Kurgunun sinema sanatına kattığı en büyük değerlerden birisi de, şüphesiz, filmin zaman formunu değiştirme gücüdür. Bir görüntüden diğerine yapılan kesme, bir zaman devamlılığını da beraberinde getirir. Sahne içinde kaç tane kesme yapılırsa yapılsın hepsini aynı zamanın farklı detayları olarak algılandığından sinemanın yapay bir zaman birimini kullandığı açık bir gerçek. Peki ya hikayelerin kurgusu? Günlere, aylara ya da yıllara bölünmeden tek bir birim zaman dilimi (tek bir gece, tek bir gün ya da sadece birkaç saat) içinde geçen filmler, kurgu anlayışını ve hikaye yapısını değiştiren, dolayısıyla da sinemanın sınırlarını zorlayan filmler değil mi? Bu ay Fil’m Hafızası yazı işleri ekibi olarak sizler için tek bir zaman diliminde geçen filmlerden bir çeşni sunmak istedik. Liste hayli kabarıktı, kimi filmleri elemek zorunda kaldık. Kullandığı zaman dilimini belirli bir minvalde anlamlandıran 20 filmlik bir derleme hazırladık sizler için. Buyurun, keyifle okuyun.
Emrah Öztürk
* Not: Filmler alfabetik sıraya göre dizilmiştir.
25th Hour (Spike Lee, 2002)
Tüm hayatını kurtarabileceği sihirli bir 25. saate ihtiyacı vardır Monty’nin. Çünkü 24 saatini suçluluk, ihanet ve vicdan azabıyla geçirmiştir. Babasının önerdiği 25. saat gerçekten kendisini bu yaşamdan çekip çıkartabilecek, bambaşka bir hayatın kapılarını açabilecek midir?
Bir nevi 11 Eylül sendromu taşıyan 25th Hour, Spike Lee’nin yakın zamanda ortaya koyduğu en dişe dokunur filmiydi. Uyuşturucudan yakalanan ve 24 saat içinde teslim olması gereken Monty’nin özgür bir birey olarak geçireceği son günü tüm hayatının koca bir özetine dönüşür. Arkadaşları kendisine bir veda partisi vermeye hazırlanırken hiçbir şey Monty’nin umrunda olmaz. Bir yandan kendisini kimin ihbar ettiğini düşünür; karısı mı, arkadaşları mı yoksa babası mı? Diğer yandan da bu cezayı hakettiğine inanıp yaptıklarından ötürü vicdan azabı duyar.
Flashback’lerle hikayenin tüm yan olayları doldurulurken ağır ağır ve zor bir sınav gibi geçer 24 saat. Arthur Rimbaud’nun dağınık bilinç gezintisi kuramına paralel bir biçimde filmde de tek bir günün içinde yaşanan “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek” hissiyatı Monty’nin peşini bırakmaz. Sürekli bir hesaplaşmanın içinde bulur kendini. Sonu daha başından belli olan, dolayısıyla da sürprizsiz bir film olan 25th Hour, gücünü yarattığı etki ve içtenlikten alır. Seyirciyi suç, ceza, sadakat, aile ve vicdan kavramlarına dair düşünmeye sevk eder.
Melankolik ve gerçekçi bir çehreye sahip olan 25th Hour, Edward Norton ve Brain Cox başta olmak üzere başarılı oyuncu kadrosu, yarattığı hüzünlü atmosferi, şık kurgusu ve gerçek zamana yedirdiği geniş bir memleket meselesi ile vizyona girdiği yılın kalburüstü filmlerinden birisi olmuştu. (Emrah Öztürk)
After Hours (Martin Scorsese, 1985)
Bir şirketin bilgi-işlem biriminde çalışan Paul Beckett gündelik telaşlarının içinde yaşayıp giden sıradan bir adamdır. Güzel bir kadınla hoş bir akşam geçirmek için kendini sokağa atmasıyla birlikte gerçeküstü bir kabusun ortasında kalakalır. Şimdi para, seks ve gelecek endişesiyle dolup taşan bilinçaltı tüm iflah olmazlığıyla karşısındadır. Mesai bitiminde başlayan kıyameti, ertesi sabah mesai başlangıcında daha büyük bir kıyametle son bulacaktır.
