6) Paris qui Dort (René Clair, 1927)
Küresel saat, ülkeler arası seyehatler, demiryolları ve otomobiller… 20. Yüzyılın başlarında kentte meydana gelen bu değişim sinemaya yansırken, sinema da bu değişime yön verir. Özellikle Taylorculuk ile birlikte gelen, insanın verimini sürekli artırmaya yönelik yapılan çalışmalar, “makineleşme”, kentte ve sinemada karşılığını ritim arayışları ile bulur. Zira kent o dönemde, “doğanın kanunlarıyla doğayı kontrol altına alan, ‘makinist’ görüşün deyişiyle onu mükemmelleştiren bir mekândır.” (5) Paris qui Dort’da yönetmen René Clair, bu kusursuzca işleyen –ya da işliyormuş gibi görünen- kentte ritim üzerinde bir takım deneyler yapar. Yönetmenin sorduğu soru aslında çok basittir: Paris bir günlüğüne uykuya dalsaydı ne olurdu? Filmde, Eyfel Kulesi’nin bekçiliğini yapan Albert, Paris’in derin bir uykuda olduğunu farkedince, belki de hiç olmadığı kadar özgür ve mutlu bir şekilde kenti keşfe dalar. Tıpkı İstanbul’da yaşayan ama denizi hiç görmeyen insanlar gibi, Albert, basit bir işçiden bir flâneure dönüşür ve ilginç durum ve mekânları izleyiciye gösterir. Eleştirel, alaycı ve deneysel Paris qui Dort, kent ve sinema arasındaki o kuvvetli bağı, izleyiciye en saf hâliyle aktarır.