Geçtiğimiz ay düzenlediğimiz LGBT temalı kısa film etkinliğimizin ardından bu temayı özel dosyalarımıza taşıyarak ikinci bir adım atmak istedik. Nitekim sinema tarihindeki eşcinsel ve transseksüel karakterleri anımsamak adına son dönemin en çok beğenilen yapımlarından La vie d’Adele gibi ikinci bir neden daha vardı önümüzde. LGBT odaklı filmleriyle öne çıkan Pedro Almodovar, Gus Van Sant, Rainer Werner Fassbinder, Ferzan Özpetek ve Xavier Dolan gibi yönetmenlerin filmleri başucu kaynağımız oldu haliyle.
Her zamanki gibi her yönetmenin filmografisinden yalnızca bir filmi dosyaya dahil ettiğimiz çalışmanın LGBT temasının dikkate değer örneklerini bir araya getirdiğini umuyor, keyifli okumalar diliyoruz.
*Not: Filmler alfabetik olarak sıralanmıştır.
A Single Man (Tom Ford, 2009)
Toplumsal korkuların duvarları aşılmaz tabular yarattığını ve bu duvarların arasında sıkışan bireylerin hüznünü yansıtan A Single Man, moda dünyasının tanınan ismi Tom Ford tarafından hayata geçirilmiş bir film.
Bir akademisyen olan George, kaybettiği sevgilisi Jim’in acısıyla depresyona girmiştir. Fakat tuttuğu yas, sadece kişisel bir yas değildir, aynı zamanda 1960’ların Los Angeles’ında iki erkeğin birbirine âşık olmasını engelleyen, imkansız kılan bir toplumun da yasıdır. George her sabah aynaya bakar ve “Hadi şu günden kurtul gitsin!” der. Sürekli kendisini teğet geçen aşkı ve onun erişilmezliğini hissettikçe daha da kahrolur.
Tom Ford, moda dünyasında olduğu gibi A Single Man’de de hayli ‘şık’ bir yapıma imza atıyor. Işık, renk skalası, seçilen kostümler, 60’ları yansıtan onca detay, oyunculukların yönetimi… Kısacası her ayrıntı hüzünlü bir şiiri oluşturan nüvelere dönüşüyor. İçinde birçok unutulmaz an barından film, lgbt temasını daha önce eşi benzeri görülmemiş bir özen ve derinlikle yansıtarak saygıyı ve izlenmeyi hak ediyor. (Emrah Öztürk)
Ausente (Absent, Marco Berger, 2011)
Çektiği filmlerle hatırı sayılır bir kitlenin takip ettiği yönetmenler arasında giren Arjantinli Marco Berger, birbirine yakınlaşmaya çalışırken duygular ve korkular arasında bocalayan iki erkeği konu ediniyor bu filminde. Hastalanan öğrencisini kalacak yeri olmadığı için kendi evinde misafir eden bir yüzme hocasının yaşadığı duygusal gerilim filmin kilit noktasını oluşturuyor.
Diğer filmlerinden farklı olarak korku duygusunu öne çıkarmayı tercih eden Berger’in, özellikle kara filmlere öykündüğü gözleniyor. Müzik ve kamera kullanımından faydalanarak sıradan sayılabilecek bir aşk hikayesini, başka bir janrın kalıplarında yapı bozumuna uğratan yönetmenin, karakterlerinin toplumsal normlardan duydukları korkuyu bir korku unsuru olarak kimlikleştirmesi oldukça çarpıcı bir detay. Hatırlanacağı üzere film 2011 yılında Berlin Film Festivali’nde LGBT sineması örneklerine verilen Teddy ödülünü kazanmıştı. (Soner Yıldırım)
Boys Don’t Cry (Kimberly Peirce, 1999)
Kendisini asla bir kız olarak tanımlamayan Teena Brandon, dışlanmaktan kaçar, Falls City’ye gelir, yeni bir arkadaş grubuna girer, âşık olur. Sevgilisi o gruptan John’un hala sevdiği “ex”idir. John sabıkalıdır, sinirlidir. Brandon Teena’nın da aslında Teena Brandon olduğunu öğrenir…
Boys Don’t Cry, ana akım ABD filmlerinin pek azı Amerikan taşrasının haşin ve acımasız yüzünü gözler önüne serer. Onca maskülen kahramanlık hikayesi, canavarlar, robotlar, özel efekt dolu kurgular arasında cinsiyetçi, şiddet yanlısı, ezici ABD kırsalı filmleri, “Dünyaya sürekli yalan söyleyemeyiz” der gibidir. ABD dış politikalarına herkes az çok hakimdir. Fakat bağrının ta içini, oradaki özgürleşme ve varoluş mücadelesini çok görme şansımız yoktur. Tesadüf müdür bilinmez, Charlize Theron, Halle Berry ya da Hillary Swank, hep buna ayna tutan filmlerde canlandırdıkları rollerle akademi ödülünü almışlardır.