Filmde küçük bir cameo’suna da şahit olduğumuz Martin Scorsese’ye Cannes’da en iyi yönetmen ödülünü getiren After Hours, hiç kuşkusuz yönetmenin filmografisindeki en farklı lezzet. Başrolünde, yine bolca ironi ve eleştirel bir alt metin taşıyan An American Werewolf in London’dan (1981) tanıdığımız Griffin Dunne’ın yer aldığı filmde Kafka’dan Munch’e kadar farklı dallarda ustalaşmış birçok sanatçıya göndermede bulunur Scorsese. Ancak filminde muazzam bir kurgu resitali sunan yönetmenin asıl marifeti, seyir gücü yüksek ve zeka taşan After Hours’un derinliklerine çok güçlü bir kapitalizm eleştirisi aşılamasıdır. (Soner Yıldırım)
A Perfect Day (Un Giorno Perfetto, Ferzan Özpetek, 2008)
“Peki genetik mühendisi ne iş yapar?”
“Ebeveynlerden çocuklarına geçen şeyleri araştırır. Boyu, göz rengi gibi…”
Peki başka şeyler çocuklara geçmez mi Valentina? Annenin hayat mücadelesinde yenilgileri geçmez mi? Ya da babanın öfkesine insan kurban ederek yaşama huyu geçmez mi mesela?
Bugün Camilla ‘nın doğumgünü partisinde kardeşinle Camilla gizlice evlendiler hani, nikah şahitleri de Kevin ‘ın oyuncağı oldu. Ama Camilla ‘nın annesi siz fakirsiniz diye, Kevin kocasının korumasının oğlu diye kardeşini partiye çağırmak istemedi, biliyor musun?
Bugün Camilla ‘nın babası hayatının değişeceğini öğrendi. Annesi de bilse sizinle uğraşacağına başka öncelikleri olurdu. İnsanlar birçok şeyin farkında olmadıkları için başkalarını üzüyor çoğu kez; biliyorsun değil mi?
Bugün annen “kadro gençleştirmesi” yüzünden işten çıkarıldı. Çıkışta baban anneni kaçırdı, arabada yine kendini tutamadı yüzüne bir tane patlattı. Sizin önünüzde de yapardı hani. Özür üstüne özür diledi, hemen sonra yine sinirlendi, sözleriyle yaraladı anneni. Ardından çalılığa sürükleyip ona tecavüz etmeye kalkıştı, biliyor musun?
Nereden bileceksin. Bilme zaten. Senin için bugün Led Zeppelin ‘i senin kadar seven biriyle tanışman, voleybol maçına onun da gelmesi, bir yıldır görmediğiniz babanın akşam sizi alıp pizza dondurmadan sonra evine götürmesi demek. Bir tek günde nelerin değişeceğini, hayatının asla eskisi gibi olmayacağını bilme. Geçmişin bugünü nelere dönüştürdüğünü öğrenme.
Camilla ‘nın annesinin yaptığı gibi, neyle çevrelendiğinizin farkında olmadan mutlu olmaya mı çalışmalı, güzel gözlü Valentina? (Büte Kıraşı)
A Special Day (Una Giornata Particolare, Ettore Scola, 1977)
Bir kamera seyridir ki, apartmanın dışından odaların içlerine kadar durmaz ilerler, mahreme nüfuz edersiniz. Rutin de belirgindir, kadının yüzündeki yorgunluk ve o günü istisna kılan telaş da: Hitler ve Mussolini Roma ‘da biraraya gelecek. Herkes sevinç içinde, çoluk çocuk meydanlara! Toplu konut neredeyse bomboş kalır. Bir günlük sessizlik. O sessizlikte, iki insan daha biraraya gelir de, ufacık bir rastlantı sayesinde en bucakta duygulara, içeriye seyahat; meydanlardaki debdebeli bir araya gelişe tezat, gerçeği asıl bu kuytudaki rastlayış gözler önüne serer. Bir tenha, tenhada iki insan, bir tek farklı gün, bir günden koca bir toplum, koca bir devir, şahitsiniz. Hepimiz bu filmden sonra şahitleriz.
Meğerse faşizm, ismiyle müsemma “savaş baltaları” nda, goygoylu meydanlarda değil; içeride, evcilleşen beyinlerdeymiş. “Her İtalyan asker doğar, bu ulusun şanlı kadınları yedi tane doğurunca aileye teşvik parası getiren kahramanlar olur” muş. Kadınlar da doğur ha doğur, en iyi ev hanımı sen ol, uyuma, dinlenme, tahammül et, sus, pişir, yıka! talimatlarını kimseden almaz, bunları kendi kendilerine verirlermiş. Toplumun köşelerinde başka başka şeyler akla bile gelmezmiş, zaman yokmuş zaten. Eşcinseller filan, aman aman evlerden uzak.
Evin mini mini bir kuşu, kafesini temizleyen sessiz kadının elinden kaçar da, “o adam” ın penceresine konarmış. İki insan tanışır, sinirlenir, garipser, konuşur, yardımlaşır; kadın “ay noluyor bana…” dedirten bir şeyleri hatırlarmış. Varlığını bile unuttuğu, en dipte bir şeyleri.
