8) Der Himmel über Berlin (Wim Wenders, 1987)
“Bir arabanın sürücüsü, savaş dönemi yıkıntlsının imgelerini çağrıştıran sokak manzaraları arasında dolaşırken, Almanya’nın her bireyin bir mini devlet olacak kadar, her sokağın barikatlarının çevresinde, ancak doğru parolayı biliyorsanız geçebileceğiniz bir sahipsiz arazi parçasıyla kuşatılacak kadar parçalanmış olduğunu düşünür. Bir birey, bir diğerine ulaşmak istiyorsa geçiş ücreti ödemek zorundadır. Bu aşırı yabancilaşmış ve yalıtılmış bireycilik durumu (Simmel’in betimlediği durum) iyi bir şey olarak görülmekle kalmayabilir (ne de olsa daha önce yaşanan Nazizmin kolektif hayatıyla karşı laştınlabilir bu durum), bazı insanlar bu duruma ulaşmak için çaba bile gösterebilirler.”(7) Berlin: Die Sinfonie der Grosstadt’ın (1927) aksine, tam 60 sene sonra Der Himmel über Berlin’de bambaşka bir Berlin izleyici karşısına çıkar. Berlin Duvarı, her yönüyle bölünmüş, mutsuz ve umutsuz bir şehrin kaskatı duran bir sembolü olarak film boyunca izleyiciye sıklıkla gösterilir. Bu bölünme, bir bağlamda da modernitenin yıllarca arka plana attıklarının birikip patlaması sonucu bu hale gelmiştir. Film boyunca sirk ve kütüphane, en ince parçalarına kadar ayrılmış bu kentte bir tür ortak kimliği yansıtmaya çabalayan nadir mekânlar olarak görülür.