Swank ve Oscar daha çok “Million Dollar Baby” ile bilinir ama aldığı ilk akademi ödülü “Boys Don’t Cry” daki Brandon Teena rolüne dair. Gerçek bir hikayeyi, gerçeğine olabildiğince sadık kalarak anlatan film, bir ‘bağımsız film’ olarak anılmakla birlikte başrollerinde Hillary Swan’ın yanı sıra Chloe Sevigny gibi popüler oyuncuların da olduğu, Oscar yarışında “En iyi kadın oyuncu” klasmanında yer almış bir yapıt. (Büte Kıraşı)
Brokeback Mountain (Ang Lee, 2005)
1963 yazında iki kovboy çobanlık yapmak için dağa çıkar. Kovboyların dostluklarının başlangıcı gergin ve tatsız olsa da zamanla aralarında ummadıkları bir aşk başlar ve on yıllara yayılır…
Çin sinemasının önde gelen isimlerinden Ang Lee’nin yönettiği Brokeback Mountain, gösterime girdiğinde dikkatleri üzerine çekmişti. Bunun sebebi büyük bütçeli cesur bir lgbt filmi olması değildi sadece şüphesiz. Ang Lee’nin konuyu tıpkı bir vakitler Denis Hooper’ın Easy Rider’da ele aldığı gibi Amerikan kırsalındaki ötekileşme, tabu dışına taşma temalarını andıran bir stille öyküyü işlemesi de filmin gördüğü ilgiyi besleyen bir faktördü. Öte yandan sinemanın ilk keşfedildiği günden beri Amerikan ve dünya kamuoyunda mitleşen ‘kovboy’ imgesinin bir eşcinsel olmasını da dikkate almak gerek. Malum, ‘kovboy’ figürü ataerkil bir düşüncenin, güçlü ve yenilmez erkeğin göstergelerinden biri olarak kabul edilirken Brokeback Mountain, bu kalıbı ters yüz ederek iki kovboyun birbirine aşık olması ekseninde işliyor öyküsünü.
Güzel bir aşk yaşandıktan sonra kovboyların kendi yollarına gitmesi, heteroseksüel bir kimlikle kendi hayatlarını kurması ve sürekli birbirlerine erişememenin, toplumun çizdiği keskin sınırları aşamamanın acısını tadıyorlar. Merhum Heath Ledger’ın, Joker rolüyle birlikte en iyi performansını sergilediği ve elbette Jake Gyllenhaal’ın da altta kalmadan ona eşlik ettiği film, gerek yapıbozucu hikayesiyle, gerekse Ang Lee’nin yönetmenlikteki stil sahibi maharetiyle 2005 senesinin kalbur üstü filmlerinden olmuştu. (Emrah Öztürk)
Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (Atıf Yılmaz, 1993)
Başrollerinde o dönemin belki de en yetenekli iki gencini barındıran film bizim hatırladığımızdan ya da hatırlamak istediğimizden başka, karamsar ve kirli bir 90’lar atmosferi barındırır. Hayat kadınlarının, transseksüellerin ve daha nicesinin kol gezindiği Beyoğlu’nun arka sokaklarında geçen filmde, birbirine hem çok benzeyen hem de hiç benzemeyen dört insanın tesadüfler sonucunda bir araya gelişleri ve mutsuzluklarla örülen yaşamlarına tutunma çabaları anlatılır.