Sonra enginde yavaş yavaş günün minesi solar, kocayla çocuklar dönüp yemek masasına kurulur, o gün de akşam olurmuş. (Büte Kıraşı)
Before Sunrise (Richard Linklater, 1995)
Bir üçlemenin ilk halkası olan Before Sunrise çekilirken, Before Sunset (2003) ve Before Midnight (2013) kimsenin aklında yoktu. Richard Linklater, Before Sunrise izleyicisinden sadece uzun beğeni cümleleri değil, empati kurma hikayeleri de duymuş olmasına rağmen devamını çekme fikri karşısında korktuklarını, çok ihtiyatlı davrandıklarını anlatır.
Çünkü Before Sunrise bir nevi interaktiftir. Olay hikayesinin az, durum hikayesinin sürekte olduğu yaşamın bir öğleden sonradan ertesi sabaha kadarki kesitinin ta kendisidir. Güzel bir kesiti: Lafın lafı açtığı esprili sohbetler, yürüyüş, flört, birbirine dokunmadan sarmallanan iki ruh ve neredeyse kaçınılmaz hale gelen meşk. Konuşmalara farkında bile olmadan katıldığınızı, kendi düşüncelerinizin dilinizin ucuna geldiğini fark edersiniz. Durdukları köprüden etrafa onlarla birlikte bakar, birlikte hayran olursunuz. Before Sunrise sadece özlem duyumsatan bir romans ve gülümseyişler içindeki tutku hikayesi değil; çağdaşımız iki insanın ve paralelinde iki kültürün bir Aydınlanma dönemi estetiği fonunda, birbirine pozitiflik içinde akışıdır.
Bilirsiniz ki Hawke ve Delpy orada oyunculardan fazlasıdır. İzlerken anlarsınız, orada o süreci yaşamak onlara iyi gelmiştir. Dokuz sene sonra devamı, on dokuz sene sonra üçüncüsü çekildiğinde hazır ve nazır bulunmalarına da şaşırmazsınız. İkisinin prodüksiyonda yer almış olmalarına da, hatta Before Sunset ‘in müziklerini Delpy ‘nin yapmış olmasına da. Before Sunrise, size de iyi gelir. (Büte Kıraşı)
Dog Day Afternoon (Sidney Lumet, 1975)
İki arkadaşıyla birlikte bir banka soygununa hazırlanan Sonny Wortzik her şeyi tasarlamıştır. Planının yürümemesi için hiçbir neden yok gibidir. Tabii iyi niyetliliğini ve bahtsızlığını bir tarafa bırakırsak!.. Nitekim polis bankanın etrafını sardığında içerdeki rehinelerle baş başa kalan Sonny’nin hikayesi, meraklı vatandaşların ve medyanın da işe dahil olmasıyla önce ulusal bir curcunaya, ardından mutsuz bir adamın tek kişilik trajedisine dönüşür.
Cinsiyet değiştirmek isteyen sevgilisinin ihtiyacı olan parayı bulmak için soyguna kalkışan John Wojtowicz’in gerçek hikayesinden uyarlanan filmde her şey sıcak bir öğleden sonrasında başlayıp aynı gün bir havaalanında son bulur. Sidney Lumet yine makine gibi işleyen, akıl dolu bir suç filmi yaratmıştır. Dahası, sorumlulukların üstesinden gelmeye çalışan meteliksiz bir karakteri, neyi ne için ne yaptığını zerre bilmeyen bir ülkenin yarattığı bir anti-kahraman olarak sinemasının manidar ve taklit edilemez gerçekliğine taşımıştır. Al Pacino’dan aldığı muazzam performans da cabası! (Soner Yıldırım)
Elephant (Gus Van Sant, 2003)
Çekildiği yıl, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü almış olan Elephant; Amerika’daki okullarda yaşanan katliamlara doğru kaldırılmış bir işaret parmağı niteliğinde.
Seyirci, bir günün ilk saatleri boyunca söz konusu lisedeki çocuklarla tanışıyor. Yönetmen, hiçbirimizin hiçbirisiyle özdeşlik kurmamızı istemiyor gibi. Basit koridor karşılaşmalarını bile, karşılaşan- kesişen her karakterin zaviyesinden ‘başa sararak’ seyrediyoruz. İsimlerinin bir önemi yok; Alex, Elias, Eric, Jordan, Carrie ya da başka şeyler. Onlar var olacak alanlara muhtaç, yaşlarının kaygan zemininde başarılarının da başarısızlıklarının da travmalar ürettiği çocuklar. İntikam yahut adaleti sağlamak deyince, akıllarına sadece oynadıkları bilgisayar oyunlarında ‘avladıkları’ insanlar geliyor ve aynı şeyi okulda canlarını sıkanlara uygulamakta bir beis görmüyorlar. Daha bir kızı öpmemişler bile. Bir silah satın almak, bir kızı öpmekten daha kolay.
