir ki Oppenheimer, Japonya’da henüz gösterime girmedi ve ne zaman vizyona gireceğine ilişkin bilgi paylaşılmadı. Film, yalnızca Amerika’nın deneyimlerine odaklanıyor ve uluslararası perspektifleri ihmal ediyor, bu da Oppenheimer’ın hikâyesinin küresel etkilerini göz ardı etmesine neden oluyor.