Atıf Yılmaz’ın son yapımları arasında olan Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’ın senaristliğini Yıldırım Türker, sanat yönetmenliğini ise Mete Özgencil üstlenmiştir. Yönetmenin duyarlı bakışının, hüznü başka bir dünyada yorumlayan bu iki sanatçıyla bir araya gelişi gerçekten görülmeye değerdir. Melek rolünde izlediğimiz Deniz Türkali’nin müthiş performansı da en az filmin kendisi kadar gerçekçi, cesur ve değerlidir. Yeraltı edebiyatına mensup, kıyıda kalmış karanlık bir aşk şiiri gibidir bu film. (Soner Yıldırım)
Kinsey (Bill Condon, 2004)
ABD’li biyoloji profesörü Alfred Kinsey’in cinsellik üzerine yaptığı çalışmalar süresince elde ettiği başarılar ve karşılaştığı zorluklar konu edinilir. Flasbackler eşliğinde ilerleyen filmde, Profesör Kinsey’in muhafazakar babası ile çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki ilişkisi ve bu ilişkinin Kinsey’in karakteri ve seçimleri üzerindeki etkileri anlatılır. Bir iktidar ilişkisi olarak ahlak bekçiliğine soyunan baba figürü, toplumun cinselliğe dair ikiyüzlü bakış açısını simgeler.
Erkeklere karşı cinsel dürtüler beslediği gençlik yıllarında ortaya çıksa da kendini dizginleyen Kinsey mutlu bir evlilik yapar ve üç çocuğu olur. Ancak bir gece erkek öğrencisi ile yaşadıkları kendine dahi itiraf edemediği gerçeği ortaya çıkartır. Kinsey bu durumu bilim ile doğrulamaya çalışsa da filmin genelinde, cinselliğin yalnızca bilim ile açıklanamayacak katman ve derinlikte olduğuna ve duyguları göz ardı etmememiz gerektiğine dair dipten bir düşünce akar. Cinselliğimizin doğamızdan kaynaklandığını ve bize ait olduğunu hissetsek de cinselliğin, toplumsal kurallar ağı ile sürekli yeniden kurulduğu ve denetim altında tutulduğu fikrine öne çıkaran Kinsey’in savunduğu bu fikirler, o dönem için oldukça radikal ve cinsel devrim için ilham vericidir. (Dilek Türker)
Kiss of the Spider Woman (Hector Babenco,1985)
1985 yılında Brezilyalı yönetmen Hector Babenco tarafından çekilmiş olan bu film, Arjantin’in önemli yazarlarından Manuel Puig’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır.
Hem yetmişli yıllarda Güney Amerika’da yaşanan faşizme dair, hem de faşizm kavramının bildiğimiz ve zaman zaman da fark edemediğimiz tüm çehrelerine dair çarpıcı bir hikâye anlatan Kiss of the Spider Woman‘de kahramanlarımız, sekiz on metrekarelik bir hapishane hücresinde birlikte olmak ve birbirlerini tanımak zorunda kalan Marksist devrimci Valentin ile eşcinsel Molina’dır.
Molina’nın masallar anlatan bir kraliçeye benzemesi, Valentin’in eşitlikten yana bir devrimci olmasına rağmen ona karşı beslediği önyargı, Molina’nın tüm kalbiye Valentin’in yanında durarak ona tüm beter anlarda destek çıkması ve giderek Valentin’in önyargılarının yerle bir oluşuyla aralarında tanımlanması zor bir bağ kurulması müthiş bir dokunaklılığa sahiptir.
Aşkı, dostluğu, yol arkadaşlığını, hürriyete duyulan özlemi bir de Valentin ve Molina’nın gözünden görmek, muhakkâk ki bir zenginleşme biçimidir. (Tuğçe Kıltaç Güleç)
La mala educacion (Bad Education, Pedro Almodovar, 2004)
Filmlerinde eşcinsel ve transseksüel karakterlere sıkça yer veren Almodovar’ın filmografisinde hüzünlü ve karanlık tonuyla ayrışan La Mala Educacion, disiplinli bir din okulunda eğitim görürken cinselliği ve aşkı keşfeden iki erkek çocuğunun yıllar sonra bir araya gelmesiyle yapar açılışını. Sonrasında flashback’ler ve ara hikayeler aracılığıyla karmaşık bir yapıya bürünen film kendini ifşa ettikçe izleyiciyi şaşırtıcı bir dramatik yapıyla karşılaştırır.