Güneşli görünen göğün, nasıl da kara bulutlarla kaplandığına tanıklık ediyoruz filmde geçen bir okul günü boyunca. Şiddete, kana, tüfek seslerine çok aşina ki herkes –kurbanlar bile- . Bütün bu cinnet hâlinin böylesine sıradanlaşmasını, olup biten her şeyin ‘normal’ sayılmaya başlamasını kucağımıza bırakıp gidiyor Gus Van Sant. Geri dönüş imkânsız. (Tuğçe Kıltaç Güleç)
Good Bye, Dragoon Inn (Bu san, Tsai Ming-liang, 2003)
Tıka basa dolu, büyük bir sinema salonu ve perdede King Hu’nun Dragon Inn filmi oynuyor. Bu enfes sahnenin bir adım sonrası, böyle anların nostaljik bir yanılsamadan ibaret kaldığını vurgulayan bir başka ana açılıyor. Perdede yine Dragon Inn var, ama bu sefer seyirci sayısı bir avucu geçkin değil.
Tsai Ming-liang, yalnız ve melankolik insanlarını bu kez karşımıza günümüzün film izleme alışkanlıkları çerçevesinde getiriyor. Kapatılacak bir sinema salonunun son gösteriminde, bir akşam seansındayız. Film perdede oynayadururken, dikkatini filme odaklamış birkaç kişi dışındaki seyirciler koca salonun içinde ve dışında sürekli hareket halinde, bir şeyler aramaktadır. Koltukların arasında, tuvalette pisuvarların arasında, salonun koca fuayesinde, alt katla üst kat arasında, merdiven boşluklarında, bilet satış yeriyle makinist dairesi arasında, depo alanlarının daracık koridorlarında kolilerin arasında, geçmişleriyle ve arda kalan anıları arasında dolaşıp duruyorlar.
Ming-liang’ın yarattığı inanılmaz atmosferi kendine has hüznüyle yoğurduğu ve çağımızın hızlı değişimini bir film seansı sürecinde cismanileştirdiği Good Bye, Dragoon Inn, her anıyla ruha dokunan zarif bir sinema güzellemesi. Yönetmenin, İngiliz sinema dergisi Sight&Sound’un tüm zamanların en iyi filmlerini belirlemek için yaptığı ankette on filmlik listeye kendi filmi Good Bye, Dragon Inn‘i de kattığını belirtelim. (Simon Sağlamoğlu)
High Noon (Fred Zinnemann, 1952)
Dosya konusunu göz önünde bulundurduğumuzda, özel dosyamızla birebir örtüşen bir film de High Noon (1952). Western’in başarılı bir örneğini sunan High Noon, Hadleyville’de uzun süredir yaptığı şeriflik görevini bırakan Will Kane’in, yeni evlendiği Amy Fowler’la kaçmaya hazırlanırken “eski bir mesele”nin yeniden ortaya çıkması sonucu göreve çağrılışını anlatır. Kasabaya korku salan azılı çete lideri Frank Miller’ın öğlen treniyle geleceği haberini alan Will, emeklilik hayallerini bir kenara bırakıp, ipten kıl payı dönmüş olan ve kendisiyle hesaplaşmak için gelen bu “kötü adam”ı beklemeye koyulur. Göreve yeniden çağrılan bir şerif, eski bir hesaplaşma ve öğlen treniyle kendisini terk edecek olan aşkının arasında kalmıştır.
Filmin hikayesi, beklenen düşmanın verdiği huzursuzlukla harmanlanır. Sık sık bakmaya ihtiyacımız olacağını tahmin eden yönetmen, paralel kurgu yoluyla bize saati gösterir. Gerçeğe yakın zamanlı çekilen filmde gerginlik dakikalara özenle yayılır. (Nil Yüce)
La Notte (Michelangelo Antonioni, 1961)
Havada, neredeyse elle tutulacak, gözle görülecek denli katılaşmış bir gerginlik asılı. Yıllarını beraber geçirmiş bir kadın ve bir erkek, yan yana ama yapayalnız. Yüzlerinde kolayca seçilebilen kaygı çizgileri, sanki oldukları yere zincirlenmiş, kaçamıyorlar. İşte modern zamandan bir burjuvazi çifti: Giovanni ve Lidia.
Milano sokaklarında başlar hikaye. Uzun uzun dolanır Lidia geçmişin küf kokulu yollarında. Tanıdık bir şeyler arar, bulduklarının ona çoktan yabancılaştığınıysa kendine bir türlü itiraf edemez. O ellerini duvarlarda gezdirir, bir öyle bir böyle hissederken, eşi Giovanni’nin de kararsızlığından, sıkılmışlığından izler görürüz. Biraraya geldiklerinde alarındaki o uzun mesafeleri, soğuk kelimeleri ve yüzeysel geçiştirmeleri hissettirir izleyiciye Antoniani: Anlarız ki, aynı evin içinde yaşayıp giderken, sürekli bir boşluğun içinde senelerdir yuvarlanmaktadır ikisi de ayrı ayrı, yapayalnız.
La Notte’de belirsizliklerle dolu bir ilişkinin derinliklerine ışık tutan yönetmen, bireylerin kendilerini birbirlerine doğru ifade edebilmesinin öneminin altını çizer ve alışkanlıkların insanı nasıl da değiştirdiğini keskin bir dille gösterirken tek zamanı geniş tutarak yozlaşmış bir ilişkinin birim anına iner ve oradaki kırılmanın sarsıcılığını vurgular. Filmin en etkileyici bölümü olan son sahnesinde Giovanni’nin Lidia’ya sorduğu soru, belki de verilmek istenen her şeyin özetidir: “Bu mektubu kim yazdı, Lidia?”
Night on Earth (Jim Jarmusch, 1991)
Tek bir gece, beş ayrı şehir ve beş ayrı hikaye. Zengin oyuncu kadrosu ve Tom Waits şarkılarıyla göz dolduran bu 1991 yapımı Jim Jarmusch filmi, içerdiği mükemmel diyaloglar ve sıradan öykülerde gizlenen çarpıcı detaylarıyla izleyenin aklında silinmesi imkansız izler bırakıyor.
Los Angeles, New York, Paris, Roma ve Helsinki’deki taksi yolculuklarıyla bambaşka şehirleri karış karış gezerken, bir duygu karmaşası içinde buluveriyorsunuz kendinizi: Hüzün, neşe, aşk, pişmanlık… Her bir öykü apayrı hisler barındırıyor içinde. Belki de bu yüzden her izleyenin en sevdiği hikaye, diğerlerinden farklı. Film bittikten sonra, iki saat gibi bir zaman diliminin içinde tanıştığınız bu insanların geriye kalan hayatlarında neler yaptığını merak etmeden kendinizi alamayacaksınız.
One Day in the Life of Ivan Denisovich (Caspar Wrede, 1970)
Aleksandr Solzhenitsyn’in aynı isimli romanından uyarlanan Caspar Wrede yönetmenliğinde uyarlanan One Day in the Life of Ivan Denisovitch (1970), Stalin dönemi Sovyet Rusyası’nda çeşitli suçlardan mahkum olanların toplandığı gulaglardan birinde geçer. Kahramanımız Ivan Denisovich’in bir gününü, “duvardaki bir sinek gibi” izleriz. Dışses bize belli aralıklarla Ivan’ın gün doğumundan gün atımına kadar Gulag’daki yaşam koşulları üzerine bilgiler verir.
Ivan Denisovitch’in işçi kampındaki hayatı zorluklarla doludur. Hasta olduğuna inanılmaz, çalışırlarken soğuktan toprağa kazma girmez, arkadaşlarıyla -40 derecede duvar örmeye çabalarlar. Gerek mahkumların kendi aralarında girdikleri diyaloglar gerekse yaşadıkları çekişmeler hikayede öyle yer bulur ki, Ivan’ın o bir günlük yaşamı hepimize çok uzun gelir. İşkence ve hakaretle dolu hayatının küçük bir dilimi dahi bizim için fazladır ve üzücüdür. Geçmişin insanlık dramının on yıl sonra yeniden anlatıldığı film, izleyiciye çalışma kamplarında bir günün nasıl geçtiğini bütün çıplaklığıyla aktarır. (Nil Yüce)
Rec (Jaume Balagureo – Paco Plaza, 2007)
Tek zamanlılığa dair, korku sinemasının çok iyi bir örneği Rec. Her şey sunucu Angela’nın ve kameramanı Pablo’nun, yerel bir tv için hazırladıkları programın ismi gibi. “Siz Uyurken”…
Sakin bir ‘itfaiyeci gecesi’nden başlayan Rec; kolayca olağan düzene döndürülebilecekmiş gibi görünen bir ihbar sonucunda Angela ve Pablo’nun da itfaiyecilerle birlikte, ihbar alınan binaya doğru hareket etmeleriyle aksiyon kazanıyor. Binadaki yaşlı bir kadının polise ve itfaiyeye saldırıp onları ısırması, binanın bir türlü net açıklanmayan gerekçelerle karantinaya alınması, kolayca çözülebilir sanılan sorunu bir çıkmaza dönüştürüyor. Binadakilerin esaretine karşılık, seyirci de Pablo’nun kamerasına esir ediliyor. Seyrettiğimiz, görebildiğimiz her şey Pablo’nun gözünden. Angela mütemadiyen uyarıyor: -“Her şeyi çekmeliyiz Pablo!”