Hikayesinin dinamiklerini ve suçlu masum rollerini devamlı olarak değiştiren yönetmen bu komplike kurguyu her nasılsa takip etmesi ve anlaması son derece kolay bir şekilde sunuyor. Yer yer izleyiciyi ikna etmesi güç dolambaçlardan dönen filmi düzlüğü çıkaran, mutlu sona bağlanmasını beklediğimiz her kırılma anının hayal kırıklığıyla son bulmasıyla mümkün oluyor. Filmin ulaştığı sahicilik duygusunun sırrı da yine bu hayal kırıklıklarında yatıyor. (Soner Yıldırım)
La vie d’Adele (Blue is the Warmest Colour, Abdellatif Kechiche, 2013)
Bu yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alan ilk eşcinsel temalı film olarak tarihe geçen ve içerdiği yoğun seks sahneleri nedeniyle oldukça tartışılan La vie d’Adele, kuşkusuz hem yakın zamanda, hem de ileride LGBT sineması örnekleri dendiğinde ilk akla gelen filmlerden biri olacaktır.
Lise ikinci sınıf öğrencisi olan Adele’nin cinsel yönelimini keşfedişini ve kendisinden yaşça büyük mavi saçlı Emma ile yaşadığı tutkulu aşkı anlatan film, eşcinsel bir ilişkinin evrelerinin, heteroseksüel bir ilişkiden çok da farklı olmadığını gözler önüne seriyor. 180 dakikalık epik hikaye formatını bir nevi ilişki filmine uygulayan Kechiche, sahnelerin duygusal boyutuna güç katan biçimsel tercihleri ve filmin doğallığına büyük katkı sağlayan gözlemci yeteneğiyle, ne istediğini bilen bir yönetmen olduğunu fazlasıyla hissettiriyor.
Filmin, pornografi suçlamalarıyla karşı karşıya kalan seks sahnelerinin fazlasıyla “hardcore” olduğu ve genç oyuncuları oldukça zorlayıcı nüanslar barındırdığı aşikar, fakat bu sahnelerin duygusal, tutkusal, sansasyonel boyutuyla birlikte filme bir araç değil amaç olarak hizmet etmesi, Kechiche’nin mükemmeliyetçiliğiyle örtüşüyor ve ortaya dramatik, estetik, kışkırtıcı, seksi ve fazlasıyla cesur bir LGBT başyapıtı çıkarıyor. (Halil İbrahim Sağlam)
Le Fate Ignoranti (Cahil Periler, Ferzan Özpetek, 2001)
Yaktım gemilerimi dönüş yok artık geri / Tak etti canıma bu maskeli balo / Bu maskeli balo ve onların sahte yüzleri
Murathan Mungan’ın dizeleri zamansız ve mekansız. Dünya durdukça her toplumda, her dönemde güvenli ve konforlu yaşamını başarıyla sürdürürken ikinci bir hayata sahip evli adamlar olacak. Hatta ilkinde mutlu da olsa bu gizli yaşamında maskesiz, bir nebze daha rahat, belki de daha bir kendisi olacak.
Fakat bu iki paralel evrenin birbirine şahit olma olasılığı ne? Boyutlar arasında geçiş ne kadar sık yaşanır?
Bazen bir tesadüf olur. Le Fate Ignoranti’de olduğu gibi koca ölüverir mesela. “Önce resimleri duvardan kaldırdım” derken, resmin arkasında bir not görür üzgün Antonia, peşine düşer. Bambaşka bir hayatı fark etmekle kalmaz, buna doğru bir yolculuk da yapabilir. Mümkün. Birçok çevre tarafından “tuhaf yaşam formları” gibi yorumlanan insanlar arasındaki sevgiye ve dayanışmaya da şahit olabilir, ölmüş kocasıyla kurduğu düzen kapının ardını gördükten sonra kendisine çok anlamsız gibi görünebilir.