Tamamı aktüel bir TV kamerasıyla çekilmiş olan filmi seyrederken, yıllardır aşina olduğumuz korku sineması klişelerinin ne kadar ustaca kullanıldığını görmek mümkün. Kameranın verdiği tenhalık hissi, klostrofobik ‘kapalı kalma’ halleriyle birleşince seyir kalitesi ummadığınız yerlere varabiliyor. Battaniyelerinizi hazır tutun. (Tuğçe Kıltaç Güleç)
Rope (Alfred Hitchcock, 1948)
Rope, 1929 yılında sahnelenen Patrick Hamilton’ın aynı isimli tiyatro oyunundan uyarlanan bir polisiye gerilim filmidir. İki arkadaşın bir cinayet işlemesi, cesedi salondaki sandığa saklaması ve ardından aynı salonda bir davet düzenlemesini konu edinir. Davete gelenler arasında Dedektif Rupert (James Steward) da bulunmaktadır. İkili, işledikleri cinayetin kusursuzluğunu ispatlamak için daveti tertip etmiştir fakat Dedektif Rupert’in şüpheci ve titiz kişiliği, bu kusursuzluğa gölge düşürecektir.
Gerilim ustası Alferd Hitchcock’un elinden çıkan Rope, birçok yönüyle gerilim sinemasına yenilik getirmiş, yönetmenin kendi adıyla anılan kuralları pekiştirmiş ve daha da önemlisi “tek çekim” ya da “sekans-film” terimini sinemaya uyarlayan ilk film olmuştur. Film, gerçek zamanda geçer ve Hitchcock gözle görülür hiçbir kesme yapmaz; yaptığı tüm kesmeler, kameradaki makaraların bitmesinden ötürü zorakidir ve bu kesme anlarını ‘invisible cut’ (görünmez kesme) denilen teknikle kamufle eder. Böylece izleyici, filmin başlangıcından bitimine kadar gerçek bir zaman dilimini kesintisiz olarak deneyimler.
Rope’u yenilikçi ve öncü kılan esas unsurun gerilim yapısını tersyüz etmesidir. Türün genel şablonunda cinayet hikayenin düğüm bölümünü başlatan veya final aksiyonunun girişini oluşturan etken iken Rope’da öykü cinayet ile başlar. Bir gerilim filminin elindeki en büyük koz olan cinayet anını daha ilk sahnede gösteren filmin ikinci hamlesi de şaşırtıcıdır. Rope, katillerin ve cesedin kim olduğunu ve de cesedin nereye gizlendiğini açık açık söyler. Bir Edgar Allan Poe öyküsü gibi bu hamleler neticesinde izleyici katillerin safına geçer. İzleyici de en az katiller kadar gergin ve korkuludur. Bu serim bölümünden sonra Hitchock, izleyiciyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. Yağ gibi akan kamera hareketleriyle hikaye, bir saat misali tıkır tıkır işler. Metronomla, Dedektif Rupert’in iğneli diyaloglarıyla ve pencereden içeriye düşen renkli neon ışıklarla katiller üzerindeki psikolojik baskı adım adım artar.
Hitchcock’un filmi tek bir çekimle çekmek ve her şeyin gerçek bir zaman dilimininde geçmesini istemesinin sebebi ise açıktır; esaslı bir gerilim filmini vücuda bürümek, katillerin yaşadıkları endişe ve baskıyı seyirciye birebir aktarmak ve de sinema sanatının gerilim konusunda ne denli etkili bir silah olduğunu göstermek. Rope, bugün bile etkisini yitirmeyen öncü bir filmdir. (Emrah Öztürk)
Run Lola Run ( Lola rennt, Tom Tykwer, 1998)
20 dakikalık bir süre, ödenmesi gereken 100.000 mark ve tehlikede olan bir sevgili. İşte Lola tam da bütün bunlar önüne serilirken başlıyor koşmaya. Tom Tykwer’in yönettiği, aynı zamanda da Kieslowski’nin BlindChance’inden (1981) ilham aldığı filmde Lola, sadece yimi dakika için üç kez baştan koşmaya başlar ve hikaye değişik yönlere ilerler.
Hayatımızda tesadüflerin ya da etrafımızdaki belli değişkenlerin bizi ne kadar farklı sonuçlara götürebileceği anlatılır filmde. Tek başına önemi olmadığını düşündüğümüz dakikaların bir araya geldiğinde birisinin hayatını nasıl kurtarabileceğini (ya da kurtarılamayacağını) görürüz.. Çarpacağımız bir kadının engel olmaktan ziyade kurtarıcı olduğunu dahi düşünmemize yol açar. Ancak bu kavrama süreci duygusal bir şekilde gerçekleşmez. Filmde Tykwer, oldukça kısa kesmeler kullanarak -ve tabii adından da anlaşılacağı gibi- Lola’yı sürekli koşturtarak hikayenin gerilim dozunu da arttırmayı başarır. (Nil Yüce)
Russian Ark (Russkiy Kovcheg, Alexandr Sokurov, 2002)
‘Sekans-film’ modelinin en başarılı örneği olarak adlandırabiliriz Russian Ark’ı. Dijital formatta çekilen film, 99 dk boyunca hiçbir kesme yapmadan Hermitaj Müzesi’nin içinde bir hayalet gibi gezer. Rusya’nın 500yıllık tarihini 33 oda içinde görüntüleyen Sokurov, hikayesini rüya estetiği ve belgeselci bir dille harmanlar. 3 bine yakın oyuncu ve 3 canlı orkestranın yer aldığı yapım, tek bir günde Hermitaj Müzesi’nde çekilmiştir. İmkansıza yakın bir proje olan Russian Ark’ın hazırlık aşaması ise aylar almıştır fakat sonuç oldukça başarılıdır.
Sokurov’un filminin teknik detayları, içeriğinden daha önplana çıktığı bir gerçek. Oysa ki Sokurov, bu çekimi çok zor olan filmde tekniğin, söyleyeceği sözlere bir köprü işlevi görmesini istemiştir. Söyleyeceği söz ise; filmin, bir tabloyu incelercesine incelenmesi, koca Rusya tarihinin tek bir an içinde somutlaşmasıdır. Yönetmen, resimdeki zaman algısını, sinemaya uyarlamayı deneyerek bir ilki gerçekleştirmiş, kurguyla değer kaybına uğrayan gerçeklik hissiyatını elinde tutmayı başarmıştır. Bununla birlikte bir toplumsal bellek gezintisi olan Russian Ark, her ne kadar gerçek zamana bağlı kalsa da rüya atmosferi sayesinde yüzyıllık sıçramalarla ziyadesiyle soyut ve özgür bir yapıya sahiptir. Bir diğer deyişle eşine rastlanmayan bir sinema deneyimidir. (Emrah Öztürk)
Taste of Cherry (Ta’m e guilass, Abbas Kiarostami, 1997)
İran sinemasının büyük ustası Abbas Kiarostami’nin Cannes’da Altın Palmiye ile ödüllendirilmiş filmi Taste of Cherry, yaşamını sona erdirmeyi planlayan orta yaşlı bir adamın arabasıyla İran sokaklarını arşınlaması üzerinden ilerliyor.
Halihazırda kazmış olduğu bir çukurun içinde ölüm uykusuna yatacak olan adam, cesedinin açıkta kalmasını engellemek için para karşılığında ona yardım edebilecek birini aramaktadır. Bu süreçte karşısına genç bir asker, bir ilahiyatçı ve yaşlı bir müze çalışanı çıkar. Hepsinin paraya ihtiyacı olmasına rağmen bu alışılmadık isteği gerçekleştirebilmeye yönelik düşünceleri oldukça farklıdır.
Kiarostami, yoğun imgelerle kurduğu ölüm isteği ve yaşama olan inanç arasındaki hassas alana bakışında insani zaafları ve yaşama yönelik bakıştaki olgunluğu öne çıkarıyor. Karamsarlık içindeki başkarakterine en çok değebilen, kati düşüncelerinde bulanıklık yaratabilen kişinin aynı zamanda onu en iyi anlayan, kendisiyle benzer yollardan geçmiş yaşlı adam olması bu yüzden hiç şaşırtmıyor. Yoğun bir karamsarlığın içinde barındırdığı umutla değerlenen Taste of Cherry, gündüzden geceye dek, sadece bir kaç saatlik araba gezintisi eşliğinde geçen sürede hayat-ölüm ikilemine ve yaşama karşı bakış açısının farklılıklarına dair gösterdiği dokunaklı anların yanı sıra karış karış gezdiği sokaklardaki sosyal yaşama dair de nitelikli bir gözlem sunmuş oluyor. (Simon Sağlamoğlu)
The Death of Mr. Lazarescu (Moartea domnului Lazarescu , Cristi Puiu, 2005)
60’lı yaşlarının başında yalnız bir adam olan Mr. Lazarescu, kendini iyi hissetmediği bir akşam, önce yakın aile fertlerinden sonra da kapı komşularından yardım ister. Saatlerdir gelmesini beklediği ambulans eve ulaştığında ülserden kaynaklandığını iddia ettiği sancılarının ne boyutlara varacağının farkında değildir. Meşguliyetlerinden şikayetçi bir dizi doktorun türlü gerekçelerle başka sağlık birimlerine sevk ettiği yaşlı adam, bir sedyede hastane hastane gezdiği gecenin sonunda tükenmiş haldedir. Ameliyat masasında bıraktığı ilk şey ise hayatı boyunca ısrarla muhafaza ettiği gururu olur.