Ferzan Özpetek biraz da kendisini anlatıyor Le Fate Ignoranti’de. Arkadaşlarıyla birlikte sürdürdüğü apartman yaşantısı, bereketli bir masa etrafında keyif dolu sohbetler, vazgeçilmezi Serra Yılmaz, en mahreminden ölüm korkusuna kadar Le Fate Ignoranti’de Ferzan Özpetek’ten fazlasıyla var. Aslolanın korkular ya da kurulu düzenler değil, her daim sevgi olduğu mesajı da. (Büte Kıraşı)
Les Amour Imaginaires (Heartbeats, Xavier Dolan, 2010)
Hayatımıza pek çok insan girer ve çıkar. Bunların arasında öyleleri vardır ki geldiği an zamanı yavaşlatır, bütün koşturmacamızı siler, döner ve ona kilitleniriz. Merak uyandırır, her şeyini bilmek isteriz. Sonra ilgimiz duygulara dönüşür. Yaşadığımız her dakikaya o duygular karışır. Zamanımızın da içine sızar ve suya atılan taşın halkaları gibi içimizde büyümeye başlar. O kadar büyür ki başka kimseye, hiçbir şeye yer kalmaz. Araya girenlereyse tepkimiz sert olur, isterse en yakınımız olsun. Onun ilgisini kimseyle paylaşamayız. Konuştuğu her kelimeyi on katıyla bedenimizde hissederiz. Yaşattıkları bizi delirtmesin diye ya daha çok içeriz sigarayı ya da tırnaklarımızı yeriz.
Sevmenin de ötesinde bir tutkuyla bağlanırız ona. Öyle bir dans eder ki önümüzde, “o ne danstır öyle*”, darmadağın oluruz. Öpüşmek, sevişmek de değildir derdimiz. Çünkü o hayatımızda çok daha büyük bir boşluğu doldurur: Duygusal boşluğu. Ancak ona yüklediğimiz anlam o kadar yoğundur ki bunu kaldıramaz ve her şey tepetaklak olur. Zaten o hiçbir zaman “öyle” demek istememiştir. Çünkü hiçbir zaman “öyle” bir insan olmamıştır. Ve asla “yalnızca bizi” sevmemiştir. Hazmetmemizin güç olduğu zamanları atlattıktan sonra “şimdi ne olacak?” diye beklerken acaba daha mı dikkatliyizdir yoksa yeni hatalara kendimizi hazırlar mıyız sanki her şey hayalden ibaretmişçesine? Bir göz kırpmaya bakar cevabı. (Nil Yüce)
(*Filmin “şimşekli” dans sahnesinde çalan The Knife’ın ‘Pass This On’ şarkısının sözlerinden bir kısım)
Milk (Gus Van Sant, 2008)
Amerika’nın eşcinsel olduğunu saklamadan bir devlet kadrosunda üst düzey yöneticiliğe seçilen ilk politikacısı olan Harvey Milk’in gerçek yaşam öyküsüne dayanan Milk son yılların en başarılı biyografik çalışmalarından biri olarak haklı bir üne sahip.
Eşcinsel yaşamları yok sayan ve baskı altında tutan 70’ler Amerikası’nda haklarını savunmak bir tarafa dile getirmekten yoksun insanların öncülüğünü yapan Harvey Milk’in hukukla ve toplumla verdiği mücadelenin hikayesi, eşcinsel haklarının bugünkü küresel durumu da göz önüne alındığında fazlasıyla kıymetli. Bu bakımdan sinemanın “bir hikaye anlatma” amacının bu filmde, önyargıların kolaycı musallat olduğu farklı yaşam şekillerinin doğru ifade edilebilmesi açısından misyoner bir özellik kazandığını söylemek mümkün.
Gösterime girdiği yıl birçok önemli ödül elde eden film, En İyi Özgün Senaryo dalında yazarı Dustin Lance Black’e, En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde ise Harvey Milk’i canlandıran Sean Penn’e ödül getirmişti. (Soner Yıldırım)
Querelle (Rainer Werner Fassbinder, 1982)
Jean Genet’in romanından uyarlanan Querelle, eşcinsel bir adamın barda başlayan tuhaf ilişkisini anlatır. Fakat yönetmen koltuğunda eğer Rainer Werner Fassbinder oturuyorsa acının, göz yaşının ve sürreal dilin varlığı kaçınılmaz oluyor.
Fassbinder, izleyiciyi gerçeklikten uzaklaştırıp formalist dille tasarladığı mekanlarda sürreal bir atmosfer yaratıyor. Fetişizmin ve tutkunun şiddetle örtüştüğü, aşkın bir yıkım olduğu filmde, eşcinsellik aynı zamanda farklı bir izlek olarak da vücut buluyor. Fassbinder’ın son filmi olan ve kendisi öldükten sonra vizyona giren Querelle, set tasarımlarındaki semboller, neon ışık kullanımları ve fetiş kostümlerle bir zihnin bilinçaltında gezinen ayrıksı bir yapım.
Filmin esas gücü ise merkezindeki ironiden kaynaklanıyor, dogmatik normlara bağlı toplumların gözündeki eşcinsellik kimliğini, eşcinsel bireylerin dünyasını absürdleştirerek bir nevi kara mizah yapıyor. Hikayeyi de Freud’un sözlüğünden ilerletip her neseneyi, her şeyi erkeklerin dünyasındaki cinsel etkileşim fikrine dayandırıyor.
Sanırım Querelle için kült bir film demek abartı olmaz. (Emrah Öztürk)
The Rocky Horror Picture Show (Jim Sherman, 1975)
1975 yılında, Jim Sharman’ın yaptığı tatlılı ekşili, mavrası bol, gezegenlerüstü bir rock müzikali olan bu film, yağmurlu bir gecede yanlış yola sapan ve yardım istemek için en yakındaki şatoya gitmeye mecbur kalan çiftimiz Janet ve Brad’in başına gelenleri anlatıyor. Janet ve Brad, hiç bir aşırılığı olmayan, klâsik, beyaz, mutaasıp bir çifttir. Henüz nişanlanmayan ikili, normal hayatlarını, onlara biçilen toplumsal rollerle geçirmektedirler. Oysa yardım istemek üzere girdikleri şato, Transilvanya Gezegeni’nin harikulâde maestrosu, billur travesti Dr. Frank N Furter’in şatosudur ve tam da o gece kendi icâdı, ev yapımı aşk makinası Rocky Horror’u canlandırıp konuklarına tanıştıracağı gecedir.
Janet ve Brad, bu zamana dek ezber ettikleri her şeyin deforme olacağı o meşum gecede, önce kıyafetlerinden ve sonra giderek tüm ahlaki takıntılarından kurtulacaklardır.
The Rocky Horror Picture Show, tüm sevimliliği ve seksiliğiyle bütün bir normalliğe laf sokuyor gece boyu. Dansları, şarkıları, kostümleri, efsane performansları ve kalın dudaklı bir çuvaldıza benzemesi nedeniyle “Öteki İşler”in baştacı olanları arasında yaklaşık kırk senedir ısrarla sayılıyor ve elbet sayılmaya devam edecek. Ahlaksızca, çok eğlenin! (Tuğçe Kıltaç Güleç)
Tomboy (Celine Sciamma, 2011)
Renklerinin yumuşaklığı ve göz okşayıcılığı ile, hikayesinin naifliği ile, izleyiciye verdiği tuhaf, buruk ve aynı zamanda güzel hiselerle Tomboy bir gökkuşağı filmi.
Yeni bir semte taşınan Mikhael, yeni arkadaşlıklar, yeni çevreler edinmeye başlar. Kendisinden hoşlanan bir kıza karşılık bile verir. Ne var ki Mikhael’in bir sırrı vardır ve hem ailesi, hem de çevresi tarafından keşfedilmemesi için elinden geleni yapar.
Fransız yönetmen Celine Sciamma, altından kalkması zor bir projeyi alnının akıyla tamamlıyor. Film nispeten düşük bir bütçeyle, oyuncularıyla ve sade diliyle oldukça mütevazı. Fakat zorluk da burada yatıyor. Oyuncu kadrosunun çoğuluğunu oluşturan çocukların yönetimi, inandırıcılığı ve dengeli bir seyir izlemesi gerçekten çok zor bir iş ve Sciamma bunu başarmış. Özellikle Mikhael’i canlandıran Zoe Heran’ın yeteneği göz ardı edilecek gibi değil.