Yeni dönem Romen sinemasının öne çıkan yönetmenlerinden Cristi Puiu, Eric Rohmer’in Six Moral Tales serisinden ilhamla kotardığı ikinci uzun metrajında, altından kalkması güç bir filmi ziyadesiyle etkileyici bir tonda ele alıyor. Gerçeklik hissini kusursuz bir şekilde veren film, bir ülkenin içinde bulunduğu durumu gözlemlemek için hastanelerin ne kadar doğru bir tercih olacağını gösteriyor. Aile kurmanın, çocuk sahibi olmanın yaşlılığınızda dikkate alındığınız bir dünya için artık yeterli bir sigorta olmadığını, bu eski medetten vazgeçmeye yanaşmayan insanların her türlü acıyı kanıksamaya hazır dünyasıyla çerçeveliyor. (Soner Yıldırım)
Training Day (Antoine Fuqua, 2001)
Jake’in bir narkotik polisi olarak geçireceği ilk günüdür. Partneri deneyimli polis Alanzo’yla bir kafede buluşur. Birlikte arabaya binip devriyelerine başlarlar. Saatler ilerlerken Alanzo, Jake’e mesleğin bambaşka bir yönünü gösterir; onun kitaplarda okuduğu, okullarda öğrendiği tüm o kahraman polis söylevlerinin aslında bir yalan olduğudur. İyi bir polis olmak için kahramandan çok bir hayduta benzemesi gerekmektedir.
Alanzo, polis ile haydutluk arasındaki çizgiyi kaldırmış, kendi gemisini yürüten, aklı cambaz bir adamdır. Jake’in saf, meleksi yanına zıt bir biçimde Alanzo bir şeytandır ve yeni polisin aklını bulandırma konusunda ustadır.
İkilinin gün içinde yaşadıkları olaylar, tanıdıkları kişiler ve girdikleri çatışmalar adeta Jake için tertiplenmiş bir test gibidir. ‘Deneme Günü’ (Training Day) adı verilen bu ilk gün, iyi ile kötünün savaşı, ahlakın ve doğruluğun imtihanıdır adeta. Fuqua, tek bir zaman dilimini, bir mesai gününü öylesine dolu bir hale getirir ki Jake’in bu günü atlatmasının mesleğinin en büyük savaşı kazandığı anlamına geldiğini söyler gibidir.
Denzel Washington’a Oscar kazandıran Training Day’in Amerikan polisiye suç filmleri türüne yeni tat ve yeni bir soluk getirdiğini de ayrıca belirtelim. (Emrah Öztürk)
Who’s Afraid of Virginia Woolf? (Mike Nichols, 1966)
Bir Broadway oyunundan uyarlanan Who’s Afraid of Virginia Woolf, Mike Nichols’ün yönetmen koltuğuna oturduğu ilk filmi. Bir karı kocanın aşk ile nefret arasında gidip gelen ilişkilerindeki zıtlıklar, didişmeler ve gelgitler üzerine kurulu olan film bolca cinsel çağrışım ve küfür barındırıyor. Yönetmen, düşündüren diyalogları tek zamana yedirerek filme hakim olan gerçekçiliğin tonunu da koyultuyor.
İçleri belirli tabu ve normlarla doldurulan, zihnimizde yer etmiş muhtelif kimlikleri alaşağı eden karakterler, onların birbirlerine duydukları hisleri ifade etme şekilleri, aşırılıkları, farklılıkları ve anlaşamamalarının yanısıra birbirlerinden asla kopamamaları gibi konuları alışılmışın dışında işleyen Nichols’ün bu filmini izlemek için sayılabilecek her neden, bir öncekinden daha ağır basıyor: Elizabeth Taylor’a bir Oscar heykelciği kazandırmasından da anlaşılabileceği üzere mükemmel oyunculukları, harika kurgusu, insan ilişkileri ve bireysel duygu karmaşaları üzerine içerdiği derin gözlemler ve keşfe açık daha nice sebep!