Küçük bir çocuğun kimlik ve cinsiyet karmaşasını oldukça gerçekçi bir dille anlatan Tomboy, beylik laflar söylemekten, genel geçer yargılara varmaktan, kıssadan hisse’ci bir tavır sergilemekten itina ile kaçınıyor. Sonuçta da göz dolduran bir cinsel kimlik çatışmasını yalın ve derin bir şekilde görsele taşıyarak takdiri hakediyor. (Emrah Öztürk)
Transamerika (Ducan Tucker, 2005)
Amerika Psikiyatri Birliği, cinsiyet değiştirmek isteyen insanları davranış bozukluğuna sahip ve cinsiyet uyumsuzluğu olan hastalar olarak damgalamaktadır. Öyle ki bir insanın kendini nasıl hissettiği önemsenmeden, resmi olarak cinsiyet değişimi operasyonu ancak bu birliğin onayı ile mümkündür. Bree bu onayı alabilmek için çok mücadele eder ve sonunda resmi olarak ameliyat olmayı “hak eder”. Ancak aynı gün New York hapishanesinden gelen telefonla hayatı hiç beklemediği şekilde değişir. Bree’nin yıllardır varlığından haberdar olmadığı bir oğlu ortaya çıkar. Oğlunun ise babasının artık transeksüel olduğundan haberi yoktur. Bundan böyle bu iki insanın yolları kesişecek ve birbirlerini tanımaya başlamaları ile küçük sırları su yüzüne çıkacaktır.
İnsan hayatta her şeyden önce kendini yaşama cesaretini göstermelidir, ancak bu her zaman o kadar kolay değildir. Kendini yaşama cesareti yolundaki bu süreçte, gündelik hayatın en sıradan alanındaki zorlu mücadeleden, bedelini canınla ödemeye kadar uzanan geniş bir yelpazede sonuçlar doğabilir. İşte bu filmde de bir transseksüelin kadın olma yolunda verdiği mücadele anlatılsa da filmin ana teması, ancak kendini yaşama cesaretini gösteren insanların kendi hikayesinin kahramanı olabileceği ve bunun her şeye değeceğidir.
Cannes, Berlin, Tribeca gibi birçok uluslararası film festivalinden ödülle dönen 2005 yapımı filmin en dikkat çeken yanı, Altın Küre de dahil olmak üzere bir çok yerde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan Felicity Huffman’ın olağanüstü oyunculuğu. Özellikle filmin sonlarına doğru, hep hayal ettiği şeyi başardığında oluşan bir boşluk hissi ile ağlama sahnesi, filmin en gerçekçi ve etkileyici sahnelerinden biri olarak hafızalardan çıkmayacak türden. (Dilek Türker)
Weekend (Andrew Haigh, 2011)
2011 yılında, Andrew Haigh tarafından çekilen Weekend, İngiltere’nin yüz akı olan bağımsız filmlerden. Weekend, Queer Sineması’nın yıllar içinde dönüştüğü biçimin giderek daha verimli ve klişelerden paçayı kurtarmış olduğunun hâlâ taze olan bir delili adeta.
Statik bir şehirde, kendisine biçilen statik bir hayatın içinde olan Russell, bu durumla barışık yaşamaya kendini alıştırmış, heteroseksüel arkadaşlarının yanında bir şekilde var olmaya çalışan ve bu konuda en yakın arkadaşı Jamie’den büyük destek gören bir eşcinseldir. Bir gece, bir barda tanışıp beraber olduğu Glen’in hayatına girmesi, başlarda göründüğü gibi öylesine bir tek gecelik ilişki olarak kalmayacaktır. Hepi topu bir kaç günlük olan bu ilişkide, Glen’le Russell’ın yalnızca birbirlerini tatmin etmelerine, müthiş bir enerjiyle sevişmelerine değil, uzun sohbetlerine, birbirlerini yavaş yavaş tanımalarına, dünyada varlık göstermeye dair düşüncelerine de tanıklık ederiz.
Uzun tek plânlarıyla, tartıştığı meselelerle, kusursuz aktörleriyle kaçırılmayacak cinsten bir film Weekend.
Yalnız hissedişlerin hangi kılıkta, hangi taşın altından çıkacağı muallak. Etrafımız mayın tarlası gibi. Ama insan, illâ da bir mayına çarpacak değil ya! Hem, vaktimiz dar olsa da. (Tuğçe Kıltaç Güleç)
Happy Together – Wong Kar Wai sanki unutulmuş 🙂